Her biri bir ağır suç kantı olan belgeler ve tanıklıklar dağlar gibi yığılıyor… Erdoğan rejimi boğazına kadar battığı DAİŞ işbriliğinin sorumluluğundan bu düzmece dava ile kurtulamayacak. Ya da daha doğrusu bu dava Erdoğan’ın suçlarının birer birer halkın ve uluslararası camianın önüne döküldüğü bir karşı mahkeme olarak tarihteki yerini alacak.
Bugün Ankara’da, Sincan Cezaevi Yerleşkesi içinde Türkiye siyaset tarihinin görüp göreceği en düzmece yargılamalardan biri başladı. Dava konusu, güya 6-8 Ekim 2014 günlerinde DAİŞ’in Kobanê’de soykırım girişimine karşı Türkiye’de sokağa çıkan Kürtlere yönelik saldırılar sırasında gerçekleşen şiddet olayları. Ceza Muhakemesi Kanununun aradığı niteliklerden hiçbirine sahip olmayan bir iddianame ile aralarında benim de olduğum 2014-2019 arasında milletvekilliği, Eş Başkanlık ve MYK üyeliği yapmış, parti yönetiminde sorumluluk yüklenmiş 98 kişi ve 10 KCK yöneticisi yargılanmaya başlayacak. Sanıklar ayrımsız olarak “37 nitelikli adam öldürme, 29 adam öldürmeye teşebbüs, 3 bin 777 mala zarar verme, 25 alıkoyma, 395 hırsızlık, 15 yağma, 308 iş yeri ve konut dokunulmazlığını ihlal, 13 Türk bayrağını yakma, 7 Atatürk’ü Koruma Kanunu’na muhalefet” ve “ayrıca 326 güvenlik görevlisi ile 435 vatandaşın yaralanması”yla suçlanıyor.
Ama hayatlarını kaybedenlerin en az 27’si HDP üye ve seçmenleri. Dava doyasında bu insanların bir tekinin olsun öldürülmesinin faili; öldürülen insanlarla ilgili bir tek otopsi raporu yok. İddianamede sözü edilen şiddet olaylarının hiçbiriyle sanıklar arasında bir maddi bağ kurulmuyor. Sanıklardan herhangi birinin halkı şiddete çağırdığına dair somut bir tek kanıt yok.
37 kez müebbet ağır hapse çarptırılsınlar diye mahkeme önüne çıkartılanların tek “suç”u konuşmuş olmaları. Görevleri konuşmak olan, konuşmalarıyla halkın “demokratik siyasal hayatın vazgeçilmez unsuru” olan siyasi partilerde örgütlenmesine yardımcı olsunlar diye kamu kaynaklarından desteklenen; kendilerini seçenler adına konuşsunlar diye halkın oyuyla TBMM’ye gönderilmiş milletvekillerini, örneğin beni, suçlamak için savcı Ahmet Altun’un bulabildiği tek kanıt, milletvekili ve HDK sözcüsü olarak aralarında TBMM de olmak üzere halkın önünde yaptığım konuşmalar.
Ahmet Altun hiç utanıp sıkılmadan Anayasanın 83. Maddesinin “milletvekillerinin genel kurulda yaptıkları konuşmalardan sorumlu tutulamayacakları” açık hükmüne karşın TBMM’de 2 Ekim 2014’te yaptığım konuşmayı suç kanıtı olarak ileri sürmeye tenezzül etmek zorunda kalmışsa, çekiverin kuyruğunu gitsin: Buraya kadar düşenin yolu hukuk tarihinin çöplüğünde bitecektir elbette. “Kobanê” yargılaması Erdoğan rejiminin eline düşen yargının ibretlik fotoğrafıdır.
6-8 Ekim günlerinde Türkiye’de ve Kobanê’de halklara karşı sistematik ve seri suçlar işlendiği bir gerçektir. Bu suçların faili Türkiye ve Suriye’nin Türk, Kürt, Arap, Süryani ve Ermeni halklarına karşı DAİŞ ile insanlığa karşı ittifak kuran Erdoğan rejimidir ve bu davada Erdoğan rejimi dünya kamu oyu önünde yargılanacaktır.
Bu yargılanma korkusu, daha şimdiden mahkeme salonunu bir Nazi temerküz kampına çevirmeye yetti. Mahkeme salonunda polis ve jandarmadan savunma avukatlarına yer kalmadı. Mahkeme avukatlar olmadan duruşmaya başlayarak, sanıkların ve savunmanın önünü keserek ve düzmece mağdurların önünü açarak oyunu belli etti. HDP bu düzmece mahkemeyi de mahkum edecektir.
6-8 Ekim’de patlak veren halk öfkesinin başlıca hazırlayıcısı ve kışkırtıcısı, Erdoğan rejimi ve Tayyip Erdoğan’ın kendisidir. Kürtlerin kabaran öfkesinin kabından taşmasına yol açan BM Güvenlik Kurulu’nun DAİŞ’e karşı kurduğu “uluslararası koalisyon”a destek vermekle sorumlu olduğu halde, Kobanê’nin DAİŞ kuşatması altında olduğu 7 Ekim’de Gaziantep’te yaptığı konuşmada müjde verircesine “Kobanê düştü, düşüyor” diye haykıran Erdoğan’dan başkası değildi. Protestocular Erdoğan’ı TV’lede duyup işittikten her yerde sokağa çıktılar. Muş’un Varto ilçesinde göstericilerin üzerine polisin açtığı ateşle 25 yaşındaki Hakan Buksur’un katledilmesi, öfkenin güç ve serveti simgeleyen binalara yönelmesine yol açtı. Üç gün süren büyük halk protestoları sırasında, büyük çoğunluğu HDP seçmeni olan insanlar polis ve sivil milislerin açtığı ateşle öldürüldü.
Erdoğan rejiminin aylar boyu, DAİŞ ile Kürtler’e karşı Kobanê ve genel olarak Rojava’da giriştiği ittifak ve bunun ima ettiği muazzam katliamların uyandırdığı öfke olmasa hiçbir ajitasyon, hiçbir çağrı, hiçbir teşvik bu halk öfkesini ateşleyemezdi.
Bu işbirliğinin kanıtları yıllardır ortalarda: Bugün Erdoğan ile aralarından su sızmayan Moskova’nın BM Daimi temsilcisi Vitaliy Çurkin BM Genel Sekreterliği’ne 25 Mayıs 2016’da gönderdiği mektupla DAİŞ’e patlayıcı üretiminde kullanılan maddeler sevk eden Türkiyeli şirketlerin adlarını açıklamıştı.
Rusya Savunma Bakan Yardımcısı Anatoliy Antonov 2 Aralık 2015’te yaptığı basın açıklamasında şunları söylemişti: “DAİŞ tarafından Suriye ve Irak’taki yasal sahiplerden çalınan petrollerin ana tüketicisi, Türkiye’dir. Verilere göre bu yasa dışı ticarete Türkiye’nin üst düzey siyasi yönetim kadrosu, Cumhurbaşkanı Erdoğan ve ailesi karışmıştır. Bölgede komşu ülkelerden petrol çalan Türk elitleri ve çetelerden oluşan ortak bir ekip çalışıyor. Binlerce tankerden endüstriyel nitelikte çok büyük boyutta petrol, boru hatlarıyla Türkiye’ye ulaştırılıyor. DAİŞ’in kontrolündeki bölgelerden Türkiye’ye sokulan petrolün bir bölümü iç pazara sunuluyor.”
İçişleri Bakanlığı’nın aranan DAİŞ militanları listesinde yer alan Savaş Yıldız aynı günlerde, Suriye’nin Tel Abyad (Gîre Spî) kentinde YPG’nin eline düştü ve “DAİŞ’in Türkiye’deki merkezlerinin Konya, Antep ve İstanbul olduğu ve DAİŞ militanlarının Suriye’ye Türkiye’den geçişlerinde herhangi bir güvenlik sorunu yaşamadığı”nı açıkladı.
Nihayet bu işbirliği Hükümetin kendi belgelerinden de fışkırdı ve TBMM önüne geldi. 6 Mart 2016’da o dönem HDP Grup Başkan Vekili İdris Balüken TBMM Genel Kurulu’nda Ticaret Bakanı’na sordu: “Akçakale-Tel Abyad Sınır Kapısı, Ocak 2014’te DAİŞ’in Tel Abyad’ı almasıyla beraber DAİŞ’le ticaret kapısı haline geldi. TÜİK verilerine göre DAİŞ’in Tel Abyad’ı almasından sonra, Ocak 2014’ten Haziran 2015’e kadar Akçakale-Tel Abyad Kapısı’ndan 7 milyon dolara yakın bir ihracat görünüyor. Haziran’da kesiliyor çünkü Haziran’da orası DAİŞ’ten alınarak özgürleştiriliyor.
Cerablus’ta da benzer bir durum var. 2013’te Cerablus DAİŞ kontrolüne geçiyor. Karkamış-Cerablus Kapısı’nda 2013’ten 2014’e kadar 5 milyon dolarlık bir ihracat var” Bunların anlamı nedir?
Elbette bir yanıt yoktu. Ya da rejimin buna yanıtı: İdris Balüken’i hiçbir mesnedi olmaksızın 16 yıl 8 ay hapse mahkûm etmekti.
Her biri bir ağır suç kantı olan belgeler ve tanıklıklar dağlar gibi yığılıyor… Erdoğan rejimi boğazına kadar battığı DAİŞ işbriliğinin sorumluluğundan bu düzmece dava ile kurtulamayacak. Ya da daha doğrusu bu dava Erdoğan’ın suçlarının birer birer halkın ve uluslararası camianın önüne döküldüğü bir karşı mahkeme olarak tarihteki yerini alacak.
Türkiye’yi boğazına kadar suç batağına sokan bu sürecin asli failinin Erdoğan olduğunu kanıtlamak sadece HDP’nin değil bütün muhalefetin görevi olmalıydı. Muhalefet halka karşı işlenen suçları gözlem kulesinden izlemekle yetinemez. Daha doğrusu öyle bir kule yok. Ya içindesinizdir çemberin ya dışında.