TBMM’de bugün görüşülen tezkere gündeminde HDP grubu adına Ertuğrul Kürkçü’nün yaptığı konuşma.
Sevgili arkadaşlar, biz bugün burada bu tezkere hakkında konuşurken Kobane’de on binlerce insan, çevrelerini kuşatmış olan IŞİD canilerine karşı, cellatlarına karşı haklarını, hayatlarını, onurlarını, namuslarını korumak üzere mücadele halindeler. Buradan Halkların Demokratik Partisi adına Kobane’de haklarını, onurlarını, hepimizin insanlığını savunanlara bin kere selam söylüyorum. (HDP sıralarından alkışlar)
Ama ne yazık ki elimizdeki tezkere, Başbakan’ın bu tezkereyi savunmakla IŞİD’e karşı olmayı özdeşleştirdiği kadar Kobane’deki halkın hakkını ve hayatını savunmuyor. Savunmaktan uzak ama bize, bu tezkereye oy verebilmemiz için, vermeye bizi davet etmek için IŞİD’le mücadele, Kobane halkıyla dayanışma için, bunun bir imkân olduğu safsatası söyleniyor. Tezkereyi adım adım inceleyeceğiz ve göreceğiz ki her bir unsuruyla uluslararası hukuka aykırı, Anayasa’ya aykırı, bölgede ortaya çıkmış olan demokratik ihtiyaçlara aykırı, sadece ve sadece bir bölgesel egemenlik, bölgesel güç gösterisi için asker kullanma yetkisini bizden isteyen bir tezkeredir. Bunun için de IŞİD belası bir vesile olarak ortaya konmaktadır.
Hükûmetin gerçekte IŞİD diye bir meselesi, bir davası Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Barack Obama sesini çıkarıncaya kadar yoktu. Hükûmet şimdi darda kalınca “Bizim böyle bir meselemiz vardı.” diye 2013 tarihli bir Bakanlar Kurulu kararına müracaat ediyor. Bu Bakanlar Kurulu kararı, El Kaide bileşenleri arasında sayılmakta olan Irak ve Şam İslam Devletinin banka hesaplarının dondurulmasına ilişkin yüzlerce kurum, kuruluş ve bağlantı arasında sayılan bir addan ibarettir. Ne 2013 tezkeresinde IŞİD’in adı sayılmıştır ne de devletin, Hükûmetin herhangi bir belgesinde “IŞİD” diye bir tehditten söz edilmektedir. O nedenle, Hükûmet şimdi bize boşuna bunları söylemeye çalışmasın. Siz IŞİD’e karşı herhangi bir önlem almıyordunuz, IŞİD’e karşı herhangi bir güvenlik önlemi sürdürmüyordunuz; IŞİD’le beraberdiniz, onların sınırlarımızdan geçip Suriye’de Kürtlere karşı, Türkmenlere karşı, Araplara karşı giriştikleri katliamları seyrediyordunuz ve onların Türkiye’de asker toplamasına sessiz sedasız seyirci kalıyordunuz. Şimdi, Amerika Birleşik Devletleri, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyini harekete geçirince mırıldanmaya başladınız “IŞİD diye bir şey var.” diye ama hem Güvenlik Konseyinin kararına aykırı olarak hem bugün Avrupa Konseyi Parlamenter Asamblesinin aldığı karara aykırı olarak, bütün meseleyi IŞİD üzerinde somutlayan, uluslararası harekâtı katbekat aşan gerekçelerle bu tezkereyi buraya getirdiniz.
Diyorsunuz ki: “Tezkeremizin gerekçesinde Şam rejimi var.” Diyorsunuz ki: “Tezkeremizin gerekçesinde PKK var.” Diyorsunuz ki: “Tezkeremizin gerekçesinde El Nusra var, El Kaide var.” Diyorsunuz ki: “Tezkeremizin gerekçesinde PYD ve YPG var yani Kobane’deki direnişi örgütleyenler, bunun için mücadele edenler var.” Nihayet, tenezzülen IŞİD’e de lafı getiriyorsunuz.
Siz aslında IŞİD’e karşı bir mücadele başlatmak arzusu ve niyetinde değilsiniz, böyle bir amacınız ve hedefiniz yok. Bu tezkereyi bizim önümüze getiriyorsunuz, Kobane’deki direnişi terörizme mal ediyorsunuz ama kokteyllerde diyorsunuz ki: “Halkların Demokratik Partisi bu tezkereye onay vermez ise IŞİD’e destek vermiş olur.” IŞİD’e desteği siz verdiniz, IŞİD’e hâlâ destek vermeye bu tezkereyle bile devam ediyorsunuz. Niye mi? Uluslararası harekâtın, koalisyonun Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararının gerekçesinde IŞİD’den başka hiçbir şey sayılmıyor. Siz bu tezkerenin meşruiyetini bu karara dayandırıyorsunuz. Okuyayım mı? Buna gerek yok. Sadece ve sadece IŞİD’i, onunla bağlantılı olan unsurları, El Kaide’yi, El Nusra’yı sayıyor. Bakanı burada dinledik, bu kararı şöyle yorumluyor: “Bu, terörizme karşı bir genel mücadele kararıdır. O yüzden biz her türlü terörizme buna dayanarak mücadele açıyoruz.” Öyle bir şey yok, bu kararın gerekçesinde sadece IŞİD var, hedef olarak tespit edilen güç sadece IŞİD’dir. Siz, mücadelenin, müdahalenin hedeflerini dörde, beşe dağıtarak aslında IŞİD üzerindeki baskının beşte 1’ini ancak uygulamaya talip olduğunuzu söylemiş oluyorsunuz. O nedenle samimi değilsiniz, ciddi değilsiniz, üstelik bir de Kürt halkının haklarını savunanlara, Türkmenlerin, Arapların haklarını savunanlara, “Ya, bu işin bu meseleyle alakası yok.” diyenlere de şantaj yapıyorsunuz “IŞİD’cisiniz.” diye. Sizsiniz IŞİD’ci. IŞİD’le beraber hareket ettiniz bugüne kadar, bunu saklayamazsınız, saklamanız mümkün değildir, binlerce kanıtı var. (CHP sıralarından alkışlar)
Daha dün ulusal ölçekte yayın yapan bir televizyon, İMC televizyonu, IŞİD unsurlarının silahla Suruç’tan Kobani’ye geçtiğinin videosunu çekti ve yayınladı, gıkınız çıkmadı. Başbakan bunu araştıracakmış, araştırın Sayın Başbakan, inşallah bulursunuz; sağa sola bakmanıza çok gerek yok, IŞİD mührüyle evrak damgalayan memurlarınız arasında aramaya başlayın önce IŞİD’i.
Sevgili arkadaşlar, aslında bu tezkereyle amaçlanan şey, tezkerenin mahiyetine baktığımız zaman çok iyi görülüyor ki bu bir bölgesel egemenlik, bölgede pazı gösterme, kendini bir bölge devleti olarak ilan etmek için şimdi uluslararası ve yerel hassasiyetlerin biriktiği bir anda durumu bir fırsata çevirmek ihtiyacıyla ortaya konulmuş bir askerî harekât planıdır.
Bakın, bizden artık ülkesi tanımlanmış bir biçimde asker gönderme yetkisi istenmiyor. Yabancı ülkelere yani bu tezkerenin buradan geçtiği günden başlayarak Hükûmet nereye isterse oraya bu tezkereye dayanarak asker gönderebilir; Lübnan’a gönderebilir, Ürdün’e gönderebilir, Kıbrıs’a gönderebilir. Diyeceksiniz ki: “Bir de prensip kararı var.” Ama tezkere prensip kararını içeren bir karar değil. Biz, bu tezkereyi çıkarıyoruz.
Bu kadar belirsiz bir kararı niçin vereceğiz ve Türkiye’de barındırılacak askerî güç neyin gücüdür? O da belirsiz. Hangi devletin askeri, hangi yabancı ülkenin askeri, hangi uluslararası kapsamda bir güç olarak Türkiye’de konuşlanacak? Ama bu tezkereden ayrı olarak, Başbakana yakın gazetecilerin, medya kaynaklarının yayınladıkları bilgilere bakacak olursak Türkiye aynı zamanda Suriye’deki ihtilafa, Suriye’deki muhalif güçlerin bir bölümünü eğitip donatmak üzere de dâhil olmak azmindedir.
Şimdi, “milletlerarası hukuk” diye bir şey var mı yok mu? Siz savaş ilan etmediğiniz, milletlerarası hukuka göre hâlâ Birleşmiş Milletler üyesi olmaya devam eden, bütün ihtilaflara, içerideki bütün vahim insan hakları ihlallerine rağmen milletlerarası hukukun bir parçası olmaya devam eden bir komşunuza karşı Türkiye’de ordu eğiteceksiniz, öyle mi? Sonra bunu oraya göndereceksiniz, savaştıracaksınız ve sonra diyeceksiniz ki: “Bu tezkere milletlerarası hukuka göre çıkmıştır.” Hayır arkadaşlar. O açıdan, Anayasa’nın 92’nci maddesine aykırıdır, milletlerarası hukukun meşru gördüğü bir hâl değildir burada olmakta olan.
Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin aldığı kararda bir kara harekâtı esası yoktur, sadece hava saldırıları vardır; amacı bellidir, hedefi bellidir, kapsamı bellidir. Bunun dışındaki bütün her şey politik kararlara bağlanmak üzeredir. Oysa siz politik bir meseleyi askerî yolla çözmeye çalışıyorsunuz.
Aslında dediğimin doğru olduğunu ispat etmeme gerek bile yok. Sayın Cumhurbaşkanının dün Mecliste yaptığı konuşmada söylediği sözlere dikkatinizi çekmek isterim. Merhum Turgut Özal 1 Eylül 1990’da bir konuşma yapmış Meclisin açılışında, ona atıfta bulunuyor Cumhurbaşkanı: “Körfez bunalımında çekingen, kararsız, başkalarının karar vermesini bekleyen bir tutum ittihaz etmemiz düşünülemez. Aksi takdirde, Türkiye’nin ali menfaatlerinin söz konusu olduğu bir meselede tesirli bir ülke olmanın imkânını büyük ölçüde kaybedeceğimiz aşikârdır.” Yani, Özal’ın “1 koy, 3 al.” stratejisinin aslında doğru olduğunu Cumhurbaşkanı söylüyor. Hatırlayalım, aslında 3 koymuş 1 bile alamamıştı Özal. Şimdi büyük devlet adamı buymuş.
Şimdi, büyük devlet adamı hakkında 30 Ocak 1991’de Sayın Tayyip Erdoğan’ın ne söylediğini merak ediyor musunuz? Ben size okuyayım: Gayesinden saptırılan bir savaş için Türkiye’nin Birleşmiş Milletler kararına uyduğunu ifade ederek “ABD’ye yardımcı olması milleti aldatmaktır. Özal’ın milletin çoğunluğunu karşısına alıp Anayasa ve kanunları sürekli çiğneyerek Türkiye’yi savaşa sokmak istemesi vahim bir olaydır. Türkiye’deki üslerin NATO maksatları dışında kullanılamayacağı, yasaların hükmüdür. Bu üslerin sadece komünist ülkelerden gelecek saldırılara karşı savunma amacıyla kullanılması gerekir fakat bugünkü uygulamada bu üsler NATO’ya değil, ABD’nin emrine verilmiştir. Irak’ı ezmek…” vesaire diye devam ediyor.
Şimdi hangisine inanalım? 1991’deki tutum mu uluslararası anlamda Sayın Erdoğan’ın görüşünü ifade ediyor yoksa bugün söylediği mi? O günkü Özal’ı bugün başka türlü görüyorsa hiç değilse Özal’ın hatırasına hürmeten “pardon” demesi beklenir. Ama bir insan on iki yıl içerisinde bu kadar hızlı bir pozisyon değiştiriyorsa, aslında gerçekten Özal hakkında dediği şeyi kendisi yapıyor demektir. Evet, büyük devletlerin çizgisinde ama onlarla rekabet hâlinde Orta Doğu’da bir yer kapma savaşıyla ilgilidir.
Sayın Davutoğlu’nun ve Sayın Erdoğan’ın aslında bu tezkereyle yetki aldıktan sonra yapmak istedikleri şey, “restorasyon” dedikleri hamlenin tamamlanması bakımından askerî araçları, askerî imkânları da kullanmakla ilgilidir. Yani kasıt şudur: Restorasyon, sadece ve sadece devletin kimi işlevlerinin yeniden eskisi gibi işler hâle getirilmesiyle ilgili değildir.
Restorasyonun siyasi tarihteki karşılığı, bir devrimden önceki duruma iade olmaktır yani Osmanlı Devleti’nin eski hinterlandına Türkiye’yi iade etmek, burada hâkimiyet ve nüfuz alanları aramak, burada bayrak göstermek, buraya asker sokmak. Ve bunu niçin yapmak? Bunu aslında dar, gerçekle ilgisi olmayan, toplumun, milletin çıkarıyla ilgisi olmayan bir genişleme hedefiyle yapmak. Türkiye böyle bir maceraya girmemelidir; bu tezkere bunun başlangıcıdır, IŞİD bunun sadece vesilesidir. Kobane’ye destek bunun ufkunda bile yoktur Kobane savunmasını düşman ilan ettikten, terörist ilan ettikten sonra. O nedenle, sevgili arkadaşlar, bu tezkere gerçekte Davutoğlu, Erdoğan’ın dış politikasını, dünya politikasını, dünyaya dair davranışlarını ve hedeflerini ifade eden bir ibret belgesi niteliğindedir.
Peki, o zaman hiçbir şey yapılmasın mı, hiçbir şey yapmayalım mı, olan biteni seyredelim mi? Tabii ki seyretmeyelim. Tabii ki seyretmekle kalmayacağız. Her şeyden önce ve her şeyden önce Irak ve Suriye halklarına siyaseten destek olmak durumundayız. Türkiye Büyük Millet Meclisi demokrasi için, özgürlük için, eşit haklar için, kadınların hakları için, laik bir eğitim için, insan haklarına dayalı bir yeni rejim için mücadele edenlere manevi desteğini açmalıdır. Partiden partiye ilişkiler kurmak pekâlâ mümkündür, mutlaka ve mutlaka asker kullanma zorunluğu yoktur. Ama denecek ki Kobane’de kriz var ve siz diyorsunuz ki aslında buraya müdahale gerekir. Evet, doğru, müdahale gerekir ama biz müdahalenin şöyle olmasını talep ediyoruz: Birincisi, IŞİD’e yönelik bütün destek ve manevi himaye tedbirlerinin tamamına son verilmelidir. Türkiye’nin IŞİD’e güç gösteren, mücahit devşiren bir istasyon ülke olmasına, cephe gerisi olmasına son verilmelidir. İkincisi, sınırlar derhâl kontrol altına alınmalıdır. Göç eden yoksul insanları denetlemek için değil, göçle alakası olmayan, bu göçlere bizzat yol açmış olan saldırgan, şiddet dolu bir saldırganlık içerisinde halkları taciz eden, yerinden yurdundan edenlerin lojistik ve personel geçişlerinin önlenmesi için sınırlar kontrol altına alınmalıdır. Kobane’yle dayanışma son derece önemlidir çünkü Hükûmetin çözüm stratejisi bakımından Kobane’nin teşkil ettiği yeri Hükûmetin kendisi itiraf etmesi gerekirken bunu kendisine anlatmak bize düşmüştür. Size bugünden söylüyorum: Eğer Kobane düşecek olursa, burada bir katliamla karşı karşıya kalacak olursak, Türkiye’nin Kürtleri de, Irak’ın Kürtleri de, İran’ın Kürtleri de ayağa kalkacaktır.
Siz şöyle bir şey yapabilir misiniz: Bir yandan burada kendileriyle çözüm için müzakere ettiğiniz bir gücü öte yandan terörist olarak ilan edeceksiniz; burada hakları için yeni tedbirler almaya çalıştığınızı söylediğiniz bir halkın sınırın öte tarafındaki evladının katledilmesine seyirci kalacaksınız, onlar katledildikten sonra da “Aslında Türkiye’de çözüm istiyorduk fakat ne yazık ki tezkeremiz olmadığı için sınırın öbür tarafında hiçbir şey yapamadık.” diyeceksiniz ve Kürtler buna inanacak, “Ne güzel Hükûmetimizle el ele yürüyoruz.” diyecekler. Arkadaşlar, bundan eğer böyle bir hayal görüyorsanız ümidinizi kesin.
Eğer okumadıysanız, dün heyetimizle görüşen Abdullah Öcalan’ın Kobane’yle-müzakere süreci arasındaki ilişki bakımından söylediklerini hızlıca aktarmak isterim: “Ciddiyetle ve büyük fedakârlıklarla bu noktaya getirmeyi başardığımız sürecin geleceği ve selameti atılacak adımların hızı ve ciddiyetiyle doğrudan bağlantılı hâle gelmiştir. Nitekim Orta Doğu’nun JİTEM’i olarak da ifade edebileceğimiz IŞİD gibi vahşi bir örgütün neler yapabileceğine bütün dünya tanıklık ediyor. Kobane kuşatması sıradan bir kent kuşatması olmanın çok ötesinde, sadece Kürt halkının demokratik kazanımlarını hedeflemekle kalmayıp Türkiye’yi de yeni bir darbe sürecine sokacaktır. Bu katliam girişimi amacına ulaşırsa hem süreci sonlandıracak hem de yeni ve uzun sürecek bir darbenin temellerini atacaktır. Kobane ve Rojava meselesini doğru anlamak isteyen herkes bu gerçekliği iyi kavramalıdır. Türkiye’de sürecin ve demokrasi yolculuğunun çökmesini istemeyen herkesi Kobane’ye gereken ciddiyet ve sorumlulukla sahip çıkmaya çağırıyorum. Devlet içinde de hâlen çözüm odaklı davrananlarla imha sığlığından medet umanlar arasında bir gelgit yaşandığı gözlenmektedir.
Çözümden yana olanların sürece ve sorunlara zamanında ve aktif müdahaleler geliştirmesi hayati önemdedir. Bu itibarla Kobane gerçekliği ile sürecin ayrılmaz bir bütün olduğu gerçeğini bir kez daha hatırlatarak, herkesi büyük bedellere mal olan bu demokratik yolculuğumuz ve insanlık mücadelemizi sahiplenmeye çağırıyorum.”
O yüzden sevgili arkadaşlar, sakın ola ki “Tezkeremizin geçmesi Kobane’yi görmemizin biricik imkânıdır. Tezkere geçmezse Kobane’yi görmeyiz.” diye bize yönelmeyin, bize böyle şeyler söylemeye yeltenmeyin. Kimseden bir şey dileniyor değiliz. Adaletin, hakkın, demokrasinin, halkların özgürlüğünün ve kendi kendilerini yönetme, kendi kaderlerini tayin hakkının gereği olarak bir şeyi ya yaparsınız ya yapmazsınız. Kimse, diz çökecek, yalvaracak, haklarından vazgeçecek, Anayasa’ya, uluslararası anlaşmalara, insan haklarına ve teamüllere aykırı bir tezkerenin geçmesi için el kaldırmaya razı olmayacaktır. Böyle bir onursuzca seçimi biz yapacak değiliz. Kobane halkı kendi kaderini tayin edecektir.
Halkların Demokratik Partisi milletvekilleri bayramı Kobane halkının yanında geçireceklerdir. Aynı kaderi onlarla paylaşmaya razıyız, hazırız ama asla ve asla zorbalık karşısında, ikiyüzlülük karşısında, şiddet karşısında boyun eğmeyeceğiz, asla ve asla kendi özgürlük hedeflerimizden, birlikte yaşama azmimizden, Türkiye’nin tamamı için bir gelecek anlamına gelen demokratik cumhuriyet ve demokratik özerklik çağrımızdan vazgeçecek değiliz.
Türkiye’nin bütün öteki halkları da bu macerada hiçbir faydaya sahip değildir. Türkiye’nin bütün halklarına, oğulları asker yaşında olan bütün herkese buradan sesleniyorum: Oğullarınızın kanı üzerinden, onların hayatları üzerinden girişilecek bir fütuhat macerasına “evet” demeyiniz, destek vermeyiniz. Halklarımızın geleceği, dünyanın geleceği, Orta Doğu’nun geleceği Kobane direnişindedir. Kobane’yi sahiplenin, Kobane’yi omuzlayın, kendinize yapacağınız en büyük iyiliği, çocuklarınıza en büyük iyiliği yapacaksınızdır mutlaka.
Yaşasın halkların kardeşliği! Yaşasın Kobane’nin kurtuluşu! (HDP sıralarından alkışlar)
Yorum yazabilmek için oturum açmalısınız.