Amerika’nın ipiyle kuyuya inenler oradan hiçbir zaman çıkamayacaklardır ama biz halkların özgürlüğü mücadelesinin ortağı olarak Türkiye’ye özgür ve müreffeh bir gelecek vaat ederken sadece bir hayali değil gerçekleşecek bir ihtimali ifade ediyoruz.
Herkese iyi günler hoş geldiniz sevgili arkadaşlar grubumuza. Rojbaş hevalno
Bugün Türkiye’nin karşı karşıya kaldığı en derin bunalımlardan biriyle hükumet yüz yüzeyken grup toplantımızı yapıyoruz. Gerçekten de Türkiye’de iktidar mücadelesi kızıştıkça bunalım çözüme kavuşacak yerde, tam tersine bu iktidar mücadelesinden de köklenen yeni patlamalarla su yüzüne vuruyor. Bu bunalımın tabii ki dolaysız faili Adalet ve Kalkınma Partisi hükümeti, onun zıvanadan çıkmış, hiçbir rasyoneli kalmamış olan iç ve dış politikası. Bunalımın son büyük görünümünü hepimiz yakından izliyoruz: Türkiye’nin Musul konsolosluğunun Irak ve Şam İslam Devleti kısa adıyla IŞİD militanları tarafından ele geçirilmesi ve bundan çok daha da önemlisi Adalet ve Kalkınma Partisinin toprağının, sınır ötesindeki toprağının işgali, bayrağının indirilmesi karşısındaki büyük çaresizliği. Hükümet “bu herhangi bir terör saldırısıdır” diyerek geçiştirme eğiliminde; medyayı, muhalefet partilerini sessizliğe davet ediyor ve bunun için de gerekçe olarak kurtarma çabalarını gösteriyor ama bence böyle geçiştiremeyeceğimiz, böyle susarak kabullenemeyeceğimiz kadar vahim. Bu, bir devletin başına gelebilecek en vahim tablolardan bir tanesi. Amerika Birleşik Devletlerinin Tahran’daki büyükelçiliği 1970’lerde İran İslam Devrimi sonrasında devrimciler tarafından ele geçirildiğinde bile bu kadar ağır bir kriz değildi Amerika Birleşik Devletleri için, Çünkü bu bir devrim sürecinde karşı karşıya gelinen bir şeydi. Oysa burada, Irak toprakları içerisindeki olağan temsilcilik, olağan gibi görünen bir durum sürerken ele geçirildi ve Türkiye şimdi artık bu bunalımla karşı karşıya. Adalet ve Kalkınma Partisi hükümeti bu darbenin vahametini bize göre henüz idrak edememiş gibi gözüküyor. Ama şöyle söyleyebiliriz. 12 Haziran’dan bu yana Türkiye, Irak Şam İslam Devleti’nin rehinesidir Irak ve Suriye dış siyaseti bakımından, IŞİD ne isterse o olacaktır veya AKP onu neye razı edebilirse o olacaktır. Öyle görünüyor ki Türkiye konsolosluk personelini gözden çıkarmaksızın ya da son derece yüksek bir siyasi bedel ödemeksizin bu vesayetten kurtulamayacak büyük bir açmazla yüz yüze. Türkiye’nin bu krize yol açan bölgesel siyasetinin gerisinde Davutoğlu-Erdoğan ikilisinin karşısına koydukları bölgesel dış politika parametreleri var o da Birinci Dünya Savaşı öncesi Osmanlı hakimiyeti altındaki topraklara yeniden hakim olma hırsı ve iddiasıdır. Referanslarını bütünüyle geçmişten alıyor bu hırs ama bunun yanı sıra öylesine zaman dışı ki aradan geçen zamanda Arap dünyasında bir uluslaşma süreci hiç olmamış gibi Kürt halkı kendi varlık ve kimliğinin idrakine büyük mücadeleler sonucunda derinlemesine varmamış gibi. Aslında bu Arap ülkelerinin milli kimliğinin köşe taşı Osmanlı sultasına karşı verilen ulusal kurtuluş mücadeleleri değilmiş gibi onlara din ve mezhep eksenli bir siyasetle yaklaşabileceğini, onlarla böyle bir yeni hegamonik ilişki kurulabileceğini umageldik.
Şimdi biz öyle diyebiliriz ki bu dış politika Ortadoğu gerçeklerinden uzak. Şimdi tabi Erdoğan ve Davutoğlu’nun Ortadoğu’yu bir köpeksiz köy gibi görmelerinin bir sebebi de var, durup dururken bu hayale kapılmış değiller. Amerika Birleşik Devletlerinin Çin ve Rusya karşısındaki nispi güç kaybı, Avrupa’nın ekonomik kriz dolayısıyla Ortadoğu topraklarındaki etkinliğini nispeten sınırlamış olması. Onlara Osmanlı devletinin topraklarını batı ülkeleri arasında pay eden gizli Sykes-Picot anlaşmasının çizdiği sınırların artık önemsizleştiği duygusuna kaptırıyor. Bunun bu kararda büyük payı var. Kabul edelim ki, Irak, Suriye, Ürdün, Lübnan, İsrail, Körfez ülkeleri bunların sınırlarının esasen doğal tarihsel sınırları olmayıp Birinci Dünya Savaşı sonrası güç ilişkilerinin ürünü olduğu bir gerçek ama o ülkelerin halklarının hayali, hiçbir zaman bu sınırları değiştirerek Osmanlı sultasına geri dönmek olmadı. Tam tersine bu sınırlar içerisinde bir Arap modernleşmesi gerçekleşti. Bu Arap modernleşmesi 1960’lar boyunca Suriye, Irak ve Mısır’ı son derece büyük bir toplumsal hareketlilik içerisine soktu ve buralarda eskiden yok idiyse şimdi artık kendi devletleri eliyle inşa edilmiş uluslar oluştu. Ancak bunların hepsinin ortak karakteri Türkiye, Suriye, Irak ve tabi buna İran’ı da katalım, en önemli ortak karakteri, kendi ulusal egemenliklerini Kürtlerin toprakları üzerinde ve Kürt halkının dört parçaya bölünmüş varlığı üzerinde bina etmeleriydi. O nedenle birbirleriyle genellikle iyi geçindiler, sıra Kürtlere gelince hepsi ortaklık kurmada çekinmediler ama bir bölgesel rekabet sürdü gitti. Tabii bu modernleşme aynı zamanda ona bir despotik rejimin eşlik etmesine de yol açtı çünkü yukarıdan aşağıya bütün modernleşme girişimleri Türkiye’nin tarihinde de görüldüğü gibi kaçınılmaz olarak bir toplum mühendisliğini, bir ulus inşasını bunun için de rızanın değil zorun başat ilke olmasını gerektirir. Türkiye’de Sykes-Picot’nun geçerliliğini düşündüğü koşullarda aslında bütün bu uluslaşma süreci boyunca Amerika Birleşik Devletlerinin ortaklığını yapmaktan başka bir iş yapmamış olan stratejik anlamı, Amerika Birleşik Devletleri’nin bölgedeki hakimiyet ortağı olması olan dinsel muhalefet hareketlerini şimdi kendi ortağı olarak devralabileceği ümidine kapıldı ve Arap Baharı ile birlikte ya da biz ona “Arap isyanları” diyoruz, Arap isyanları ile birlikte kendisi için gün doğduğu hayaline kapıldı. Bugün Türkiye dış politikasını çıkmaza sokan işte bu hayaldir. Bu hayalledir ki Türkiye, sözünü ettiğimiz bu uluslaşma süreçlerinin anlamı üzerine derinlemesine durmadan Esad rejiminin bir günde hemen çökertilebileceği ümidine kapılarak, Başbakanın kendi ağzında Emevi Camisinde orada namaz kılma hayallerini ifade ederek, Suriye’deki rejimin bir an önce yıkılması için ellerine geçen bütün güçleri desteklemekten uzak durmadı, tabi bu desteği verirken de esasen bunun mezhebi bir destek olması kaçınılmazdı, Türkiye hem bölgede hem Suriye’de eline geçen bütün imkanlarla birlikte Suriye rejimine karşı seferber olmuş bütün çeteleri ayrımsız destekledi. O nedenle bugün Türkiye’nin IŞİD’ den şikayet etmeye herhangi bir hakkı yok, IŞİD dediğimiz şey bizzat bir Türk imalatıdır onların Suriye’de kök salmaları için elden geleni yapmıştır Türkiye, El Nusra cephesi aynı şekilde bir Türkiye imalatıdır, o kadardır ki bir önceki İç İşleri Bakanı Muammer Güler’in imzası ile Hatay Valiliğine yazılan genelge ellerden ellere gezmektedir. Açıkça İç İşleri Bakanı hiçbir şeyden çekinmeksizin bunun ortaya çıkabileceği ihtimalinden bile çekinmeksizin, aslında Amerika Birleşik Devletlerinin terör listesinde birinci sıralarda yer alan El Nusra militanlarının nasıl desteklenmesi gerektiğine dair valiliğe teminat vermektedir. Diyanet İşleri lojmanlarında bunların yatırılması, MİT’in uygun göreceği yerlerde misafir edilmesi, Hatay üzerinden Suriye’ye geçişlerinin temin edilmesi konusunda gereken bütün ihtimamı gösterdiğini söylemektedir. Aslında Başbakan, kendisi bu konuda İç İşleri Bakanından çok daha patavatsız olduğunu biliyoruz, bugüne kadar bir tır dolusu askeri yardımı bölgeye aktardığını söyledi. Şimdi Dış işleri Bakanı işler sarpa sarınca muhalefeti ziyaret etmek ihtiyacı duydu, grubumuza geldi. Bize şu açıklamalarda bulundu. Dedi ki: “Biz başından beri IŞİD ile hiçbir ilişki kurmamışız”. “Neyle kurmuşuz” “ Özgür Suriye Ordusu’yla.” Peki, Özgür Suriye Ordusu’nun yüzde 70’ini kim oluşturuyor? IŞİD, El Nusra diğer El Kaide grupları. Türkiye’nin Özgür Suriye Ordusu dediği yerde bir avuç rahatına düşkün Batıcı, Amerikancı, eski Suriye Ordusu subayı vardır, bundan Rıfad El Esad denilen Türkiye’de ikamet etmektedir, mülteciler için hazırlanmış olan kamplarda kalmaktadır, oradan askerlerini, çetesini idare etmektedir bunun dışında geri kalanların neredeyse tamamına yakını şu ya da bu radikal İslamcı hizbin üyesi, cihat için Suriye’ye toplanmış aslında hedeflerinde bir yeni Suriye, özgür Suriye, İslamcı bir Suriye bile kurmak olmayan herkesi öte dünyaya yollayarak bu dünyayı kötülüklerden temizleme azminde, herhangi bir biçimde İslami hars İle ilişkilendirilmeyecek bir fanatizm ile meşgul topluluklardır. Türkiye’nin sarıldığı yılan denize düştüğünde bu oldu. Şimdi, ama sonunda aynı Irak ve Şam İslam devleti ki bu da yanlış söyleniyor Irak ve Şam değil Irak ve Levant onların söylediği, yani tüm neredeyse Batı Suriye’yi kapsayan Irak ve Suriye’de ortak hakimiyet hedefi güden esasen İslamcılığın yanı sıra bir kavimiyetci bir grupla karşı karşıya kaldı. Şimdi Dış İşleri Bakanı bize ziyaretinde dedi ki: “Biz aslında çok önceden bunun farkına vardık, istikrarsızlığı gördük, ayın 8’inde boşaltın dedik ama gelen haberleri geriye doğru taradığımız zaman aslında istikrarsızlığın çok önce başladığını IŞİD’in hem sınırın Suriye tarafında hem Irak tarafında çok büyük bir hareketlilik içerisinde olduğunu ve Dicle’ye doğru ilerlediğini görmek, haber almak mümkün. Ben Türkiye’nin temsilcilerine de bu bilgileri verdiklerini tahmin ediyorum. Ancak hükümet IŞİD ile kendisini o kadar yakın, o kadar iç içe, o kadar aynı davanın, aynı savaşın ferdi sayıyor ki onlardan herhangi bir biçimde kendisine yönelik bir davranış geleceğini ummadığı için burada gafil avlanmıştır ve Dış İşleri Bakanı’nın da bize yönelik bütün gayreti aslında Dış İşleri Bakanlığının bütün olacakları önceden gördüğüne bizi ikna etmekten ibaretti fakat onun anlattıklarını gerçeklerle karşılaştırdığımız zaman bizim vardığımız sonuç onların IŞİD ile herhangi bir biçimde karşıtlık içinde olmadıkları, Amerika Birleşik Devletlerinin zoruyla sanki onlara yardım etmiyormuş gibi yaparak işbirliğini sürdürdükleridir. Fakat bu işbirliğinin gerisinde Suriye’yi Esad rejiminden kurtarmaktan çok, güç dengeleri değiştiğinden beri, Rojava’yı özgürlüğünden etmek, özgürlüğüne kavuşmakta olan Rojava’yı yeniden esaret günlerine döndürmek için bu çeteleri Kürt özgürlükçülerinin üzerine Batı Kürdistan’da yollamak vardır. O nedenle biz IŞİD ile Türkiye arasındaki ortaklığın, El Nusra ile Türkiye arasındaki ortaklığın artık Esad rejiminin kısa vadede devrilemeyeceği açıkça ortaya çıktığından beri Kürt Özgürlüğünü boğmak üzere Türkiye’nin bir dış politika aparatı olarak çalıştığını görebiliriz. Ancak her zaman evdeki hesap çarşıya uymaz, yanlış hesap Bağdat’tan döner, burada da Musul’dan dönmüştür, çünkü onlar Irak Şam İslam Devleti grubunun kendi kontrollerinde olabileceğini, kendilerine büyüklük vehmettikleri bütün dış politikalarına kibir hükmettiği için onların da kendi dinamikleri olduğunu, kendi momentumlarıyla orada bir zemin kazanabileceklerini hiçbir zaman öngörmeden o işbirliğini sürdürdüler şimdi Türkiye’den aldığı yardımlarla birlikte Irak Şam İslam Devleti Türk dış politikasının bölgedeki bir rakibi haline gelmiştir.
Kürtler konusunda hepsi beraberdirler, Maliki rejimi de, IŞİD de, Haşimi de Türkiye’de ancak mesele kendi hakimiyetlerine gelince birbirlerinden ayrılmaktadırlar. O nedenle bu düzensiz, disiplinsiz, tarihin kendisine açtığı fırsat pencerelerini yorumlamaktan yoksun cahil ve önyargılı ve öyle olduğu kadar da kibirli dış politikanın batağa saplandığını hep birlikte görüyoruz. Şunu söyleyebiliriz: Sykes-Picot’nun geçersizleşmesi, sınırların erimesi Türkiye’ye sonsuz fırsatlar sunmuyor. Türkiye için sunduğu bir tane fırsat vardır. O da bütün bu çatışkı ortamında bir özgürlük penceresi olabilmek, Kürt halkının özgürlüğünü tanıyarak onunla kurduğu ilişkiler içerisinde kendisini bölgedeki büyük kargaşalıklardan koruyabilmek için burada bir istikrar rejimi sağlayabilmek. Ancak ben kısa vadede bunun görülebileceğini, görülmüş olabileceğini düşünmüyorum. Oysa Kürdistan Özgürlük Hareketi bütün bu geleceği herkesten iyi, çok daha önceden okuduğu içindir ki sadece Kürt özgürlük mücadelesine altında yaşadığı devletlerin her birinde demokratik rejimler için mücadele etmek, onların yanı sıra kendi özerklikleri için mücadeleyi de onun en başına koymak hedefini verdiği içindir ki bugün kimsenin toprağı üzerinde hak iddia ediyormuş gibi görünmeksizin kendi topraklarını birleştirmek, bunları manen ve siyaseten birleştirebilmek bakımından son derece önemli bir perspektif sundu.
O yüzden şunu söyleyebiliriz. Sykes-Picot rejiminin bölgede çöküyor olmasının biricik muzaffer unsuru önümüzdeki on yılın bize göstereceği gibi Kürtler olacaktır, Kürtlerin özgürleşmesine eşlik edenler ister siyasi parti olsun, ister devlet olsun, ister sosyal hareket olsun geleceğe güvenle bakacaktır. Tabi ki bu Kürtlerin işinin kolay olduğu anlamına gelmiyor. Bugüne gelinceye kadar verilen kayıpların bir listesine kısaca baksak, hepimiz göreceğiz ki sadece Türkiye’de 40 binden fazla hayat, Irak’ta 10 binlerce hayat, Suriye’de binlerce hayat şu son 10-15 yıl içerisinde koptu gitti. Ama buna karşılık özgürlükçü, demokratik, seküler bir yeni toplum inşası bakımından bölgenin en kararlı gücü olarak Kürtler ortaya çıktı. Rojava’ya bakın orada göreceğiniz örnek size Türkiye’deki bütün yerel örgütlenmeler için muazzam bir örnek sunacaktır. Üstelik buradaki özgürlükçülük, buradaki sekülerlik hiç de Türkiye’nin kendinde olduğunu varsaydığı laiklik gibi değildir. Bu, toplumsal İslamı bütünüyle meşru kabul eden, onun hak ve yaşantısına hiçbir şekilde karışmayan ama devlet işlerinden dini tamamen uzaklaştıran ve bunu da uzlaşıyla yapan yepyeni bir uygulamadır. O açıdan Türkiye’nin kadim laikliğine karşı bu yeni sekülerlik son derece önemli bir gelişme avantajı sağlıyor. O yüzden Türkiye zaten Rojava’da toplam olarak Kamişlo ve Afrin’deki 300 bin insanın öz yönetiminden Amerika Birleşik Devletlerinden korktuğundan daha fazla korkuyor, bence haklıdır, özgürlük ateşi bulaşıcıdır, bir kere başladı mı her yeri tutuşturur, biz de istiyoruz ki tutuştursun, Türkiye Kürdistanı’da Güney’de bu özgürlük ateşinden nasibini alsın. Bu nedenle Halkların Demokratik Partisi bu dış siyasetin karşısına bütünüyle Kürt halkının özgürlüğünü birincil dış politika hedefi haline getiren, halklar arasında eşitlik ve kardeşliği esas alan, hegemonyacı, ulus devletçi olmayan bir dış siyasetin takipçisi olacaktır. Kürtler Türkiye’de elbetteki özgürlük hareketinin yolunu takip eden Kürtler belki de Türkiye’nin bu manada tırnak içinde en az Kürtçü olan akımıdırlar. Onlar kendi yaşadıkları topraklarda diğer halklar, diğer uluslar hakim inanıştan farklı inanışlara mensup olanların hak ve özgürlüklerini tanıdıkları nispette kendi etkinliklerini ve siyasi iradelerini durmaksızın çoğaltan bir rol oynadılar. O yüzden şimdi Suriye’de Rojava Kürdistan’ının kantonları özgürlük arayan Baas’ın saldırganlığından da, El Nusra çetelerinin katliamlarından da kaçan Hıristiyan Arapların, Sünni Arapların, Nusayri Arapların da sığındığı, Ermenilerin, Ezidilerin, Yahudilerin de sığındığı kendilerine bir özgürlük ve özerklik dinamiği buldukları yepyeni bir ülke olarak aydınlanıyor.
O nedenle biz dış politikamızın en önemli ekseninin bu köktendinci çeteler olmayacağını, Kürt özgürlük hareketi olacağını ama öte yandan ister Maliki rejimi olsun ister Esad rejimi olsun hakim mezhepten olmayanlara karşı girişmiş olacağı, olduğu her türlü baskının da elbette karşısında olacağımızı açıklıyoruz. Ama bütün bunlar o ülkelerin halklarının kendi yapacakları işlerdir. Onlar nam ve hesabına hiç kimse ne uygarlık, ne özgürlük ne din taşıyabilir başka bir ülkeye, halkların kurtuluşu ancak kendi kollarının eseri olacaktır. Bizim dış politikamızın da temel ekseni budur. Şimdi Adalet ve Kalkınma Partisi girdiği bu çıkmaza bizim uyarılarımıza rağmen bunları dinleye dinleye girdi. 2014 te 2013 te Barış ve Demokrasi Partisi Eş Genel Başkanı Sayın Selahattin Demirtaş’ın uyarıları apaçık. “Suriye’deki felaket adım adım Türkiye sınırları içine taşınmaya çalışılacak” demişti. “Çeteleri destekleyen Türkiye kendi kazdığı kuyuya düşmekle karşı karşıyadır” demişti 2014’de. Ben şahsen partimizin Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisindeki temsilcisi olarak Avrupa Konseyi üyesi devletlerin ve Amerika Birleşik Devletlerinin Türkiye’nin arkasını sıvazlamalarını yakın bir zafer umuduyla sıvazlamalarının ne kadar büyük bir felakete yol açacağını, Türkiye’nin bu aymazlığa düşmemesi uluslar arası toplumunda Suriye’ye rejim ihracından vazgeçmesi konusunda defalarca uyardım, uyardık. Akılsız başın cezasını ayaklar çeker. Şimdi çeksinler bakalım. Şimdi konsolosluğu geri kazanmalarını, konsolosluk mensuplarını kendi bildikleri yoldan geri getirmelerini umalım. Umarım böyle bir yol vardır. Vardır inşallah çünkü oradaki insanlar bu politikayı kuran kişiler değil bunun sorumluluğunu taşımıyorlar, bir an önce ülkeye, ailelerinin yanına dönmelerini isteriz.
Mesele bununla bitecek gibi değildir. Şu an görünen o ki, Irak bütün bu basınçlar altında üç parçaya ayrışmak üzeredir. Amerika Birleşik Devletlerinin gözetimi altında yeni şekillenmeler olacaktır. O nedenle Türkiye’nin hem sol, sosyalist, ilerici, demokrat, özgürlükçü kesimleri, hem Kürt halkımız bu gelişmeleri dikkatle izlemek, her hamleye bir hamleyle karşılık vererek Kürdistan’ı bölgenin en önemli özerklik dinamiği, Türkiye’yi de bu özgürlük dinamiği ile bütünleştiği nispette kendisine yeni bir özgür hayat yaratabilecek, yeni bir toplum haline getirmek için çaba göstermek zorundadır. Açıkça konuşmamız gerekir ki artık eski düzene dönülmesi olanaksızdır, yeni bir düzen kurulacaktır bu yeni düzenin nasıl olacağı meselesi bütünüyle Türkiye’nin politik güçleri kadar Ortadoğu’nun politik güçlerinin gelecek tasavvurlarına bağlıdır. Amerika’nın ipiyle kuyuya inenler oradan hiçbir zaman çıkamayacaklardır ama biz halkların özgürlüğü mücadelesinin ortağı olarak Türkiye’ye özgür ve müreffeh bir gelecek vaat ederken sadece bir hayali değil gerçekleşecek bir ihtimali ifade ediyoruz ve Adalet ve Kalkınma Partisi’nin dış politikasına karşı Mecliste bir genel görüşme açılması isteğimizi de ileriye süreceğiz, öyle konuşmaktan kaçarak “rehine kurtarıyoruz bunları konuşmayalım” diyerek esas meseleleri konuşmaktan çıkamayız, rehinelerin hayatını hepimiz gözetiriz, nasıl konuşacağımızı biliriz ama büyük meseleleri konuşmadan da bu işin içerisinden çıkamayız.
Kaç gün şans veriyor IŞİD Türk diplomasisine? Bir hafta mı, 10 gün mü, 30 gün mü, 90 gün mü? 90 gün boyunca kendi memurunu esaret altında bırakacağı bir perspektifi var mı? Veya başka ne kadar? Bizim açık kanaatimiz odur ki IŞİD’in keyfi nasıl isterse öyle yapacaktır. Çünkü şu an için genel konseptin dışında herhangi bir biçimde uluslar arası meşruiyet peşinde koşmayan bir hareketin Türk devletinin ricalarına kulak asacağını ya da özgürlüğü öte dünyada arayan bir akımın Amerika Birleşik Devletlerinin bombalı tehditlerinden korkacağını sanmak saflık olur o yüzden Türkiye ne yapıp etmeli bir an önce Irak’ta olsun, Türkiye’de olsun Kürt özgürlük mücadelesiyle yeni bir özgürlük alanı açmak için diplomasisini kökten değiştirmelidir. Bunu Tayyip Erdoğan yapabilir mi? Doğrusu iç politikaya baktığımızda bunun olmayacağını hep birlikte görüyoruz.
Daha dün Adana’da bir çocuk, kafası ses bombası ile patlatılarak öldürüldü Lice olaylarını protesto ettiği için, ondan iki gün önce Tarsus’ta polisin kovalamasından kaçarken tam olarak bilinemeyen bir biçimde, acaba önceden öldürüldü ırmağa atıldı mı, ırmağa düştü boğuldu mu? bilmiyoruz. Orada bir başka genç hayatını kaybetti. Lice’de iki insan hayatını kaybetti. Ramazan Baran ve Baki Akdemir, Tarsus’ta Rıza Bayram’ı, Adana’da İbrahim Aras’ı kaybettik. Sadece son 4 gün içerisinde 4 hayat yok oldu. Adalet ve Kalkınma Partisinin Kürdistan iç siyaseti dolayısıyla özgürlükleri tanımamak, kalekol yapımına inşasına devem etmek, bunda inat etmek ve buna karşı direnenlere öldürücü bir biçimde saldırmakla 4 insanın hayatına mal oldu. Daha önümüzdeki günlerde ne olacağını bilmiyoruz, kriz arttıkça tabanı daralan bir rejimin giderek saldırganlaşacağı malum olduğu için önümüzdeki günlere bir özgürlük hevesiyle, umuduyla bakamıyoruz. Başbakan’ın konuşmalarını dinlediğimiz zaman, partinin siyasetini izlediğimiz zaman İç İşleri Bakanlığının uygulamalarına baktığınız zaman gördüğümüz şey aynıdır. Kürt halkına sadece ve sadece bir din kardeşliği vaadiyle bir insaf önermesi ama gerçek özgürlüklere sıra geldiğinde eveleme, geveleme deve kuşu kovalama. Şimdi böyle bir siyasetin karşısında halkın baş kaldırarak, itiraz ederek bu gelişmenin yolunu açmak için çaba göstermesinden daha anlamlı bir şey olmayacağı için önümüzdeki günlerin daha çok gerginliğe gebe olduğunu öngörebiliriz.
Şimdi biz bu marifetlere, bu iç ve dış siyasete sahip ve bunun baş mimarı –mimarın bir düzeni, nizamı olur burada bir mimarlıktan da söz edemeyiz- baş karıştırıcısı diyebiliriz bu kargaşanın. Olan kişinin Türkiye Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanı olmasından ne gibi bir menfaatimiz olacağını bütün Türkiye’ye sormak istiyorum. Ne gibi bir menfaatimiz olabilir? Bu aklın Türk devletinin başına çıkması bugün olduğundan onu daha mı makul bir insan haline getirir? Yoksa güç fetişizmi ile zıvanasından çıkmış bir zihin daha çok yetkiyi ve daha çok gücü eline geçirdiğinde aslında olmayacak hayallerin peşinde koşmaya daha mı teşne olur? Böyle bir kudreti elde eden bir kişi bugün daha sınırlı bir kudretle özgürlüklere, halkların eşitliğine, işçilerin sömürüden kurtulma mücadelelerine, kadınların özgürlük mücadelesine, aydınların bilim ve bilgi peşinde koşmalarına olduğundan daha mı az düşman olacaktır? Bizce bunların hiçbirisi olmayacaktır. O nedenle Tayyip Erdoğan’ı cumhurbaşkanlığı köşkünde görmek istemiyoruz, ona hiçbir şekilde halkımızın destek vermesini istemiyoruz, Suriye siyasetine, Irak siyasetine bakın, iç politikasına bakın, Soma’daki katliama karşı tavrına bakın, Gezi isyanı karşısındaki tutumuna bakın, başınıza gelecekleri şimdiden görebilirsiniz. Böyle bir kişinin cumhurbaşkanlığı Türkiye için hiçbir şekilde esenlik kaynağı olmayacaktır.
Peki karşısında ne var? Karşısında bunu eğer benzetebilirsek Karagöz Hacivat oyunundaki Karagöz karakterinin karşısına bir Hacivat karakteri çıkarılmıştır. Yani çok dil bilen, kibar, gözlüklü, ak saçlı, terbiyeli Hillary Clinton’un kendisini çok sevdiği, Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı’nın söylediğine göre letafeti olan bir insan. Peki bu letafet, zarafet, nezaketin arkasında ne var? Bunun arkasında AKP’nin deminden beri eleştirdiğimiz dış siyaseti var. Suriye siyasetine karşı İslam Kalkınma Örgütünün başındaki kişi olarak bir tek kez ağzını açmış mı bu kişi? Demek ki Cumhuriyet Halk Partisi bu siyasete ortak olmak istiyor. Irak siyasetine karşı bir tek kez ağzını açıp bir şey söylemiş mi? Hayır. Bir tek kez Türkiye’de ezilen mezhepler, ezilen inanç grupları, ezilen milliyetlerin hakları ile ilgili bir tek kelime söylemiş mi? Hayır. Duymamışız. Aslında aynı dünyanın iki kutbu. Karagöz ile Hacivat niçin oynatıldıkları zaman herkesi kahkahaya boğarlar? Çünkü aynı alemden oldukları halde birbirlerine zıtmış gibi yaparlar da ondan. Daha başlangıçta gülünçtür bu.
O nedenle sevgili arkadaşlar Sayın Kılıçdaroğlu bize yaptığı ziyarette, söylediklerimizden hiçbir şey anlamamış olduğunu ya da hiç zaten anlamayacak olduğunu bu seçimiyle ortaya koydu. Biz ona dedik ki; halkların kardeşliğine, halkların eşitliğine değer veren, kadınların özgürlüklerine değer veren, emeğin özgürlüğüne değer veren, barış ve çözüm için mücadeleye talip olacak ve bunu gerçekleştirecek, Türkiye’de yürümekte olan ya da başlamış olan çözüm sürecini derinleştirecek bir kişiliğe, şahsiyete bunları kendinde ima edecek birine biz destek veririz, bunun kimin adayı olduğuna bakmayız, biz de bir aday göstereceğiz, sizinkini görelim. Şimdi gördük. Allah’la çok içli dışlı bu arkadaşlar. Ben de o yüzden soruyorum; Allah’ınızı severseniz bu söylediğimizin hangisine benziyor? Hangi değere ortak, hangisine ortak olabilir? Besbelli eşine kötü muamele etmediğini anlıyoruz, hakkını yemeyelim zorla başını kapattırmadığını görüyoruz ama Türkiye hakikaten bunu mu merak ediyor? Ya da Adalet ve Kalkınma Partisinin bakanları arasında böyle bir özel hayatı olan insan, insanlar yok muydu? Bu onları iyi yaptı mı? O nedenle ben Adalet ve Kalkınma Partisinin yarısını alıp ya da gözden çıkarttığı yarısını alıp onu kendi hareketine eklemleyerek siyaset yapma alışkanlığının Cumhuriyet Halk Partisinde kök saldığını görüyorum. Ankara’da ve İstanbul’da ki belediye başkan adaylarında tutturduğu yol, bunları belirlerken tutturduğu yol buydu, cumhurbaşkanlığında da aynı yolu tutturduğunu görüyoruz o yüzden diyoruz ki şimdiden “Allah selamet versin, yolunuz açık olsun, gidebildiğiniz yere kadar gidin.” Ama oranın uzak bir yer olmadığını hep birlikte göreceksiniz çünkü o sizin vermeye çalıştığınız mesajlar zaten Adalet ve Kalkınma Partisinde var olan şeyler. Sadece şu son dönem bunları gündemden kaldırmış olabilirler ama önümüzdeki dönemde bunu yeniden ortaya çıkartabilirler hiçbir şey fark etmez. Ama belli ki asıl mesele kısmen de Amerika Birleşik Devletlerinin onayını elde etmekle ilgilidir. Bizim için ise bunların hiçbirisi ölçü değil. Cumhurbaşkanlığı adaylığı için Halkların Demokratik Partisi pek çok kadın ve erkek arasından bir değerlendirme ve bir seçim yapacak. Tabi ki bu Tayyip Erdoğan’ın aday olacağını varsayıyoruz AKP için. Çatının adayını da gördük. Kalekolların adayıyla çatının adayı dışında bir iş yapmak, bunu usturubuyla yapmak, hakkını vermek bizim için tam bir sorumluluk ve tam bir görev halini aldı.
Halkların Demokratik partisinin karşısında son derece tarihi bir yol açıldı. Bu yoldan halkımızın bizden beklediği basiretle, dikkatle, titizlikle geçeceğimizden herkes emin olabilir. Türkiye’nin geleceğine talip isek eğer bu geleceğin asıl kaynağı olan gençlerin, kadınların, emekçilerin, köylülerin, Kürt halkımızın dilleri ve kültürleri inkar edilen bütün halkların bizden bekledikleri olgunlukta bir adayı büyük bir müşavere ile büyük bir mutabakatla yani çokça görüşerek, çokça onay arayarak ortaya çıkartmaya talibiz. Hatta diyebiliriz ki biz kendi partimizden bir adaydan bile daha mükemmeli, daha kapsayıcısı, daha uzağa sesleneni ve daha yüksek bir ortaklığı sağlayanı için vazgeçebiliriz, buna hazırız. Ama asla ve asla ucuz menfaatler için, güneşte bir yer kapmak için, devletin egemenliği içerisinde kendine bir yeni alan yaratmak için değil, halkın özgürlüğü için, halkın kurtuluşu için, kadınların hakları için, işçilerin, köylülerin, ezilenlerin, öğrencilerin, gençlerin geleceği için evet her şeyden fedakarlığa razıyız, hazırız ama asla ve asla inandıklarımızdan vazgeçmeye razı değiliz, inancımız açık, talebimiz açık, böyle bir yolda yürüyoruz. Çok geciktirmek doğru olmayacağı için, bu hafta sonu kongremiz olacağı için büyük olasılıkla kongremizin hemen sonrasında yeni parti yönetimimiz bu adayı açıklamak, ifade etmekle yükümlü olacaktır. Biz onlara çerçevesi hazırlanmış, araştırması yapılmış, temasları kurulmuş bir yekun bırakacağız. Bunu ister kongrede ister kongre sonrasında yeni yönetimimiz açıklayacaktır, ifade edecektir. Halkımızın bize göstereceği teveccühe, bizden beklentilerine layık olacağımıza şüphe etmemenizi isterim.
Sevgili arkadaşlarım,
Bugün 17 Haziran. Bundan önceki iki gün Türkiye’nin tarihinde 1970’te Türkiye’nin en büyük işçi direnişine, bütün tarihi boyunca karşı karşıya kaldığı en büyük işçi direnişine tanık olmuştuk. Bu işçi direnişinin sadece işçilerin hak ve çıkarları bakımından değil aynı zamanda Türkiye’nin bütün ezilenlerinin geleceği Türkiye siyaseti dönüşümü bakımından çok tarihi bir rol oynamış olduğunu bugün bir kez daha anımsamamız lazım. Bu 15-16 Haziran iki günlük direnişte hayatlarını kaybeden işçiler Yaşar Yıldırım, Mustafa Bayram ve Mehmet Gıdak’ı bugün de büyük bir sevgi ve saygıyla anıyoruz.
15-16 Haziran’ın önemi büyük bir halk hareketi olmasında değildi yalnızca. Onun, karşısına aldığı hedefi vurmayı başarabilmiş olmasındaydı. 15-16 Haziran işçi direnişine yol açan şey bugünkü AKP’nin o günkü muadili olan Süleyman Demirel’in Adalet Partisinin işçilerin sendikalarda örgütlenmesini güçleştiren ve devlet güdümündeki Türk-iş sendikasında işçileri toplamaya güdülenmiş bir yeni sendikalar kanunu çıkartma çabasıydı. Fakat işçi mücadelesi 1970’ler başında o kadar güçlü, o kadar kapsayıcıydı ki Türkiye’nin temel işçi havzası olan İstanbul, İzmit havzasında yüzbinlerce işçi üstelik Türk-iş üyeleri hep birlikte yollara döküldüler, işçilerin sendikal özgürlüklerine saldıran bu yasayı ortadan kaldırmak için ayağa kalktılar ve sonuçta Anayasa Mahkemesi bu yasayı iptal etmek zorunda kaldı, ondan sonraki yıllarda hem 12 Mart’ta hem daha sonra hükümetler tarafından ne kadar budanmaya çalışılırsa çalışılsın sendikal özgürlükler alanının genişliği işçi sınıfımızın gündelik çalışma koşulları, ücret koşulları, yaşam koşulları bakımından nispeten bunların hiç olmayacağı koşullara göre daha olumlu bir çalışma ve yaşama dönemi geçirmesine yardımcı oldu.
Bugün karşı karşıya kaldığımız büyük işçi felaketleri aslında çok büyük ölçüde sendikaların yokluğuyla ya da sendikaların aslında işverenin aleti olmuş olması ile çok yakından ilgilidir. Çok basit bir rakam. Zonguldak havzasında yaptığımız incelemelerden gördüğümüz gerçek şudur: Her yüz bin ton kömür başına ölüm, işyerinde çalışırken ölüm rakamı sendikalı işyerlerinde binde 3, sendikasız işyerlerinde yüzde 8’dir. Yani neredeyse 25 kat fazladır. O nedenle sendika hayattır ve 15-16 Haziran’da ayağa kalkanlar işçilerin sadece ve sadece çalışma koşullarının iyileşmesi için değil aslında çalışırken katliamlarla karşı karşıya kalmamaları için de mücadele etmişlerdir. Ancak bakıyoruz bugün Türkiye’de her yıl en az binlerce kişi iş kazası sonucu ölüyor. Sadece 2011’de 1700 kişi hayatını kaybetmiş, 2001’de bu sayı 1008’miş ve iş kazası sonucu ölüm aylığı alanların sayısı da nerdeyse 80.000’e çıkmış yani her ölüm aslında 6-7 insanı da yakından ilgilendiriyor buradan bunu görüyoruz. O nedenle bugün buradan bir kere daha sesleniyoruz. Soma’daki madende çalışma koşulları uluslar arası normlara ulaştırılıncaya kadar, çalışma aletleri işçilerin doğrudan doğruya bedenleriyle çalışmalarını gerektirmeyecek ölçüde modernleştirilinceye kadar, bu yatırımlar yapılıncaya kadar bu ocaklarda çalışma durdurulmalı ve işçilerin ücretleri işsizlik fonundan karşılanmalıdır ve bunun asıl yükü de işverene yıkılmalıdır. Ancak böyle olabilirse, ancak bu şekilde işçilerin hayatları bir nebze iyileşebilir ama ne kadar iyi ki bu mücadeleden ders aldığını Soma halkının, Soma işçi sınıfının görüyoruz, şimdi işverenle ortaklık yapan sendikanın kontrolünden işçi mücadelesine önem veren bir sendikaya doğru hızlı adımlarla geçtiklerini ve böylelikle aslında kendi yaşamlarını güvence altına almaya hızlıca ilerlediklerini görüyoruz.
Ancak benzer koşulların sadece Soma’da değil bütün maden iş kolunda olduğunu biliyoruz. Şırnak’ta da durum aynıdır, Şırnak’ta da son bir ay içerisinde ona yakın işçi hayatını kaybetti göçüklerde, Şırnak madenlerindeki durum aslında daha da vahim. O nedenle biz bütün iş kollarında ve bütün iş yerlerinde bu koşullar hakim oluncaya kadar kamu güvencesi altına işçilerin alınmasının biricik rasyonel talep olduğunu söylüyoruz ve işçi kardeşlerimize de buradan sesleniyoruz. İşyerlerinde emek sürecinin denetimini ele geçiriniz. Bunun için mücadele ediniz. Bunu sizden başka hiç kimse yapamaz. Hiçbir meclis, hiçbir milletvekili, hiçbir yönetici bunu sizin yerinize yapacak değildir. Ama üretimin koşulları hakkında bilgi sahibi olmak, üretimin şartlarını düzenlemek için yetki sahibi olmak, bütün bunları mücadele ederek kazanmak, işçi sınıfımızın önündeki en önemli hedef olarak durmaktadır. Sendikalılık ve işyerinde işçi denetimi bu iki esas 15-16 Haziran’ın mücadelesini bugün sürdürebilmek için bize bir sağlam temel hazırlamaktadır. Bu sağlam temel üzerinden ilerlemeye devam etmeliyiz ve şunu da aklımızda tutmak zorundayız ki her maden işçisi aslında toprağını elden çıkartmış bir çiftçinin ya da işyerini kaybetmiş bir esnafın sonraki hayatıdır. Soma’da ki işçilere bakınız bunların hepsinin Türkiye’nin takip ettiği neo-liberal tarım siyasetinin kurbanı olan tütün ekimi yapamayan, başka bir bitki türünü yetiştirmek için gereken donanım ve gübre masrafını karşılayamadığı için madende iş aramak zorunda kalmış köylülerden ibarettir. Zeytincilik yapamazlar güçleri yetmez, buğday ekemezler toprak uygun değildir, pamuk ekecek arazi yoktur o yüzden hepsi madende çalışırlar, başkalarının evi ısınsın diye kendi hayatlarını mezarda üşütürler. Şırnak için de aynı şeyin geçerli olduğunu bütün madenler için aynı şeyin geçerli olduğunu söylemeliyiz. O nedenle bizim meselemiz sadece maden üretiminin koşullarını güvence altına almak olmamalıdır da. Çünkü nihayet aslında üzerinde konuştuğumuz şey linyit kömürü üretimidir. Enerji üretmek, ısı üretmek için bulunmuş bulunabilecek en kötü yakıt. Daha yakılmaya başlandığı an doğayı karbon salımıyla işgal eden, çevre felaketlerinin kaynağı olan karbon salımının birinci dereceden sorumlusudur. O yüzden bizim daha total bir sanayi siyaseti, daha total bir üretim siyaseti talep etmemiz o nedenle sürdürülebilir enerji kaynaklarına dayalı tarımsal üretimi merkeze alan kırsal alanlarda, sınai üretimi de kâr hedeflerine göre değil ihtiyaca göre düzenleyen, plana bağlı bir yeni ekonomi politikasını da halkımıza teklif etmemiz ve bunun için onay istememiz gerekir.
Sevgili arkadaşlarım,
Bütün bu düşüncelerle bugünkü toplantımızı kapatıyorum ama daha kapatmadım, biraz daha oturun. Bu ayın 21’inde Halkların Demokratik Kongresinin 6 aylık olağan toplantısı var. 22’sinde de Halkların Demokratik Partimiz kongreye gidiyor. Bu her iki toplantı bizim için çok önemli. Halkların Demokratik Kongresi parti meclisimiz tarafından teklif edilmiş bulunan karar tasarılarını bir kere daha gözden geçirecek. Bu anlamda taban demokrasisi prensiplerini hayata sokacağız. Öte yandan Halkların Demokratik Partisinde temsil edilmeyen, temsil edilmemeyi seçmiş olan bileşenlerimiz burada Halkların Demokratik Partisinin ve Kongresinin siyasetleri üzerine görüş beyan edecekler ve Halkların Demokratik Kongresini tabi ki bizi, bütün enerjimizi seçim siyasetine yönlendirmeye zorlayan yerel seçimler sonrası toplumsal mücadele siyasetine yeniden dönüşümüz için Halkların Demokratik Kongresini ayağa kaldırmakla görevli olacak. Halkların Demokratik Partisi ise artık Türkiye siyasetinin kalıcı bir partisi olmaya karar verdi. Bu kararı parti meclisimiz kongrenin onayına sunacak. Başlangıç varsayımlarımız farklıydı. Halkların Demokratik Partisi seçimden seçime işlevi olan bir parti, bir tür çatı partisi gibi çalışacaktı ancak her zaman yaptığım benzetmeyi burada da yapayım biz partimize oy vermek için seçmenler çağırdık ama partimize insanlar geldi. Dediler ki “biz bu partiyi beğendik, bu partide durmak istiyoruz, bu partiyle siyaset yürütmek istiyoruz. Barış ve Demokrasi Partisi de büyük ölçüde kendi bileşimini Halkların Demokratik Partisine aktarmaya karar verince Halkların Demokratik partisinin kalıcı bir parti olarak iş görmesi kaçınılmaz oldu. Ancak şunu güvenle söyleyebiliriz. Geçtiğimiz yıl Ekim’den bu yana takip ettiğimiz siyaset, mücadele elde ettiğimiz sonuçlar pek çok acemiliğe, pek çok aslında yapılmaması yapılmasından daha zor olan hataya rağmen yüzümüzü kızartacak bir sonuçla bizi kongreye getirmedi. Bugün Türkiye’nin tamamında mutlak rakam olarak, tarihindeki en yüksek 6,7 oyla Kürdistan ve Türkiye’de seçimlerden çıkmış bir ortaklık var şimdi bu kendisini bir tek parti olarak tescil edecek. Bu bizim için asla yeterli bir hedef değildir ve sadece oy miktarı da bizim için yeterli bir hedef değildir. Biz hedeflerimizin, amaçlarımızın yeni bir uygarlık arayışımızın, yeni bir insanlık arayışımızın halklarımızla yeni bir ortaklık arayışımızın timsali olabilecek onun sesi ve sözü olabilecek, onların onayına mazhar olabilecek bir politik hareket yaratma ısrarıyla çalışmamızı sürdüreceğiz. Cumhurbaşkanlığı seçiminde devraldığımız bu oranı çok daha yukarılara çıkartmak hedefiyle kongreye gidiyoruz ve kongremizde bütün halklardan, bütün uluslardan, bütün dillerden, emekçiler, kadınlar, gençler, yeni bir hayat için, yeni bir gelecek için, yeni bir ortaklık için mücadeleye koyulacaklar o yüzden daha şimdiden buradan Pazar günü kongremizin başarıyla sonuçlanacağına olan güvenimle, güveninizle halkların kurtuluşu, özgürlüğü sermayenin karşısında emeğin hakkı için, devletin karşısında toplumun hakkı için, zenginlerin karşısında yoksulların, erkeklerin karşısında kadınların hakkı için mücadele edecek bir partide omuz omuza mücadele edeceğimiz için şimdiden mutlu ve gururlu olduğumuzu ve geleceğe güvenle baktığımızı, bakacağımızı söyleyebiliriz, yolumuz açık olsun, hepinizi kongremize davet ediyoruz, kongremizde görüşmek üzere hoşça kalın arkadaşlar.
(HDP Grup Toplantısı 17 Haziran 2014-TBMM)
Yorum yazabilmek için oturum açmalısınız.