Yeni bir kuruluş teklifinde bulunuyoruz

İnci Hekimoğlu Ertuğrul Kükçü ile röportaj yaptı.

Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku sadece sola, sosyalist harekete doğru değil Kürt muhalefetinin çeşitli eğilimlere doğru da bir açılım gösterdi. Muhataplık ve çözüm açısından buna denk geleceğine ilişkin ortaklaşa karar verildi. Öncelikle yeni bir sol kutup oluştuğunu göstermiş oldu. Türkiye’nin çokluğu içerisinden, çoğul sosyal muhalefet dinamikleri içinden çıktığına dair bir işarettir bu

Sosyal taleplerle, kimlik taleplerini bir arada savunmanın mümkün olduğuna dair bir tezi ortaya koyacağız. İkincisi barışı, bir demokratik dönüşümle ilişkilendiriyoruz. Ve bir yeni kuruluş teklifi var. Türkiye’nin mevcut haliyle daha ileriye gidemeyeceğini herkes kabul ediyor fakat kimse bununla ilgili anlamlı bir politik çerçeve sunmuyor. Burada var, demokratik cumhuriyet ve Demokratik Özerklik teklifinin bir arada ortaya konması budur

Mersin, bayrak provokasyonlarıyla, Vatansever Güç Birliği’nin silah üzerine yemin etmek için seçtiği ‘üs’ olarak hafızalarımızda kaldı. Daha yakın zamanda ise, Alay Komutanlığı yaptığı Şırnak’ta kurduğu ‘Korku İmparatorluğu’ ile ünlü emekli Tuğgeneral Levent Ersöz’ün Ergenekon’dan aranırken Mersin’de saklandığı ortaya çıktı. Kısacası Mersin, devletin laboratuar olarak kullandığı kritik merkezlerden biri. Özellikle 90’lı yıllarda aldığı göç nedeniyle Kürtlerin ve farklı etnik grupların iç içe yaşadığı bir kent olma niteliği nedeniyle, etnik gerilimlerin tırmandırılma denemelerine sık sahne oldu.

Ertuğrul Kürkçü’nün, Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku’ndan Mersin adayı olması bu yanıyla da ilginçti. Kürkçü’nün bir kısmına tanık olduğum yoğun seçim programındaki randevu saatini beklerken, BDP İl Başkanı Cihan Yılmaz ve Mehmet Altuntaş dahil bazı partililerle sohbet etme fırsatım oldu. Cihan Yılmaz Mersinlilerin, BDP’nin aday belirlerken yaptığı eğilim yoklamasında yüzde 90’ın üstünde ‘Evet’ dediği bir isim olmasına rağmen, Kürkçü’nün seçilmesi için tüm gücünü ortaya koyan biri. “Çünkü’ diyor, “benim adaylığım değil, toplumsal barış önemli.”  Yılmaz, pek çok şey söyledi ama sadece bu tek cümle bile, başta AKP olmak üzere tüm partilere ve Türk kamuoyuna çok önemli bir mesaj, BDP’ye yönelik aleyhte kampanyalara da aynı ölçüde önemli bir yanıt niteliğinde.

Mersin’de seçim kampanyalarının başlamasıyla beraber yeni provokasyon denemeleri de oldu. Daha bir gün önce seçim büroları taşlı saldırıya uğradı, içinde derneklerin de olduğu 22 adrese eşzamanlı baskın düzenlendi, onlarca partili  gözaltına alındı. Demokratik Çözüm Çadırları’na baskınlar yapıldı, içerdeki sandalyeler bile yakıldı. BDP yöneticilerine Vali ve Emniyet Müdürü açıkça “Bu bizi aşan bir durum” diyerek, iktidarı adres göstermişler. Ama anlatılanlara göre, bu acımasız baskı ve sindirme yöntemleri AKP sempatizanı Kürtlerin de vicdanını rahatsız etmiş, bir kısmı bizzat görüşerek blok adaylarına destek vereceklerini açıklamışlar.

Blok destekçileri ve Ertuğrul Kürkçü’nün morali de motivasyonu da, bu siyasi baskıya inat oldukça yüksekti. İşçilerle, üniversite öğrencileriyle bir araya gelen, yeni bir seçim bürosunun açılışını yapan Ertuğrul Kürkçü’ye gösterilen ilginin sıcaklığı ve coşkusunun, seçimin sonucu konusunda şimdiden fikir verdiğini söyleyebilirim. Ayrıca bu coşku ve ilgide, Kürkçü’nün birikimini deneyimli bir siyasetçi gibi kullanmasının, seçtiği sözcüklerle kendisini dinleyenleri kolayca etkisi altına alabilmesinin büyük etken olduğuna tanık olduğumu da eklemeliyim.

68’in ‘terörist’i yarının milletvekilisiniz. Bu çarpıcı bir değişiklik. Bu sizin değişiminiz mi, Türkiye’nin değişimi mi yoksa 68’de yola çıkma nedenlerinizle örtüşen başka bir nokta mı oluştu bugün?

– Bu aslında birçok dolambaçlı cevabı gerektiren bir soru ama şöyle söyleyebilirim: 1960’ların paradigması değişti. Sonuçta ben olduğum yerde duruyorum desem, o kadar yalan olmaz. Bu düzenin yıkılması gerekliliği, kapitalizmle birlikte yaşayamamak, ABD hakimiyetinin tahammül edilmezliği vs. Bütün bunlar açısında değişen çok fazla bir şey yok. Fakat bu iki kutuplu dünyanın paradigması içerisinde bütün bunlar, dünya çapında bir savaşın yol açtığı karşı karşıya gelişler olarak kavranıyordu. Dolayısıyla devlet açısından bu tür siyasal pozisyonlar da tasfiye edilmesi gereken konular olarak görülüyordu. Çünkü Türkiye’nin siyasi konumu, jeopolitiği, dünyadaki varoluş şekli bunlarla barışık ya da bunlarla çatışmaksızın yaşamasına imkan vermiyordu. Ama bugün böyle değil. Ben en önemli farkın bu olduğunu düşünüyorum. Bu noktaya bugün gelmiş değiliz aslında, 12 Eylül’den hemen sonra Özal dönemi sırasında, Berlin duvarı çökerken aşağı yukarı bu kapılar açıldı. Latin Amerika en önce bu yoldan geçti. Arkasından Kore, Japonya, Uzak Doğu’da oldu benzer şeyler. Türkiye’nin sırası, bu süreç içerisinde geldi. Ben o nedenle esasen değişimin bu olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla bugün iki kutuplu dünya paradigması yıkıldı ve Türkiye eskiden “terörist” diye damgaladığı birisine de kapılarını açtı. Onu ne kadar zor açtığını hep beraber gördük. Daha henüz o kapıdan girmiş de değiliz. Ya da aday olmamız için ne kadar zor kazanılmış pek çok hakkı geri kazanmamız gerekti.

Ve defalarca?

– Evet, defalarca. O nedenle bütün bunları olumlu değişiklik gibi algılamak benim için zorlaşıyor. Nihayet o parlamentodan içeri girecek olursak, belki de o parlamento artık o kadar önemli olmadığı için. En önemli fark parlamentonun bu toplumun hayatında eskisine göre öneminin ya da iktidarının düşmüş olmasıyla da ilgili olabilir. Ama bunlar spekülasyon elbette. Birçok şey bir araya geldi. Kürt meselesi parlamenter bir müzakereye tabi tutulmadıkça daha vahimleşeceği için, bunun aslında Kürt mücadelesinden değil de Türkiye’nin batısındaki sosyal mücadelelerden gelen insanlar eliyle topluma taşınmasında bir hayır olabileceği varsayıldığı için. Bütün bunların birleşik etkisi sonucunda bu yol açılıyor. İşin ilginç tarafı hiç kimse geçmişime müracaatla adaylığımı tartışmadı. Bu  benim çok ilgimi çekti. Hakikaten ortada kolektif bir akıl mı var, “yeni bir dönem” diye mi düşünüyorlar yoksa akıllarına mı gelmiyor. Faşist bir iki medya organı dışında hiçbir yerde de duymadım. Bu beni de şaşırttı açıkçası.

Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku’nda yer almaya nasıl karar verdiniz?

– Biz hep Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku’ndaydık. 1995’ten beri aslında ben ve benim gibi düşünen pek çok sosyalist ve sosyalist yapılanmalar bütün seçimlerde beraber hareket ettik. Bir tek 1999 seçimleri hariç. Onun dışında stratejik olarak sosyalist hareket hep bu hareketle birlikte blok halinde hareket ediyor. Fakat bu sefer şu fark var. Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku sadece sola, sosyalist harekete doğru değil Kürt muhalefetinin çeşitli eğilimlerine doğru da bir açılım gösterdi. Şimdi bu sefer bu birliktelik, Türkiye’nin konjonktürü içinde yeni bir anlama büründü. Rejimin tıkanmışlığına, siyasetin tıkanmışlığına karşılık bir çözüm seçeneği gibi belirdi. Muhataplık ve çözüm açısından buna denk geleceğine ilişkin ortaklaşa karar verildi.

Blokta, sizin ve diğer farklı renkleri temsil eden insanların bulunması Türkiye’ye nasıl bir mesaj veriyor?

– Bence mesaj şudur. Birincisi çoğulcu bir sol muhalefet dinamiği var. “Sol” diyorum çünkü BDP’yi esasen solcu bir parti olarak görüyorum. Programı itibarı ile de sol bir parti. Zaten Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku’nun seçim beyannamesine baktığımız zaman bunu açıkça görüyoruz. Bir sosyal muhalefet dinamiği olarak nerede durduğuna ve ne yaptığına bakacak olursak bunu çok açık görebiliriz. Öncelikle yeni bir sol kutup oluştuğunu göstermiş oldu. Türkiye’nin çokluğu içerisinden, çoğul sosyal muhalefet dinamikleri içinden çıktığına dair bir işarettir bu. Çünkü BDP’nin içinde de nüanslar ve görüş farklılıkları vardı ve bu çokluğu barındırıyor. Ama daha önemlisi sosyal taleplerle, kimlik talepleri bir arada savunmanın mümkün olduğuna dair bir tezi ortaya koyacağız, diye düşünüyorum. İkincisi barışı, bir demokratik dönüşümle ilişkilendiriyoruz. Ve bir yeni kuruluş teklifi var. Bu bence Türkiye’nin en çok konuşması gereken şey. Türkiye’nin mevcut haliyle daha ileriye gidemeyeceğini herkes kabul ediyor fakat hiç kimse bununla ilgili anlamlı bir politik çerçeve sunmuyor. Burada var, demokratik cumhuriyet ve Demokratik Özerklik teklifinin bir arada ortaya konması budur.

Kendisini ‘solcu’ olarak tanımlayanların bir kısmıyla, liberallerin bir bölümü iktidar çevresine yakın Kürtlerin dışındakilere, tam da demokratik cumhuriyet ve alternatif bir yönetim sistemini öneren Kürtlerle karşı bir ittifak oluşturuyorlar. Bu ittifakı nasıl açıklamak gerekir?

– Onların kendilerine niye “solcu” dedikleri tartışma konusu olabilir. Marks’ın şöyle bir lafı var: “Biz partiler hakkında onların kendileri için ne dediklerine, program ve politikalarına bakarak hüküm veririz.” Bu program ve politika; AKP’nin hegemonya alanı dışındaki hiçbir siyasi süreci meşru görmemekle ilgili. Yani kendi kaderini AKP’nin hep hakim olacağı ve o hakimiyet alanında tek mümkün seçeneğin bulunacağı varsayımına dayandırıyor. Tabii bu çok “oksimoron” diyebileceğimiz cinsten bir varsayım. Çünkü AKP’nin hegemonya alanında bir solculuk olamaz. Sadece AKP kendisini buradan meşrulaştırma yolunu seçebilir. Burada mesele AKP ve onun etrafındaki hakimiyet ve çıkar ilişkileri.

Demokratik Özerklik projesi bütünüyle seküler bir proje. Tayyip Erdoğan’ın din kardeşliğine dayalı kandırmacası karşısında çok etkin bir itiraz. Bunun gözden düşürülmesi, imkansızlaştırılması, kriminalize edilmesi için bunların çok fazla çaba sarf etmesi gerekiyor. AKP burada eski solculardan da istifade ediyor. Fakat bence BDP, Tayyip Erdoğan’ı canevinden vurdu. Bu sivil itaatsizlik çıkışlarıyla, terörle mücadele programına dahil edilen hutbeleri yadsıyarak vs. Şimdi tam tersine onun hakimiyet alanının dışında, yeni bir yol açmış oldu. O yüzden giderek bu ilişkileri, basit ve sığ çıkar ilişkileri olarak teşhir de etmiş oldu. Bütün bunlardan sonra ben artık daha fazla orada bir solculuk bulunabileceğini düşünmüyorum.

Aynı çevreler, AKP’nin bu süreçte tırmandığı gerilimi ve Bölge’deki operasyonları, Demokratik Çözüm Çadırları’na polis saldırılarını seçime yönelik bir taktik olarak açıklamayı tercih ediyorlar. AKP’nin bugünkü Kürt politikası seçimle sınırlı olabilir mi?

– Bence değil çünkü AKP böyle yaparak esasen MHP seçmenine sesleniyor. Bu kadar çok Kürt düşmanlığı yapıp, milliyetçiliğe prim verirsen gelenlerle o şekilde uzlaşırsın. Yarın onlarla başka bir şey yapamazsın. Nitekim AKP önceki dönemde bunu denedi. İçine aldığı MHP’lilerle gideceği yolun sınırına ‘açılım’ döneminde geldi. Ona en çok lazım olan partilerin kapatılmasını zorlaştıran anayasa maddesinin değişikliği sırasında çelmeyi takıverdiler. Şimdi gelecekler daha da fanatik olabilirler ve olacaklardır. Bu zemine dayanarak daha ileri açılımlar yapılacağına ne bizi inandırabilirler ne de yanlarına çektiklerini inandırabilirler. Aslında AKP böyle bir parti oluyor.

“Böyle” derken kastettiğiniz tanım ne?

– AKP, askerlerle, statükoyla yeni bir anlaşma zemini arıyor. Sadece kendisi üstte diğerleri altta olarak statükoyu yeniden kuruyor. Ve bu kadarını yeterli görüyor. Böyle gördüğü için de bütün eski söylemi ve kalıpları devralıyor. AKP tamamen pragmatik ve fırsatçıdır. Böyle olduğu için tutarlı bir bütünlük aramamız gerekmiyor. AKP esasen bütünüyle küresel konjonktürün ürünü olan bir parti. Şimdi bu hızlı büyümenin yeniden sınırlarına doğru gelindiğini, bölgesel bir güç olma iddiasının mümkün olmadığını, bunun getireceği varsayılan para akışı, nüfus, siyasi güç gibi beklentilerinin gerçekleşmeyeceğini görünce, dönüp geleneksel kaynağa, iç politikada ‘sağcılığın ortak partisi’ iddiasına geri döndü. Çatışmayı sürdürerek PKK’yi tasfiye edebileceğine dair bir hezeyan içinde olduğunu söyleyebiliriz. Uzak görüşlülükten uzak. Seçimden sonra AKP’nin duruma göre, eğer 330’dan fazla milletvekili sahibi olursa gözünü karartıp her işi yapacağını düşünüyorum. Anayasayı tek başında değiştirmeye kalkmak gibi.

İlk 3 maddeye dokunmayacaklarını deklare etti…

– Zaten hedefini koydu, “Başkanlık rejimini istiyorum” dedi. Bunun AKP içinde bir gerilime yol açacağı, Gül ve Erdoğan arasında bir rekabet olduğu artık saklanamaz şekilde ortaya çıktı. Tayyip Erdoğan’ın kendini çok fazla baskı altında hissettiğini, düzgün karar veremediğini düşünüyorum. Saldırıyormuş gibi görünürken, ataklarla karşı karşıya kalan ve bocalayan bir kuvvet gibi. O yüzden her yaptığında bir mantık, akıl aramak gerekmiyor. Zaten hepimiz biliyoruz; Tayyip Erdoğan’ın öfke nöbetlerini, ulu orta ortaya attığı lafları, bunun yarattığı muazzam yön sapmalarını, ancak çok uzun çabalar sonucunda düzeltilebildiğini falan. Yani Tayyip Erdoğan’ın bizzat kendisinin yol açtığı bir sürü saçmalık var. Hakikatten bir dengesizlik olduğunu düşünüyorum. Parti bunu idare etmeye çalışıyor ama sadece bundan ibaret değil. Yol açtığı başka sonuçları da var.

Erdoğan ‘Papa’lığa hevesleniyor

AKP, Anayasa’yı değiştirebilecek sayıda parlamenter ile Meclis’e girerse Başkanlık rejimini gerçekleştirebilir mi?

– Onun getirdiği ufuk, esasen demokratik bir rejimle yönetilen bir toplum değil nevi şahsına münhasır, Orta Asya’dakilere benzer bir yönetim biçimi. Türkmenistan’da, Özbekistan’da falan bir takım ‘Papa’lar oluyor ‘Milli Baba’lar oluyor, öyle bir yere doğru heveslendiğini görüyorum. Ama Türkiye buna yatmayacak kadar karmaşık, çoğulcu, epey bir parlamenter ve demokratik kültürü olan bir toplum. Sultanlığın yıkılmasını bir kazanım gören bir siyası tarih içinden baktığını göz önüne alacak olursak, bu çok sert bir iç mücadeleye yol açacaktır. Türkiye içinde de parti içinde de.

AKP’nin kasetle toplum mühendisliğine soyunduğu iddialarına katılıyor musunuz?

– Bunun hükümet gücüyle yapılan bir işlemler toplamı olduğuna hiç şüphem yok. Tayyip Erdoğan bu durum ortaya çıktıktan sonra bunu görmezden gelmeyi seçse veya bunu yasaya havaleye ettiğini söyleyip konudan uzaklaşsaydı mesele yok. Fakat bu kasetlerin onun değerlerini paylaşan camiada yaratmış olabileceği kimi tartışmaları ya da yorumları sürekli olarak başbakanlık yetkisini ve AKP liderliği sıfatını kullanarak sistematik olarak işlemesi,  bu yöntemi kullananların, kamu kaynağından beslenen bir birim olduğunu düşündürüyor. Açıkçası bu girişimleri himaye ettiğini, bundan siyasi yarar sağladığını ve tabi sonuç olarak bu lafı hak ettiğini düşünüyorum. Şu an Türkiye’de en yüksek pornografik üretim merkezi, devletin bağrında çalışıyor. İnsan ancak çok ayıp diyebiliyor.

Yarın Meclis’e girerseniz Meclis’in ve kamuoyunun gündemine taşımayı düşündüğünüz en önemli üç şey ne olur?

– Bunlar az çok program önceliklerinden çıkar. Benim açımdan bu sosyal haklar meselesi çok çok mühim. “Barış”la birlikte ben bunun en önemli mesele olduğunu düşünüyorum. Bir diğeri de; sonuçları daha uzun zamanda kavranabileceği halde, bugünden işlenmeye başlayan küresel iklim değişikliği. Buna dayalı yeni planlama, üretim, kalkınma paradigması hakkında herkesi düşünmeye davet etmek isterdim. Bu şimdi neresinden tutarsanız tutun nükleer santralden, HES’lere, GDO’lu üretimden, kent toprağının özel mülkiyet olup olmamasına gelinceye kadar pek çok meseleyi kapsayacak bir konu.

Çünkü eğer böyle gidecek olursa, 50 yıl sonra pekala bugünkü dünyada olmayabileceğimiz, geri dönüşsüzce doğanın çözülmeye başlayabileceğini, bizim hayal dünyamıza sığmayacak büyüklükte kaotik bir dünyaya mahkum olacağımızı görebiliriz. Bunu düşünmek ve buna dair uyarıcı olmak isterim.

İnci Hekimoğlu

http://www.ozgur-gundem.com/index.php?haberID=11533&haberBaslik=Yeni%20bir%20kurulu%C5%9F%20teklifinde%20bulunuyoruz&action=haber_detay&module=nuce&authorName=%C4%B0nci%20HEK%C4%B0MO%C4%9ELU