HDP Eş Genel Başkanı Ertuğrul Kürkçü, 20 Mayıs 2014’teki HDP Milletvekilleri Grup konuşmasını Soma maden katliamı üzerine kurdu: Devlet ile çatışma halinde olduğu süsü verilerek insanların ölümleri mazur ve meşru gösterilebilirdi. Ama ekmeği için çoluk çocuğunun geleceği için… Ancak elinizde olmayan şeylerden ötürü işi kadere bağlayabilirsiniz. Ocağı tahkim etmek kader meselesi midir? Ocağı usulüne göre çalıştırmak kader meselesi midir. Rödövansa tabi tutmak işletmeleri, kader meselesi midir? Bunların hepsi siyaset meselesidir. Siyasetle gelen siyasetle gidecektir. Göreceğiz hep beraber.
Sevgili Arkadaşlar, Eş Başkanım, Milletvekilleri, Sevgili Konuklar ve herkes, bütün Türkiye hepinize iyi günler ve tabi ki başsağlığı diliyoruz.
Soma’da hayatlarını kaybeden maden emekçilerinin kitle halinde yok edilmelerine yol açan bütün şartlar karşısında, onların uğradıkları felaketin hem paylaşıcısıyız hem de onun hesabını sormak için buradayız. Hayatlarını kaybedenlerin aileleri, emin olsunlar ki Halkların Demokratik Partisi bu ve bütün diğer işçi katliamlarının, sermayenin emeğe karşı giriştiği soykırımın takipçisi, davacısı ve hesap sorucusu olacaktır, hiç kimsenin hakkı yerde kalmayacaktır. Bugün burada, bu madenci katliamından sağ kurtulmuş ve yakınlarını bu katliamda kaybetmiş Somalı madencilerden bir grubu ağırlayacaktık. Ne yazık ki Soma’dan yola çıktıktan sonra yol ortasında seyahatlerini yarıda kesmek zorunda bırakıldılar. Telkinler ve belki tehditlerle. Başından geçenleri, uğradığı felaketi, karşı karşıya kaldığı zulmü dile getirmek için bile kahramanlık gereken bir ülkede yaşıyor olmaları, yaşadıkları kazadan da ağır bir sonuç onlar için, ama hiç merak etmesinler, onların dile getiremedikleri, getirmekten alıkondukları hakikati Halkların Demokratik Partisi Türkiye işçi sınıfının davasını savunanlar, bütün demokratlar, bütün işçi hakları savunucuları, bütün sosyalistler, bütün devrimciler Türkiye’nin, Kürdistan’ın, dünyanın her yerinde savunacaklar, hiç merak etmesin, davaları yerde kalmayacak.
Sevgili Arkadaşlar,
Aramızda Çerkez İnisiyatifi’nden arkadaşlarımız var, onlara da merhaba diyoruz. Hoş geldiniz. Sizlerle de tarihin bize mecbur bıraktığı, dayattığı, yapmaksızın edemeyeceğimiz yüzleşmeleri birlikte yürütmek için, bu yüzleşmede payımıza düşen her şeyi sizlerle beraber yerine getirmek için varız, sizlerle beraber olacağız.
Bugün gündemimizde bir tek konu var. Sermayenin devlet denetim ve gözetiminde emeğe karşı sürdürdüğü sürüncemeli soykırımın son aşaması Soma Linyit Kömürleri İşletmelerinde 300ü aşkın madencinin hayatına mal olan işçi katliamı. Bu katliamın Hükümet, medya, yaygın medya, ana ve yavru muhalefet tarafından görülmeyen ve gösterilmeyen nedenleri ve sonuçları üzerine konuşacağız. Partimizin emeğe topyekün sermaye saldırısı karşısında işçi mücadelesinin tutması gereken yola dair önerilerini konuşacağız. Ancak bundan önce hatırlatmadan ve hatırlamadan edemeyeceğimiz insanlar ve olaylar var. Buna dikkatinizi çekmek için birkaç dakikanızı almak istiyorum.Bundan iki gün önce, Türkiye devrimci hareketinin, en önemli simalarından biri, İbrahim Kaypakkaya’yı 18 Mayıs 1973’de Diyarbakır zindanında kaybettik. İbrahim Kaypakkaya Türkiye devrimci hareketinin sosyalist ve işçi hareketinin en değerli sözcülerinden, öncülerinden biriydi. Bağımsız, devrimci, devlet ve sermayeyle bütün bağlarını kopartmış bir işçi hareketi yaratılması için çok genç yaşında hayatını feda etti, 1971 askeri darbesinin ellerinde. Ancak İbrahim Kaypakkaya hiçbir zaman unutulmadı. Kendilerini siyasete çağırdığı Kürt gençlerinin sözcüsü oldu. Türkiye’nin batısında, Kürdistan’da, Avrupa’da her yerde İbrahim Kaypakkaya’nın adı ile anılan devrimci hareketler var. O nedenle biz İbrahim Kaypakkaya’yı 1971 devrimci hareketimizin en mümtaz simalarından birisi olarak bize yol gösteren, bugün de yol göstermeye devam eden bir devrimci olarak başımızın tacı addediyoruz, hatırası karşısında saygıyla eğiliyoruz.
18 Mayıs’ta Kürdistan devrimci hareketinin öncü kadrolarından Haki Karer hayatını 18 Mayıs 1977’de bir pusuda kaybetti. Haki Karer’in açtığı yoldan ilerleyen Kürdistan devrimci hareketi bugün Türkiye’nin en temel devrimci hakikatlerinden birini oluşturuyor. Hayatını kaybettiği anda bunun böyle olacağının rüyasını gören bir devrimciydi Haki Karer. Rüyası gerçek oldu, onu da diğer arkadaşları gibi sevgi ve saygıyla selamlıyoruz.
Bugün anmamız gereken dört insan daha var. 17 Mayıs 1982’de Diyarbakır işkencehanesinde devrimcilere, devrimci tutsaklara yönelen faşist saldırının işkencelerin, kişilik saldırılarının bütün bunlara eşlik eden en aşağılayıcı muamelelerin karşısında ne boyun eğen, ne de boyun eğilmesine rıza gösteren bu nedenle bütün bunları protesto için kendilerini ateşe vererek Kürdistan devrimlerini aydınlatan Ferhat Kurtay’ı, Necmi Öner’i, Mahmut Zengin ve Eşref Anyik’i burada anıyoruz. Kürdistan ve Türkiye devrimlerinin bir arada yürütülmesi görevini üstlenmiş olan partimizin şehitler galerisinde onlar da 6 Mayıs’ta andığımız devrimciler Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan gibi, 30 Mart’ta andığımız Mahir Çayan ve dokuz arkadaşımız gibi yerlerini aldılar, onların ayak izlerine basarak yürümeye devam edeceğiz.
Sevgili Arkadaşlarım,
Bizi ilgilendiren ve hemen yakınımızda Türkiye’nin İran sınırının hemen ötesinde gerçekleşmekte olan bir mücadele var. Rojhilad’da süren Kürdistan mücadelesi ve bu mücadelenin militanları, onlar kadar oradaki molla rejimine karşı mücadele eden demokratlar, devrimciler, komünistler sistematik bir idam kampanyası altında hayatlarını kaybediyorlar. En son 59 Kürt devrimci hakkında İran İslam Cumhuriyeti idam kararı verdi. İran İslam Cumhuriyeti’nin Türkiye’deki temsilcileriyle karşılaştığımızda kendilerine bunun kabul edilemez olduğunu söylediğimizde “Ama” dediler “Biz sadece Kürtleri idam etmiyoruz ki, herkesi idam ediyoruz. O yüzden adiliz.” Böyle adalet yerin dibine batsın, bu adalete karşı halkın adaleti için İslam Cumhuriyeti’nin temsilcilerine buradan sesleniyoruz: “İdamlara son verin, Kürtlere yaptığınız baskılara son verin” ve Türkiye’ye sesleniyoruz. Siyasileri idam eden, idamları meydanlarda sergileyerek idam edilenleri teşhir ederek gerçekleştiren bir ülkeyle dostluk ilişkilerinizi gözden geçirin. Ancak halkın iradesinin egemen olduğu bir devletle yakın ilişki kurabilirsiniz. O nedenle buradan herkese sesleniyoruz. “İran’da idamlar son bulsun, devrimcilere özgürlük.”
Sevgili Arkadaşlarım,
İran’a laf ediyoruz ama, bizi yöneten Hükümet ve onun yönettiği askerler Türkiye’nin Suriye sınırının hemen güneyinde gerçekleşmekte olan bir devrime karşı da silahlı bir mücadele yürütüyorlar. Daha iki gün önce, Şırnak’ın Cizre ilçesinde Rojava’nın Derik kentinden Türkiye tarafına geçmeye çalışan, silahsız, saldırısız, iki çocuğu ve eşiyle birlikte sadece sınırı geçmek, el-Kaide, el-Nusra çetelerinden kendi hayatını ve çocuklarının hayatını kurtarmak için sadece ve sadece pasaportsuz sınır geçen Sada Darwich’i kurşunlayarak öldürdüler, herkesin gözünün önünde, göstere göstere. Biz İran’dan adalet bekliyoruz ama acaba Türkiye Cumhuriyeti bu adaleti İran karşısında gerçekten temsil ediyor mu? Bundan çok şüpheliyiz. Hatta şüphe değil etmediğini söylüyoruz. O nedenle Rojava devrimine karşı Türkiye’nin Güneyde, Batıda, muhafazakarlar, gericiler, saldırgan çetelerle işbirliği yapmaya son vermesini devrimi tanımasını halkın özgürlüğünü tanımasını, sınır kapılarını geçişlere açmasını buradan bir kere daha istiyoruz. Aynı gün 14 yaşındaki Ali Özdemir de Kızıltepe’den Şenyurt’a geçmeye çalışırken aynı şekilde kurşunlandı. Dirbesiye’den Kızıltepe-Şenyurt’a geçmeye çalışırken kurşunlandı ve iki gözünü kaybetti. Şimdi Türkiye’nin içinde bulunduğu tabloya lütfen bakar mısınız? Burası neresinden baksanız hayata karşı ölümün, neresinden baksanız özgürlüğe karşı esaretin, neresinden baksanız barışa karşı şiddetin kutsandığı bir ülke haline geldi. Böyle bir ülkede yaşamak, böyle bir ülkede hayatımızı sürdürmek zorunda değiliz. O yüzden bu ülkeyi değiştirmek, bu hayatı değiştirmek hem görevimiz hem kaçınılmaz bir zorunluluk bizim için.
Bugün Türkiye’de sürüp giden bir barış ve müzakere süreci var. Daha doğrusu çözüm ve müzakere. Çünkü barışın daha eşiğine bile gelmedik ve bu süreç Kürdistan devrimci hareketinin, Sayın Öcalan’ın, Barış ve Demokrasi Partisi’nin, Halkların Demokratik Partisi’nin gösterdiği bütün çabalara rağmen herhangi bir somut sonuç vermeksizin bir buçuk yıldır askıda sallanıyor. Ve bu sürece Türkiye Hükümeti, Türk Silahlı Kuvvetleri, Savunma Bakanlığı, sınırın Türkiye tarafında bir zincir gibi ilerleyen 300ü aşkın kalekol yaparak katkıda bulunduklarını düşünüyorlar. Bir barış süreci düşünün ki geçici üs bölgeleri, seyyar üs bölgeleri, kalekollar yapılarak tahkim ediliyor olsun. Tabii ki halk bu kalekolların yapımına karşı itiraz ediyor. Tabii ki bu çatışmaya son vermiş, barışa bir şans vermek için çatışmaya son vermiş olan devrimciler buna karşı itiraz ediyorlar. Ve bu itiraza karşı devlet şiddeti ilk meyvesini verdi, ilk zehirli meyvesini verdi bir devrimci hayatını kaybetti. Meskan Dağlarındaki bir çatışmadan sonra Rojava’dan gelerek bu mücadeleye katılan Muhammed Hoşar adlı gerilla hayatını kaybetti. Barış Süreci başladığından beri verilen ilk kayıptır. Ama ilk işaret değildir sürecin aksamakta olduğuna dair. Pek çok işarete bir yenisi eklenmiştir. Ve buradan bir kere daha ben partim adına, partimiz adına, partilerimiz adına Hükümeti uyarıyorum. Barış sürecini sonuçlandırmak, çözüm sürecini hakiki bir barış sürecine çevirmek istiyorsanız güvenlik önlemlerine son verin, özgürlük önlemlerini alın ve açıklayın. Güvenlik önlemleriyle, şiddetle, zulümle bu süreci sürdürebileceğinizi düşünüyorsanız son derece yanıldığınızı söylemek isterim. Ne halk mücadeleden vazgeçmiştir, ne öncüsü mücadeleden vazgeçmiştir. Hükümete bir çözüm fırsatı, çözüm olanağı sunulmuştur. Bu çözüm olanağı istismar edildikçe başladığımız yere geri dönmek ihtimali giderek artmaktadır. Giderek pamuk ipliğine bağlı hale gelmektedir. O nedenle tekrar ve tekrar uyarıyoruz. Önlemlerinizi barıştan yana alınız, çözümden yana alınız. Cemaatle sürdürdüğünüz çatışmayı güvenceye alabilmek için başka zor güçlerine, silahlı kuvvetler içersindeki barışçı olmayan kliklere sığındığınız sürece mecbur kalacağınız önlemler bunlardır. O yüzden siz kendinize başka dost arayın. Oralardan, askerden, polisten siyasete dost olmaz. Ancak halklar barışın dostu olabilir, ancak halklarla barış yapabilirsiniz.
Elbette bir kötü haberimiz daha var, maalesef kötü haberler veriyoruz. Bosna-Hersek, Sırbistan ve Hırvatistan’daki sel felaketinden ötürü şu ana kadar en az 44 kişinin hayatını kaybettiğini biliyoruz. Onlara da başsağlığı diliyoruz. Hayatlarını kaybedenlerin yakınlarına. Bir an önce bu ülkelerin doğanın bu taşkınlarından korunabilmeleri için gerekli önlemlerin alınmasını ve bizlerin de kalplerinin kendileriyle beraber olduğunu bilmelerini istiyoruz.
Tabii bir de iyi haberimiz var her şey kötü değil. Önceki gün gerçekleşen yerel seçimler sonucunda Yunanistan’da kardeş partimiz birleşik sol partisi Syriza oyların en çoğunu alarak birinci parti haline geldi. Muhalefet, ana muhalefet partisiyken iktidar adayı bir parti hâline geldi. Tabii kriz halindeki bir ülkeyi yönetme sorumluluğuna doğru adım adım yürümek eğer bir devrimci programınız yoksa sizin felaketiniz de olabilir, bunu elbette biliyoruz. Ama Syriza’nın bu güç işin altından kalkabileceğini ümit ediyoruz. Buradan onlara dostluk ve dayanışma duygularımızla selamlarımızı yolluyoruz. Omuz omuzayız yoldaşlar. Yunanistan’da da Türkiye’de de sermayeyi ve gericiliği mutlaka ve mutlaka yeneceğiz, kapitalizme karşı zaferler dizisi bizi bekliyor.
Sevgili Arkadaşlarım,
Gündemimiz Soma. Soma’da gerçekleşen işçi katliamı, bu işçi katliamının ardındaki nedenler ve bunlara karşı neler yapabileceğimiz temel meselemiz.
Önce Soma’da ne olduğu hakkında aydınlanalım. Çünkü hala Soma’da ne olduğunu tam bilmiyoruz. Hala gerçek, tam gerçek açıklanacak. Ancak soruşturmalardan sonra, ancak araştırmalardan sonra, ancak uzun süren unutturma, öğütme, silme, karartma çabalarından sonra bir gerçeğe ulaşacağız fakat bu gerçek asla ve asla hakiki gerçek olmayacak, bu bir iktidar gerçeği olacak. Çünkü Hükümet birinci günden beri Soma’da bağımsız bir gözlem yapılmasına imkan verecek koşulları ortadan kaldırdı. Soma’ya neredeyse ilan edilmemiş bir sıkıyönetim ve OHAL ile el koydu. Görülmemiş yasaklar, Somalı olmayanların Soma’ya giremeyeceği, sırtı çantalı olanların sokakta dolaşamayacağı, yabancıların Soma’dan bir önce çıkması gerektiğine dair talimatlarla yönlendirilen polis güçleri, elleri sopalı, artık görmeye alıştığımız Adalet ve Kalkınma Partisi’nin milisleri sokaklarda gezerek, bu insanlara, Soma’ya dayanışma için gelmiş olanlara, güç gösterdiler, ocaklara yaklaştırmadılar, bilgi alınmasını önlediler ve bilginin ancak ve ancak Hükümet kanalından gelirse doğru olacağına yeminler ettiler. Ancak hala bu bilgi ortada değil. Sadece ve sadece bildiğimiz, şu an için Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı’nın verdiği bilgiye, AFAD’ın desteklediği bilgiye göre 301 madencinin hayatını kaybettiği. Ancak Soma’ya Çarşamba günü, Salı gecesi vekillerimiz gittiler, Selma Irmak ve Levent Tüzel. Çarşamba günü Eşbaşkanımız Sebahat Tuncel sabah, öğleden sonra da ben gittim. Oradaki halkla konuştuk, onları dinledik. Aldığımız bilgi, bize verilen bilgi, halkın bize söylediği, AFAD’ın ve Hükümetin verdiği sayıların kendileri için hala inandırıcı olmadığıdır, bugün dahi. Niçin bu böyledir? Çok basit bir nedenle bu böyledir. Hükümet yetkililerinin bizzat Taner Yıldız’ın verdiği rakamlar silsilesini gözünüzün önüne getirin: Ocaktaki insan sayısı, ocaktan çıkartılan insan sayısı, ocakta kaldığı söylenen insan sayısı her gün durmaksızın değişti. Hiçbir zaman ocakta tam olarak kaç kişinin bulunduğundan emin olunamadı ve Bakandan duyduğumuz en son söz, madende çıkarılmayı bekleyen 120 madencinin daha olduğuydu. Ancak daha sonra hiçbir madencinin sağ olarak çıkarılmadığını bildiğimiz, gördüğümüz, bütün basının gözü önünde, medyanın gözü önünde tek kapısı olan ocaktan bu beyanattan sonra kimse çıkarılmadığı halde bu 120 kişinin ocaktan sağ olarak çıktığı söylendi.
Tabi ki bu kadar çok fizik yasalarını, bu kadar çok görgüyü deneyi inkar eden bilgi elbette kafaları karıştırır. O yüzden hala Soma’da, köylerde hayatlarını kaybettikleri halde ortaya çıkartılmamış madencilerin olduğuna dair bir inanış var. Bu inanışı gidermek için yapılacak tek şey somut hakiki gerçeği çırçıplak ortaya koymaktan ibaretti. Ancak ne cenazeler basının gözü önünde kaldırıldı, ne cenazeler basının gözü önünde ailelere teslim edildi, ne herhangi bir işleme medya tanık olabildi, bağımsız haberciler bilgi alabildiler. O nedenle ortada şimdi sadece bir devlet gerçeği var. Eğer bu devlet gerçeği hakikaten gerçek olmuş olsaydı aslında biz hiçbir şey bilmiyor olurduk. İyi ki Soma’da birinci günden itibaren oluşmuş olan sivil kriz masası var. Bu sivil kriz masasında çalışan hukukçular, avukatlar, eğitimciler, mimar, mühendisler, sivil toplum örgütlerinden insanlar sistematik bir biçimde hakikati araştırıyorlar ve biz ne zaman ki sivil kriz masası raporlarını yayınlayacak onu Hükümetinkilerle karşılaştıracağız o zaman bir gerçek bilgiye kendimizi ulaşmış sayacağız. Ancak bu sivil kriz masasının ne kadar anlamlı bir iş yaptığını aslında karşı karşıya kaldığı devlet muamelesinden de görmek mümkündü. Cumartesi günü sivil kriz masasında çalışan avukatlar ve eğitimciler hiçbir ortada meşru gerekçe, hiçbir yasal gerekçe, hiçbir şikâyet, hiçbir ihbar olmaksızın kendilerini polis olarak tanıtan insanlar tarafından darp edilerek gözlem altına alındılar, plastik kelepçelerle kelepçelendiler, spor salonuna götürülüp meydan dayağından geçirildiler, savcılığa çıkarıldılar ve savcı ben “Ben sizi gözaltına alma emri vermedim, sizi kim gözaltına aldı” deyip onları bıraktıktan sonra serbest kalabildiler. Ama kırılmış burunlar, kırılmış parmaklar, kırılmış kollarla, örselenmiş bedenlerle oradan çıktılar. Tek kabahatleri vardı; resmi bir hakikatten gayri bir hakikati, gerçeği, halkın gerçeğini aramak, bulmaya çalışmaktı. O nedenle, bir kere daha söylüyoruz, bu sivil kriz masasının verdiği bilgiler dışında hiçbir bilgi bizim için inandırıcı olmayacaktır. O masada Halkların Demokratik Partisi’nin üyeleri de var. Birimlerimiz de çalışıyorlar, o bilgilere itimat edeceğiz.
Ancak mutlak hakikat şudur: Burada bir maden çökmüş ve bu madende işçiler hayatlarını kaybetmişlerdir. Daha birinci günden itibaren Hükümet bu “kaza”ya, “kaza” dediği şeye, bir güvenlik yaklaşımıyla yaklaşmış ve bunun gerçekte bir katliam olduğunu gizleyebilmek için oraya önce kurtarma ekiplerini, önce sağlık ekiplerini değil, önce jandarma ve polis birliklerini göndermiştir. Gözünüzün önüne getirin, bir maden kazası oluyor. Bir madende ne olduğunu eğer Hükümetseniz birinci dakikadan itibaren biliyorsunuz. İçerde yüzlerce insanın karbonmonoksit gazına maruz kaldığını biliyorsunuz—çünkü ocağı yönetenlerin ilk yaptığı iş karbonmonoksit gazına karşı kendilerince doğru olduğunu düşündükleri önlemler almaktı, bunların da bir bölümünün yanlış olduğu ortaya çıktı—Hükümete verdikleri bilgi bu olduğu halde, saatler boyunca saatler boyunca ertesi güne, Çarşamba gününe kadar ne olduğu madende Hükümet tarafından açıklanmadı. Hükümet tarafından ocaktaki işçi sayısı açıklanamadı, kaç kişinin hayatını kaybetmiş olabileceğine dair hiçbir varsayımda bulunulmadı, olayın büyüklüğü gözlerden gizlenmeye çalışıldı. Hakikati dilim dilim sunmak, büyük gerçeği, büyük fotoğrafı bir seferde vermemek, halkın tepkisini, halkın itirazlarını dilimlemek için, hakikat paramparça edildi ve sonuçta Başbakan, maden sahiplerinin yanından konuşarak halka ve dünyaya seslendi. Dedi ki: “Bu bir kazadır. Kaderde vardır. Maden işçisi ölür, madene giren öleceğini bilir. Ölebilir, bunun için telaşa mahal yok. Bu işin fıtratında vardır.” Biraz önce dinliyoruz, bir daha ağzından fıtrat lafını duymadık, duyamazdık da çünkü. Bu, Başbakanın karnesine, siciline son derece büyük bir çarpı işareti olarak kaydedildi. Silinemez bir leke artık bu sicilde yerini aldı. İşçilere, “Layığınız, kaderiniz, sizi bekleyen şey ölümdür başka bir şey değildir” diyebilen bir Başbakan işçilerin hayatları hakkında söyleyecek hiçbir lafa sahip olamayacağı için ancak ve ancak oraya işçilerin arkasında dua edecek din görevlileri gönderebilir. Oysa onların en çok ihtiyaç duydukları şey, anında müdahale, acil müdahale ve bu ocağa acil kurtarma ekiplerinin gönderilmesiydi. İlk kurtarma ekibinin ocağa girmesi, organize kurtarma ekibinin ocağa girmesi için sekiz buçuk saat geçmesi gerekti. Sekiz buçuk saat sonra orada hayatta kimsenin kalamayacağı aşikardı. Bütün bu gerçeklerin ortaya çıkartılması ancak ve ancak bağımsız, halktan yana, işçiden yana tutum alan insanların sayesinde olabilirdi ve nitekim o sayede de bugün giderek daha fazla aydınlanıyoruz. Bugün Hükümet kendi istikbali hakkında, kendi istikbali dışında hiçbir şeyi umursamaz hale geldiği için Türkiye’deki her türlü huzursuzluğu, her türlü toplumsal kıpırtıyı kendi iktidarına karşı bir tehlike, bir tehdit olarak görmektedir. Bir maden göçüğüne, burada gerçekleşen bir katliama yaklaşımı bile güvenlik esaslıdır. Halkın hakları esasına mütedair değildir. İşçileri, çalışanları, bütün toplumu kendileri için 2023 modeline, geleceğin parlak sayfalarına layık görenler işçiler için 1860’ların yaşam ve çalışma koşullarını layık gördüler. “1860’larda İngiltere’de işçiler maden kazalarında ölüyordu siz de 2014’te ölüyorsunuz layığınız budur” dediler. Hayır, işçiler buna layık değildir. Maden işçilerinin fıtratında bu yoktur. Bu sermaye sahipliğinin ve devletin fıtratında vardır. O fıtratı değiştirmek de bizim boynumuza borçtur arkadaşlar.
Şimdi biliyoruz artık karbonmonoksit zehirlenmesinden, için için yanmakta olan ocağın çökmesinden sonra ortaya çıkan karbonmonoksit zehirlenmesinden insanlar öldüler. Evet, bundan ötürü sermaye sahipleri, ocak sahipleri birinci dereceden sorumlular. Çünkü işçiler bize anlattılar. Bugün gelebilselerdi burada kendileri anlatacaklardı. Ocağın içinde ısının artığını, havanın kötüleştiğini 15 gündür biliyorlardı. Ocakta yangın olduğunu hissetmişlerdi. Ama nereden çökeceğini onlar bilemezdi. Ocağın teknisyenleri bilecekti, mühendisler bilecekti, ocak sahibi bilecekti. Ama bu ocaklarda 24 saat boyunca kesintisiz üretim peşinde olan, her kürekle birlikte kasasına altın doldurulduğu bilinciyle hareket eden sermaye sahipleri asla ve asla çalışmayı durdurmayı düşünmediler bile. Göçük ortaya çıkıp ocağın tamamı karbonmonoksitle zehirlendikten sonra görüyoruz ki gerçekler işçilerin hissettiği gibiydi. İşçilerin hislerine, işçilerin bilgisine, işçilerin uyarılarına aldırış etmeyenler Başbakanları vasıtasıyla kaza süsü verilmiş olan bu cinayeti örtbas etmeye giriştiler.
Şimdi Başbakan diyor ki: “Kim sorumluysa o ortaya çıkacak.” Biz de diyoruz ki: En önce siz sorumlusunuz. En önce sen! Araştırmaya lüzum yok. Nasıl ki Roboskî’de araştırmaya gerek yoktu, daha birinci dakikada biliyorduk Genelkurmay Başkanı’nın sorumlu olduğunu, sizin sorumlu olduğunuzu. Bu ocakta da sizin sorumlu olduğunuzu şimdiden biliyoruz. O yüzden bize demeyin “Araştıracağız, bulacağız.” İstifa diye bir müessese var. Edebilir misiniz? Edebilir misiniz? Dünyanın başka ülkelerinde bir insanın burnu kanadığında kendini sorumlu hissedip istifa eden Başbakanlar, devlet başkanları gibi? Edemezsiniz, çünkü siz yolsuzluklarınızı saklamak için o koltukta oturmaya mecbursunuz. Kendinizi Cumhurbaşkanlığı zırhıyla tahkim etmeye mecburunuz. O yüzden bir yere gidemezsiniz. Siz daha çok iktidar, daha çok zor, daha da çok zor, daha da çok iktidar sarmalına sarıldınız. İktidarınız kırılganlaştıkça ondan kopamaz hale geliyorsunuz. Ondan kopamadıkça iktidarınız daha çok kırılganlaşıyor. Göreceğiz bakalım halk bunu vicdanına sindirebilecek mi. Ben iddiaya giriyorum ki sindirmeyecek. Her şey sineye çekilebilirdi. Devlet ile çatışma halinde olduğu süsü verilerek insanların ölümleri mazur ve meşru gösterilebilirdi. Ama ekmeği için çoluk çocuğunun geleceği için … İslam inancına sahip olan insanlar, Müslümanlar bile kabul etmeyecekler, bırakın başkalarını. Çünkü, çünkü siz ancak elinizde olmayan şeylerden ötürü işi kadere bağlayabilirsiniz. Ocağı tahkim etmek kader meselesi midir? Ocağı çalıştırmak usulüne göre, kader meselesi midir. Rödövansa tabi tutmak işletmeleri, kader meselesi midir? Bunların hepsi siyaset meselesidir. Siyasetle gelen siyasetle gidecektir. Göreceğiz hep beraber.
Sevgi Arkadaşlarım,
Biz sadece bir ocaktan söz ediyoruz. Maden sektörüne baktığımız zaman Türkiye’deki sadece kömür madenleri değil, bakır madenleri, demir madenleri, yer altında çalışılarak yapılan bütün madencilik işleri aynı durumdadır. Burada kâr, daha çok kâr, daha çok kârdan başka gözetilen hiçbir amaç yoktur. Üstelik devletin de bu kâr işleminde birinci dereceden sorumluluğu vardır. Rödövans denilen usulle Türkiye Kömür İşletmeleri, işçiye yatırım yapmak derdinden kendince kurtulmuş, son iki yılda kâra geçmiş, patron ton başına üretim maliyetlerini 6’da bir, 7’de bir düşürerek kâra geçmiş, devlet ve sermaye burada açık bir biçimde iç içe geçmişlerdir. O yüzden işçilerin bu işçi cinayetlerinden kurtulmaları için devlet işletmelerinde çalışmalarının daha iyi olacağına dair bütün tezler de asılsızdır. Kapitalizmden kurtulmadıkça işçi cinayetlerinden kurtuluş yoktur. Kapitalizm ölümdür, antikapitalizm hayattır arkadaşlar.
O nedenle Sevgili Arkadaşlar, biz Başbakanın bu olayda taşıdığı sorumluluk, Maden Yasasının değiştirilmesi, Maden Yasasının özelleştirilmelere imkân verecek şekilde yeniden düzenlenmesi, işçi sağlığı ve iş güvenliği yasalarının işçi sağlığını ve işçi güvenliğini temin etmeyecek şekilde değiştirilmesinden, düzenlenmesinden, taşeron çalışmanın özendirilmesinden ötürü taşıdığı sorumluluk, bu olayda gösterdiği basiretsizlik ölümleri mazur gösterme çabaları, bütün bunları ilahi kadere bağlama çabaları dolayısıyla gensoru önergesi veriyoruz, bu hafta içerisindeki gensoru önergemiz Meclis gündemine gelecektir. Başbakanla ve bakanlarıyla, onların sermayedarlarıyla Meclis kürsüsünde de hesaplaşacağız. Görelim bakalım devlet hakikati mi gerçeğe uyuyor, bizim söyleyeceğimiz hakikat mi? Bu hakikatler aslında sendika aktivistlerinin, işçilerin, devrimcilerin on yıllardır haykırdıkları hakikatten başka hiçbir şey değildir. Bütün bunları bir kere daha gündeme getireceğiz. Bugün itibariyle araştırma önergemizde Meclise inecektir. O nedenle, Başbakanın ve onun görevlendirdiği savcıların maden ocağı sahiplerini sigaya çekmesi ne bizi, ne Soma halkını, ne de Somalı madencileri tatmin edecektir. Biz diyoruz ki; “Evet kapitalist, bu şirketi çalıştıran sermayedar başından sonuna sorumludur.” Ya onu denetlemeyen? Ya onun vahşi sömürüsüne kapı açan? Ya onun ocağını ziyaret ettiği zaman “Mükemmel bir işletme” diye onun öven Enerji ve Tabi Kaynaklar Bakanı? Ve orada uygulanan sömürü çarkının farkında olmadığını, bunu yeni fark ettiğini söyleyen Çalışma Bakanı? Elbette onlar hakkında da gensoru önergelerimiz gelecektir. Hepsi Meclisin karşısında hesap verecekler.
Sevgi Arkadaşlar,
Devlet bu olayın her anında halka yalan söyledi. Dediler ki “taşeron çalışma yok.” Bizzat bu şirketin kendisi devletin taşeronudur. Rödövans dediğiniz şey, maden arazilerinin, sahipliği devlette olan arazilerin çalıştırılarak buradan elde edilen madenlerin devlete satılması ve buradan doğan kârın bir yüzde 25 pay dışında hepsinin cebe indirilmesi demektir. Rödövans budur.
Üstelik burada katmerli bir başka taşeron çalışma vardır. Soma’da en feodal, en antik çalışma, çalıştırma usulleri kapitalist maden ocağı işletmesinin içine sokulmuştur. Dayıbaşılık rejimi, yani köylerden işçi toplama ve bunları iş sahibine taşıma ve bunun başına ücret alma, pay alma ilişkisi bu madende çalışmaktadır. Orada işçi temini doğrudan doğruya taşeronlar eliyle, yerel taşeronlar, dayıbaşları eliyle yapılmaktadır. Dayıbaşları ocakta işçi olarak görülmektedirler. Her bir getirdikleri işçinin ücretinden kesilen paylar işletme tarafından onlara verilmektedir. Dolayısıyla sömürü içinde sömürüyle bu ocak çalışmaktadır ve bir işçinin maaşı, ortalama geliri 1300 liradır. Asgari ücretin 1200 lira olduğu bir ülkede 1300 liraya günde 8 saat, 9 saat kazma sallayan insanlar ayda ancak 30 gün çalışırlarsa bu hakkı da elde edebilmektedirler. Bundan daha alâ bir kölelik düzeni olabilir mi? Bu kölelik düzenini kuran, işleten buna da mükemmel işletme diyen bir Bakan halâ bize halkın derdiyle dertlenen, onun gözyaşlarıyla gözü yaşlanan, şefkatli bir devlet adamı olarak bize anlatılıyor. Taner Yıldız’ın çalışma başladığı günden beri görevi, acıları ve kayıpları mümkün olduğu kadar parçalara bölerek, tahammül edilebilir bir hale getirmek, saldırgan bir lisan kullanmayarak baskıları, şiddeti, öfkeyi kendi üzerinden dağıtmak ve hepsini sadece ve sadece ocak sahibinin üzerine doğru sevk etmekti. Evet bu stratejinin kısmen başarılı olduğunu görebiliriz. Ama buradaki mesele bu mudur? Hükümetin bu olaydaki sorumluluğunun örtbas edilmesi midir yoksa halkın haklarının peşinde koşulması, bunun ortaya çıkarılması mıdır?
Şirket bütün bunlar olup biterken birkaç yöneticisini vererek şirketi kurtardı ve yarından itibaren işçileri çalışmaya çağırdığını işitiyoruz. Bu konuda bilgiler var. Buradan açıkça söylüyoruz. Hükümete de çağrıda bulunuyoruz. Sadece bu maden değil, Türkiye’deki bütün madenler Uluslararası Çalışma Örgütü’nün normlarına uygun bir biçime getirilinceye kadar çalışmalarını tatil etmelidirler. Bu çalışmalarının karşılığında işçilerin alacakları ücret onlara kamu bütçesinden ödenmelidir. Bu çalışmalar bittikten sonra eğer işçiler halâ madende çalışmak istiyorlarsa geri dönebilirler. Bütün bunlar 3 ay içinde, 6 ay içinde yapılabilecek işlerdir. Ama bunun için bugüne kadar işçilerin sırtından ettikleri kârlar, onların damarlarından içtikleri kan, beslendikleri alın terinden 6 ay mahrum kalacaklar ve bunun bir kısmını işçilerin yaşayabilecek, ölmeden çalışabilecek koşullara kavuşturulabilmesi için yeniden harcayacaklar. Bu kaynaklar kamu bütçesinde vardır. İşsizlik Fonu için kesilen kaynakların hepsini sermayedarlara iş kursunlar diye yönlendirmeyi bilen Hükümet, elbette kaynak bulmayı becerecektir.
Bugünden söylüyoruz. Eğer işçiler çalışma koşullarına itiraz etmezlerse, bu köleliğe boyun eğerlerse, böyle çalışmaya razı olurlarsa onları kurtaracak olan kendi kolları bile değildir. Ama bir kere itiraz edebilmek, bir kere sesini çıkartabilmek, kendi sesini işitmek, o sesin yankısıyla harekete geçmek pekâlâ mümkündür. Bundan daha haklı hiçbir mücadele olamaz Türkiye’de. Madencilik kapitalizmin en karanlık yüzünün fotoğrafını bize verir. Madenler yok olmadan kapitalizm yok olmamış demektir. En kötü koşullarda çalışma diye hafifletilen şey aslında ölüm koşullarında çalışmadır. Hiçbir işçi yaşamak için ölümü göze almaya mecbur olmamalıdır. Hiçbir aile, hiçbir çocuk babasının kendisine getireceği hediyelere sahip olmak için babasını madene gömmeye razı olmamalıdır. Böyle bir kader olmaz. Bu kaderi kabul etmiyoruz. Kapitalizmin kaderinden söz edeceksek o kader aslında tarihsel olarak yok olmaktır. Umarım bu mücadelelerin sonunda birgün kapitalizmi biz yaşarken gömdüğümüzü de göreceğiz arkadaşlar.
Elbette, kapitalizm koşullarında çalışmanın iyileştirilmesi mümkündür. Bütün bunların iyileştirilmesi için zaten tedbirler öneriyoruz. Ama hepimiz biliyoruz, kapitalizmin mantığı kar mantığıdır. Hiçbir kapitalist işçiler tarafından kuşatılmadıkça, işçiler tarafından denetlenmedikçe, işçi mücadelesi tarafından sınırlandırılmadıkça kar mantığından fedakarlık etmez. Bugün bize örnek diye gösterilen ve gösterdiğimiz ve elbette benimsediğimiz Amerika Birleşik Devletleri’nde, Almanya’da, İtalya’da, Fransa’da, Japonya’da, hatta son dönem iyileşmeleri göz önüne alacak olursak Çin’de meydana gelen bütün iyileşmeler işçilerin ölümleri pahasına verdikleri uzun mücadelelerden sonra gerçekleşti. Bütün 1920’ler, 30lar, 40lar, 50ler dünyasında verilen amansız madenci mücadelelerinin sonunda bugün madenlerde sıfır ölümle Almanya’da, çok az ölümle başka yerlerde, iş yapılıyor. Şimdi sıra bizde. Ama bizim şöyle bir avantajımız var: Zaten orada kazanılmış olan haklar uluslararası yasalara dercedilmiş durumda. O yüzden bu yasaları Türkiye’de mevzuata taşımak, bu kadar büyük, on yıllar, yüz yıllar sürecek bir mücadele gerektirmeyebilir. O nedenle işçi hareketimizin, mutlaka ve mutlaka kendi kaderini ellerine alması ve kaderini Tayyip Erdoğan’ın ellerine bırakmaması gerekiyor arkadaşlar. Başka türlü bir kurtuluş, başka türlü bir çıkış yolu ne yazık ki yoktur.
Sevgili Arkadaşlarım,
Müfettişlerin denetimlerinin usulüne göre yapılmadığından söz ediyoruz. Evet doğru söylüyoruz, müfettişlerin denetimleri usulüne göre yapılmalıydı. Ancak bugünkü koşullar altında, işletme mantığının bugünkü gibi olduğu koşullar altında, işçilerin devreye girmemesi halinde, müfettişler ne kadar namuslu olurlarsa olsunlar, eninde sonunda bürokrasi tarafından, devlet tarafından, Bakanlık tarafından kuşatılacaklardır. Çalışma Bakanlığı’nın müfettişlere verdiği talimatı biliyoruz: “İşverenlerin canını fazla yakmayın.” Bunun karşılığı işçilerin cansız kalması demek olduğu halde bu emri verebilir. O yüzden işçilerin iş yerlerini denetlemesi, iş yerlerinde işçi denetimi, işçi sınıfının, işçi hareketinin vazgeçilmez sloganı ve hedefi olmalıdır. Halkların Demokratik Partisi, bu hedefin gerçekleşmesi için işçi hareketi içerisinde icra edebileceği bütün tesiri icra etme çabası içerisinde olacaktır. İş yerinde kapıdan girdikten kapıdan çıkana kadar cereyan eden bütün süreçlerde, işçilerin söz ve hak sahibi olması, üretimin yönetimine katılması, üretimin bilgisine katılması, denetlemenin içinde olması, çalışma saatlerinin ayarlanması, çalışma saatlerinin belirlenmesi konusunda söz ve hak sahibi olmasından daha önemli birşey yoktur. Bu aslında çok basit birşeydir. İşçinin canını başkasına değil kendi örgütüne emanet etmesi demektir. Ne yazık ki bugün işçilerin örgütü olarak sendikaların ne kadar yetersiz bir halde olduğunu hepimiz görüyoruz. Televizyonlarda izliyorsunuz Soma madenindeki sendikanın sözcüsünün tutumlarını tavırlarını. Bu tutumla işçilerin hayatlarını sendika güvence altına alabilir mi? Evet, hala söyleyebiliriz, sendikalı işyerlerinde hala ölüm oranları daha düşüktür. Ama sendika var, sendika var. Eninde sonunda patronla devlet arasında bir aracı müessesesi haline gelmiş olan, devletin olduğu yerden, patronun olduğu yerden hayata bakan sendika, o madende kazma sallayan işçinin baktığı yerden artık bakamaz. O yüzden işçiler hayatlarını sendikalara da değil, bizzat kendi ellerine almalıdırlar. Ocakların yönetimine, fabrikaların yönetimine, büroların yönetimine yönetimine, gazetelerin matbaaların yönetimine işçiler gelmelidir. Evet gazeteci arkadaşlar siz de kendi çalıştığınız müesseseleri kontrolünüz altına almak için biraz girişimde bulunun. O zaman hakikatin sözcüsü olabileceksiniz. Haberleriniz çöp tenekelerine gitmeyecek. Burada bizim yaptığımız konuşmayı yapılmamış sayamayacak editörleriniz o zaman.
Halkların Demokratik Partisi’nin bütün bu kriz boyunca gösterdiği mücadeleyi yok saymak, bunu göstermemek ancak ve ancak Halkların Demokratik Partisi’nden kötü bir bağlamda söz edebilmek başarısını bu krizde de gösterdi yaygın medya. Onlara buradan sesleniyoruz. Ne kadar saklarsanız saklayın hakikati, ne kadar yalan söylerseniz söyleyin, yalanlarınız gırtlağınıza takılacak. Hakikatten daha güçlü, gerçeğin şimşeğinden daha güçlü ne var? O şimşek sizin gazetelerinizi de aydınlatacak bir gün elbet.
Sevgili Arkadaşlarım,
Kalıcı önlemler var ve mümkün. Başından beri iddia ediyoruz, Demokratik Cumhuriyet ve Demokratik Özerklik tezimiz sadece ve sadece bir idari norm değildir. Bütün bir hayatın düzenlenmesi demektir. Bugünden gerçekleştirilebilir olan hedefler içerisinde bütün maden sahalarında, maden çıkarım alanlarında, limanlarda, büyük ölçekli işletmelerin, kamu işletmelerinin bulunduğu her yerde bu işletmelerin denetimi bugünden itibaren yerel yönetimlere bırakılabilir. Yerel yönetimlerin buralarda yapacağı denetim kaçınılmaz olarak bizzat kendi hemşerileri olan, onların oylarıyla seçildikleri işçilerin karşısında ister istemez daha çok işçiden yana olacaktır. Ayrıca bütün bu imkanların sağlanabilmesi için yarından tezi yok bütün madenler, bütün hammadde üretim merkezlerinde sağlanan gelirin en az %5’inin yerel yönetimlere bırakılmasını, böylelikle yerel yönetimlerin hakikaten kendi bulundukları yerlerde hayatlarını ve çalışmalarını yönlendirebilecekleri güce kavuşmalarını sağlayacaktır. Bunların hepsi sadece bir tek kanunla yapılabilir. Bir anayasa değişikliği bile gerekmez. Bunu bugünden istiyoruz ve diyoruz ki bütün doğal kaynakların yönetimi yerel yönetimlere, bütün kentlere ve bütün ilçelere özerklik, demokratik özerklik, hem Kürdistan’a hem Türkiye’ye, hem Doğuya hem Batıya ancak ve ancak böylelikle yönetimi kendi ellerimize alabiliriz. Tayyip Erdoğan’ın insafına ya da ona mızmızlanıp mızlmızlanmayacağına bağlı olarak Kemal Kılıçdaroğlu’nun eline bırakılamayacak kadar bizimdir, kıymetlidir hayatlarımız arkadaşlar.
Sevgili Arkadaşlarım,
Bütün bu yapısal reformların gerçekleştirilmesi için bir tek şeye ihtiyacımız var. Sadece örgütlenmeye, sadece yan yana gelmeye, sadece bugün ortaya çıkmış olan bu bilinç patlamasını bir harekete dönüştürmeye. Şimdi bu bilinç patlamasını Hükümet, hepimiz görüyoruz, ideolojik aygıtlarla, dini öne sürerek denetim altına almaya, dinin kanatları altında bütün bunları birbiriyle bağdaştırmaya çalışıyor. Hangi dine baş vurursanız başvurun zalim bir patronla mazlum bir emekçiyi birbiriyle bağdaştıracak, barıştıracak hiçbir din yok. Bütün dinler emekçinin yanında olmak zorundadır. Başka tercümeler başka bilgiler aslında bu dinlerin doğuşuna bile karşıdır. Eninde sonunda dinlerin doğduğu yere bakın, hep yoksulların arasından doğmuştur. Çünkü bu dünyanın külfetlerine karşı ancak sığınabilecekleri bir örgütleri yoksa bir semavi güce yüzlerini dönmüşlerdir. O yüzden bütün dinlerin temelinde yoksulların sefaletten, zulümden, bu dünyanın kalpsizliğinden kurtuluş özlemi yatar. Bize patronları savunmak için dini gösterene dindar insanlarımızın şu cevabı vermesi gerekir: Bizim peygamberimiz senin patronundan yana değil burada çalışan emekçiden yanadır diyebilmelidirler. Amma ve lakin oraya kadar bile gitmeye gerek yok. Çünkü bu dünya işi, bu ahiret işi değil. Bu dünyada halledilebilecek mesele. Adaletin bu dünyada halledilmesi, bu dünyada gerçekleşmesi lazım gelir. Ama aslında Tayyip Erdoğan’la el-Kaide arasında sanki bana sorarsanız hiçbir fark kalmamış gibi. El Kaide herkesin öte dünyada mutlu olacağını düşündüğü için hem kendilerini hem karşı karşıya olduklarını öte dünyaya göndermek için çalışıyorlar. Tayyip Erdoğan da işçileri öte dünyaya göndermeye, kendisi de bu dünyanın nimetlerinden istifade etmeye çalışıyor. Ama eninde sonunda, Tayyip Erdoğan için de el-Kaide için de işçiler sadece cennete gidebilirler. Bu dünyada onlara bir cennet olmayacak. Öyle mi? Hayır bu dünyada bir cennet kurmak mümkündür Halkların Demokratik Partisi işçilerin en çok bunu hak ettiklerini düşünüyor. Öbür dünyada nereye gidip gitmeyeceği herkesin kendi bileceği, kendi ameline bağlı olan bir meseledir.
O nedenle biz, halklarımıza kendilerine her mağduriyetlerinde bunun Allah’ın takdiri olduğunu söyleyenlere, şu soruyu Tayyip Erdoğan’a sormalarını istiyoruz: Madem Allah’ın takdiriyse, madem kaderse, 1500 koruma almadan benim gibi şu Kızılay’da bir yürü göreyim bakayım alnını karışlayayım senin.
Çok isterdik ki, Somalı madenciler burada olsun. Onlara vekaleten biz söylemeyelim, onlar kendi başlarından geçeni ve geçecek olanı sizlere anlatabilsinler. Ve şunu söyleyebilirim: Aslında her bir madenci, konuştuğumuz herkes, başına neyin geldiğini, hayatına neyin hükmettiğini, niçin bu durumda olduğunu hepimizden iyi biliyor. Onlara başlarına neyin geldiğini anlatmaya hiç lüzum yok. Onlara, bu başlarına gelmiş olan, başlarına çökmüş olan, bu lenduhadan, bu devlet ve sermaye ittifakından nasıl kurtulacaklarına dair bir yol göstermek, en önemli mesele o. Halkların Demokratik Partisi’nin o nedenle, bu emekçiler arasında her gün bıkmadan usanmadan çalışması gerekir. Biliyorsunuz çalışmaya başladığımızda bize Gladyo, kontrgerilla kapıyı gösterdi. Karadeniz’e giremezsiniz, Ege’ye giremezsiniz. Ama ne zaman ki biz bu felaketin yanında, birinci dakikadan beri işçilerin yanında olduk, onlar gözleriyle gördüler bizi, bizden daha kıymetlileri yoktu. O yüzden halktan korkmayın arkadaşlar, halk size hiçbirşey yapmaz, devrimcilere hiçbirşey yapmaz. O bize saldıranlar halk değil, onlar gladyoydu. Halk kucaklarını açmış sizi bekliyor. Derhal herkes, madenlere, fabrikalara, köylere, halkın arasında çalışmaya, onları kurtuluş mücadelesi için örgütlemeye! Bu felaketten çıkartacağımız en önemli ders budur. Halklarımızın kurtuluş mücadelesine eşlik etmek, onların yaşadığı koşullarda yaşamak, onların çalıştığı koşullarda çalışmaktan ibarettir yapacağımız. Eğer böyle olursa, eğer bütün bunları yapabilirsek elbette hak ettiğimizi alacağız. Hak ettiğimiz şey: Tayyip Erdoğan bize ölümü layık görüyor, biz ise yaşasın hayat, yaşasın özgürlük diyoruz.
Hoşça kalın Arkadaşlar.
Yorum yazabilmek için oturum açmalısınız.