Çok önceydi, daha seçimler gündemde yoktu, bir arkadaş grubunda, BDP’nin gelecek seçimlere de bağımsızlarla katılması gerekeceğinden ve bu sefer adayları belirlerken daha az hata yapacaklarından ve dışarıdan gösterilebilecek veya gösterilmesi gereken adayların kimler olacağından ve olması gerektiğinden söz ediyorduk. O zaman, özellikle seçilebilir yerlerdeki adaylar arasında olmasını dilediğim dört isimden söz etmiştim. Bunlar Ayhan Bilgen, Sırrı Süreyya Önder, Ertuğrul Kürkçü, Veysi Sarısözen idi.
* * *
Öncelikle “Politik İslam” denilen gelenekten gelen, bu güne kadar kendine demokrat ve sosyalist diyenlerden çok daha demokrat ve sosyalist bir duruşu sürdüren Ayhan Bilgen’in, “Politik İslam”ın milliyetçi ve devletçi damarına karşı, demokratik ve ve eşitlikçi damarını canlandırmak bakımından desteklenmesinin hayati önemi olduğunu düşünüyordum ve hala düşünüyorum. Çünkü gerçekten güçlü ve tutarlı bir demokratik dönüşüm ya da devrim için, Aydınlanma ve İslam’ın, birbirinin diline kapalı demokratik ve eşitlikçi geleneklerinin canlanması, birbiriyle buluşması ve birbirinin dilini anlamasının hayati önemi vardır. Bu birleşme olmadan Türkiye’de köklü demokratik dönüşümler, ezilenlerin çoğunluğunun gerçekten demokratik ideallere kazanılması olanaksızdır.
Bilgen’in aday gösterilmesi, ayrıca, Politik İslam geleneği ve paradigması içinde, eşitlikçiliğe vurgu yapıp AKP’ye muhalefeti buradan yapan ama demokratik bir eleştiriye pek yanaşmayan ve bu nedenle de sosyalistlerin “sınıf, anti emperyalizm, anti kapitalizm” diyerek fiilen ulusalcı olanlarına benzeme eğilimi gösteren ve son zamanlarda partileşen akıma karşı başka bir alternatifin varlığını göstermek bakımından da muazzam önemliydi. Çünkü Bilgen’in temsil ettiği sesi boğulan damar, en azından o zaman daha çok tartışılır ve bilinir olabilir, etkisi artabilirdi.
Ne yazık ki Bilgen aday gösterilmiş değil. Kendisi mi aday olmayı kabul etmedi, yoksa başkalarının önünü açmak için mi çekildi veya “Bilgen nasıl olsa sağlamdır, daha kırılgan olanların desteği için onu feda edebiliriz” diye, aslında Bilgen için en büyük övgü olan bir düşünceyle mi aday gösterilmedi? Bilmiyorum. Ama Bilgen’in seçilebilir bir yerden aday gösterilmemiş olmasını pek doğru bulmuyorum. Bilgen’in yukarıda değinilen, İslam paradigması içinden demokrasiyi ve eşitlikçiliği içine sindirmiş duruşunun niteliği karşısında milletvekili sayısının niceliği önemini yitirir.
* * *
Sırrı Süreyya Önder’i o zamanlar kimse böyle politik angajmanıyla pek bilmiyordu ve adı akla gelmiyordu. Gördüğüm Beynenmilel filmi zaten politik angajmanın ip uçlarını veriyordu. Ama daha sonra Sezai Sarıoğlu’nun “Nehir Muhabbetleri”nden birinde kendisini daha yakından görmüş ve dinlemiştim. O zaman halkın derin katmanlarından gelen, binlerce yıllık tecrübelerden süzülmüş bilgeliği, Kürdistan’ın medrese geleneği; Aydınlanma ve Sosyalizmin ideallerinin çok orijinal ve harika bir bileşeni olduğunu görmüştüm. Bunu her yerde söylüyor, çevremdekileri bu isme dikkat etmeye davet ediyordum.
Hikmet Kıvılcımlı’dan sonra ilk kez hem de çok genç kuşaktan birinin sosyalizm ile derinlerden gelen bu gelenekleri kaynaştırabilmiş bir örneğini görüyordum Sırrı Süreyya Önder’de.
Eğer Ayhan Bilgen için İslami paradigma içinde Aydınlanma ve Sosyalizm ideallerini savunmak dersek; Sırrı Süreyya Önder için Aydınlanma ve Sosyalizm paradigması içinde İslam’ın ideallerini savunmak diyebiliriz. Farklı yönlerden hareket edip aynı noktada buluşurlar. İkisi, derin bir vadiyle birbirinden ayrılmış iki kıtayı birleştiren bir köprüdürler. Bu köprüyü iki ayrı ucundan başlayarak kurarlar.
Böyle bir köprüye, ezilenlerin derin katmanlarının demokratizmini, politik demokratik bir programa ve ideallere kazanabilmek için muazzam bir ihtiyaç vardır. Bu, sosyalistler ve Marksistlerce ta Hikmet Kıvılcımlı’dan beri sezilmiş, Köprüyü yapacak malzemeler dağmer gibi yığılmıştır.
Ama 70’lerin yükselişinin sarhoşluğu, sonra 12 Eylül’ün darbeleri, sovyetlerin çöküşünün ve özel savaş rejiminin gericiliği altında unutulmuşlar, çürümeye terk edilmişlerdi. Şimdi bu malzemeyi tekrar değerlendirip köprüyü kuracak birileri nihayet ortaya çıkmıştı. Bu nedenle Sırrı Süreyya’nın aday gösterilmesinin iyi olacağını düşünüyordum. Ama kendini destekleyen bir örgütü olmadığı, bir kişi olduğu için pek ihtimal vermiyordum. Ama medya aracılığıyla tanınması bu eksiği giderdi.
Ne var ki, benzetmemize bağlı kalırsak, Köprü’nün adaylar arasında sadece bir ayağı var. Diğer ayak maalesef yok ve bu ciddi bir sorun oluşturuyor.
* * *
Kafamdaki üçüncü isim Ertuğrul Kürkçü idi. Ama bu yazı biraz da Ertuğrul için yazıldığından onu sona bırakıp, Veysi Sarısözen’i niçin düşündüğümü açıklayayım.
Veysi Sarısözen’i ta 68’lerden beri uzaktan izlerim. Aslında çok farklı geleneklerdenizdir. Köklerimizde TİP vardır ama o FKF’li ben DÖB’lüyümdür. Bizler Dev-Genç’e egemen olur ve onları atarken, onlar başka arayışlara yöneldiler. TKP aramaya başladılar işçilerle ilişkiler kurup geliştirmeye çalıştılar.
1974 sonrasında TKP’nin yükselişi, sadece Vietnam ve Portekiz devrimlerinin başarısının sonucu değil; aynı zamanda bizlerin Dev-Genç’ten attığımız en önde gelenleri Veysi Sarısözen olan eski FKF’lilerin, diğer adıyla Partizan çevresinin gençlik aşısının ürünüydü.
Veysi’yi yıllar sonra tekrar Sovyetlerin ve Doğu Avrupa’nın çöküş sürecine rastlayın, Kuruçeşme Tartışmalarının Avrupa’da yapılan paralelinde tekrar gördüm. O sıralarda bir çok TKP’lide görülen tam bir moral bozukluğu içinde, liberalizme teslim olma veya tam bir inkar ve görmezden gelme içinde imanı yüksek tutmaya çalışanlardan farklı bir yönelişe girdiği görülüyordu.
Veysi, kendi eski hataları ve çizgisinin, başkalarına sözü bırakmadan, biraz da işin içine kara mizah katarak, kendi şahsıyla ilgili anekdotlar biçiminde bir eleştiri ve özeleştirisini yapıyordu. Olanların günahının sosyalizmde olmadığını, bu ideale bağlı kalmak gerektiğini dolaylı olarak vurgulamış oluyordu böylece.
Veysi’de ikinci gördüğüm, Türk sosyalistlerinin radikal kanatlarıyla bir dirsek teması ve yakınlık içinde yeni konumlanışlarını sürdürmek niyetinde olduğu idi. TKP’nin daha önceki dönemlerde, Radikal sola karşı uzak duran hatta düşmanca danabilecek tutumları göz önüne alınınca, burada ciddi bir özeleştiri ve ders çıkarma çabası olduğu görülüyordu. Bu bağlamda elbette radikal sol içinde, yine de en doktriner, sınıfa ve teoriye daha yakın, Dev-Genç’in bölünmeler öncesi kahramanlık döneminin geleneklerini iyi kötü sürdüren Kurtuluş, bu dirsek temasını sürdürmenin en uygun aracı gibi görülüyordu muhtemelen.
Veysi böylece, geldiği gelenekte, içine kapanan ve olaylara gözlerini kapayan imanı bütün sekterlerden ve liberalizme kayan veya politikayı tümden boşlayanlardan tamamen farklı bir çizgiye yönelmiş bulunuyordu. Yetenekli ve birikimli bir insan olduğundan, daha sonra Sosyalist Demokrasi Partisi biçiminde süren Kurtuluş’un, “dışardan bir unsur” olmasına rağmen fiili yürütücüsü oldu.
Kurtuluş büyük ölçüde şehirli orta sınıflara dayanır Dev-Yol gibi. Dolayısıyla 1992’den beri gerek Sovyetlerin çöküşü, gerek özel savaş rejiminin yarattığı çürüme ve bu tabakalardaki ulusalcılığa yönelmenin baskısı bir noktadan sonra Kurtuluş’ta da hissedildi ve Mahir Sayın yıllar sonra “Sınıf’ı keşfederek”, boykot değil “hayır” diyerek bu eğilimi dile getirdi. Tabii bu dönüşün haksızlığa uğrayan ilk kurbanı da “dışardan bir unsur” olan Veysi Sarısözen oldu.
Ne var ki bu oldukça gecikmiş, artık ulusalcılığın inişe geçtiği dönemde bir dönüş olduğundan şükür ki fazla bir yol kat edemedi ve güçler dengesine bağlı olarak tekrar geri dönüşler yapabilir durumda kaldı.
Ancak bütün bu haksız dışlamaya rağmen, Veysi Sarısözen Kürt hareketinin yanında durmaya devam etti ve yetenekleriyle çok önemli bir işlev gördü. Geldiği gelenekten diğerleri Taraf sayfalarında boy gösterir veya liberallerle birlikte toplantılar düzenlerken, Veysi bütün bu liberalleri, “şeytan azapta gerek” ilkesi gereğince, Özgür Gündem geleneği içindeki yayınlardaki yazılarıyla sürekli şahta tuttu. Liberallerin tek yapabildiği ise susmak ve görmezden gelmek oldu.
Veysi’nin kıvrak zekası, hazır cevaplılığı, birikimi sadece gazete sayfalarında ve Kürt okuyucuyla sınırlı kalmamalıydı. Veysi’nin güçlü bir belagatı da vardır ve önümüzdeki dönemde önem kazanacak liberallere karşı mücadelede, Veysi demokratik hareketin en önemli ve güçlü silahlarından biri olabilirdi.
Ayrıca eğer Ertuğrul MDD ve Dev-Genç geleneğinin bir sembolü ise, Veysi de TİP ve FKF geleneğinin bir sembolü olarak, 68’lerin iki farklı çizgisinin en sağlam kalmış damarlarının Kürt hereketinin katalizatörlüğü ve yükselişiyle tekrar buluşmalarını temsil ederlerdi.
Taş yerinde ağırdır. Veysi Kıvrak zekası, belagatı ve birikimiyle, aday gösterildiği ve seçildiği takdirde diğerlerine Meclisi dar edebilecek, Meclis kürsüsünü en iyi kullanabilecek, bugün yaptığıyla kıyaslanmayacak katkılar yapabilecek biridir.
Ayrıca tıpkı Ayhan Bilgen ve Sırrı Süreyya’nın bir köprüyü iki ayrı ucundan başlayarak oluşturmaları gibi, Türkiye sosyalist hareketi içinde, MDD ve TİP geleneği arasındaki köprüyü Ertuğrul ile birlikte iki farklı ucundan hareketle kurabilirlerdi. Ayhan Bilgen’in yokluğu gibi Veysi’nin de yokluğu bu köprüyü şimdilik tek ayaklı yapmaktadır. Veysi’nin neden aday gösterilmediğini bilmiyorum ve Ayhan Bilgen için yazdıklarım Veysi için de geçerlidir.
* * *
Ertuğrul Kürkçü, aday gösterilmesini ve seçilmesini aklımdan geçirip orada burada zikrettiğim bu dört kişi içinde, en iyi tanıdığım ve aynı zamanda en sevdiğim ve takdir ettiğimdir. Son yıllarda kendisini bir çok yazıda eleştirmiş olmam, debbağın sevdiği deriyi yerden yere çalmasından başka bir anlama gelmez.
Ertuğrul’u daha görmeden ve Ertuğrul olduğunu bilmeden tanımıştım. Ankara’da bir miting vardı, buna bizim İstanbul DÖB’ten de bazı arkadaşlar katılmışlardı. Geldiklerinde, mitingte üç tane uzun saçlı çocuk bulunduğundan, çok hızlı ve cesur çocuklar olduklarından ama anarşist olduklarından söz etmişlerdi. Yani Ertuğrul’un daha adını duymadan efsanesini duymuştuk. Sonradan öğrendiğimize göre bunlar Ertuğrul, Koray (12 Mart döneminde öldürüldü) ve Sait (vefat etti.) idi.
Daha sonra 1970 yazında Flisitin dönüşü yakalanıp Antep ve Nizip’te yatıp çıktıktan sonra ODTÜ yurtlarında kalarak biraz temizlenip, bitlerden arındığımız dönemde güzel bir yaz gününün akşam şerinliğinde, yurtların önünde çimenlerde bir kaç arkadaş otururken biraz ötede Dev-Genç’ten iki arkadaş şakacıktan boğuşmasını izliyordum. Onlardan biri olan Kürkçü diğerine, şimdi sana karşı “aktif ideolojik mücadele” yapıyorum diyordu. Bu çok hoşuma gitmişti. Çünkü bizim Dev-Genç ve özellikle de DÖB saflarında, bazan fikire karşı fikirle değil, fiziki araçlarla mücadele etme eğilimi ortaya çıkmaya başlamıştı. Ve buna da “aktif ideolojik mücadele” deniyordu. Ertuğrul bununla alay ediyordu arkadaşıyla şakacıktan boğuşmasına “aktif ideolojik mücadele” diyerek. Kendisiyle alay edebilenler her zaman önemlidir.
Dev Genç’in aşağı yukarı 200 kişiyi aşmayan bir tür “çekirdeği” vardı. Bunların hepsi birbirini belki tanımazdı ama iyi kötü herkes birbirini bilirdi, yeni parlayan bir militanın adı hemen duyulur, kimin ne yaptığı hemen herkesce bilinirdi. Bu bağlamda Ertuğrul ile hiç konuşmamıştık ama bir şekilde birbirimizi tanıyorduk. Hepimiz aynı mahallenin çocuklarıydık. Aynı aşirettendik.
İlk karşılaşıp konuşmamız 1974 affı sonrasında Toptaşı cezevinde oldu. Sanki eskiden beri tanışıyormuş gibi hiç bir yabancılık ve zorluk çekmeden, kaldığımız yerden devam eder gibi konuşmaya başlamıştık. Af çıkmış cezaevleri boşalmıştı. Sadece 12 Mart döneminin idamlıkları ve aftan az önce içeri düşüp aftan faydalanamamış bizler kalmıştık. Birdenbire Ertuğrul Toptaşı’na geldi. Muhtemelen bir bürokratik yanlışlık vardı. Çünkü 12 Mart’ın kılıç artıkları ya askeri cezaevinde ya da Niğde’deydi. Zaten bir iki hafta sonra Ertuğrul’u alıp götürdüler. Yaşanan o korkunç olaylar, baskılar ve Askeri cezaevlerinden sonra Toptaşı kısa bir ara, bir tatil yeri, biraz nekahat dönemi gibi olmuştu. Uzun uzun yaşananları, teorik ve pratik sorunları konuşmuş tartışmıştık. Aşağı yukarı aynı şeyleri düşünüyorduk.
1978’de Ecevit iktidara gelince, THKP-C’den Ertuğrul Kürkçü, Oktay Etiman, Orhan Savaşçı, Yusuf Küpeli ve Münir Ramazan nihayet Mamak’tan Niğde’ye getirilmişlerdi. Ertuğrul ve Orhan bizim kaldığımız koğuşu tercih ettiler ve sonraki yıllarda hep aynı koğuşta kaldık. Aynı koğuşun sakinleri olarak, olağan cezaevi yaşamıyla geçti yıllar. Futbollar oynadık, tartıştık, televizyon seyrettik, yemekler yaptık, lokmalar döktük, direnişler yaptık, hücrelerde yattık, toplantılar yaptık, tüneller kazdık, boklu ve sidikli sular içinde kaldık ve onları taşıdık, “mahkum sendikası” kurduk, öldürülmemek için nöbetler tuttuk vs.. Sonra hep birlikte Malatya E-Tipi özel cezaevine götürüldük. Orada Müşahade hücrelerinde ayrı katlarda ama yine hep birlikte kaldık.
Niğde ve Malatya cezaevlerinde yaşanan tecrübeleri yazan henüz çıkmadı. Ama Özellikle Ertuğrul ve Aydın Çubukçu’nun varlığı çok önemlidir. Çok önemli işler yapıldı. Mahkumların birliği sağlandı. akıllıca politika ve taktiklerle önemli haklar elde edildi ya da baskı girişimleri savuşturuldu ve haklar korundu. Her zaman bulunan Sekterlerin ve idarenin provakasyon ve baskı çabalarına bir çok kez başarıyla karşı koyuldu. Bugün bile o dönem bu cezaevlerinde yatanlar, oraları özlemle anarlar ve oradaki tecrübelerin hayatlarındaki önemini belirtirler.
Sonraki yıllarda Ertuğrul’un Avrupa’ya yolu düştüğünde denk gelirsek karşılaşma ve konuşmalarımız oldu. Ama önemli her durumda aynı yerlerde birlikte bulunduk. Ansiklopedi ve Özgür Gündem’de gözden ve gönüllerden uzak kalmış benden yazı isteyen Ertuğrul’du. 2002 Seçimlerinde Bloğu destekleyen Dev-Gençliler bildirisini birlikte hazırlamıştık.
Ancak gerek hayatın akışını belirleyen rastlantılar, gerek modern modern yaşamın insana zaman bırakmayan yoğunluğu insanları farklı yerlere atıyor ve eski bağları zayıflatıyor.
Bütün bu yıllar boyunca Ertuğrul’un ne yaptığını, ne yapmadığını, ne yazdığını ne yazmadığını sürekli izledim. Türkiye devrimci hareketinde ne yaptıklarını, ne yazdıklarını, nerede omlduklarını sürekli izlediğim, radar ekranında hiç kaybetmemeye çalıştığım beş altı kişi vardır. Ertuğrul bunların başında gelir. Ertuğrul’un ciddi bir izlenmeyi hak ettiğini düşünürüm hep.
Ama sadece izlemedim, yeni bir girişimde bulunacağımda, bir iş yapacağımda, fikrini almak veya birlikte yapmak istediğim ilk isimdir.
Türkiye’de Radikal demokrat bir çizgi izleyecek ve böyle bir çerçevede yer alabilecek tüm entellektüel kapasiteyi toplayabilecek, yeni tartışma konularını gündeme getirip kafalarda 60’larda olan gibi derinden bir değişikliğin temellerini atacak bir dergi projesi üzerine çalıştığımda ilk alkıma gelen ve ilk gittiğim Ertuğrul oldu.
Marksizmin gelişimi ve yepyeni ufuklara açılışı anlamına gelebilecek, bugün gerek dünyada gerek Türkiye’deki sorunlara çözümler ve açıklamalar getiren Din ve Ulus teorileri alanında keşifler yapıp bunları yazdığımda, okumasını en çok istediğim ve okuması için peşinden koştuğum insan Ertuğrul oldu.
Ertuğrul (ve Mahir) evet demeden sosyalistler arasında ne çatı partisinin ne de başka bir girişimin hiç bir başarı şansı olmadığını her zaman söyledim ve yazdım.
Bütün bu dönem boyunca hep aynı yerlerde ama zaman zaman aynı veya farklı pozisyonlarda bulunduk. Şimdi tekrar aynı yerdeyiz.
Bu Blog, aslında Kürt özgürlük hareketinin önerdiği “Çatı Partisi” önerisinin filli ve minyatür bir gerçekleşmesi sayılabilir.
Ama bir farkla. O öneri yapıldığında birlikte olacaklar veya olması düşünülenler arasında örneğin Kürt burjuvazisi ve milliyetçiliğini temsil eden Şerafettin Elçi veya Altan Tan’lar değil, Ayhan Bilgen’ler ve Ahmet Türk’ler bulunuyordu. Yani gerek içerikçe gerek sembol kişiler düzeyinde daha radikal demokrat bir öneriydi. O zaman da kimseden bağımsızlığın ve örgütsel varlığını dağıtılması istenmiyordu. Şu veya bu nedenle olmadı. Ama o zaman olsaydı, bugün çok daha iyi bir noktada olunabilir ve Kürt burjuvazisi temsil eden eğilimlere öyle tavizler vermeye gerek olmazdı.
Ertuğrul bu blogta yer almasaydı, Çatı Partisi girişiminin olmadığı gibi bu Bloğun da fazla bir anlamı olmazdı. Ertuğrul var olduğu için bu blog var. Ertuğrul’un adı ve ağırlığı onun bir insan olarak varlığının çok ötesindedir. O bir semboldür aynı zamanda.
Hala sosyalistlerin önemli bir bölümünün kabul edebileceği tek isimdir. Ve ismi birbiriyle bir araya gelemeyecek bir çok fatklı kişiyi, eğilimi bir araya getirmeyi başarabilmektedir.
Ama aynı zamanda Kızıldere’nin tek canlı şahidi olarak, o ölen tüm arkadaşlarımızın bizlere bir emanetidir de. Ertuğrul’un seçilmesi, Ertuğrul’un değil, Deniz, Sinan, Mahir, Hüzeyin, İbo ve adını anamayacağımız binlerce kaybımızın Meclis’e girmesidir. Her şey bir yana, sırf bu anlamıyla bile bir zaferdir.
Ama Ertuğrul aslında sadece bir sembol olarak ele alınamayacak ölçüde yetenekleri ve birikimi olan bir devrimcidir.
Uzun süredir (neredeyse ta 1970’teki Dev-Genç’ten beri, yani 40 yıldan fazla) canlı ve yükselen bir hareketle canlı bir bağ içinde olmadığından kavrayış gücünü ve zekasını yeterince kullanma ve geliştirme imkanı bulamamıştır ve bu nedenle bu yanı henüz pek görülmemektedir.
Bugün görülen Ertuğrul, olabilecek Ertuğrul’un henüz kötü bir kopyası bile değildir. Bu durumdaki Ertuğrul bile var olanların hepsinden çok ileridir.
Bir de bu ileri olanın dev adımlarla ileri gittiğini düşünün.
Ertuğrul, yükselen ve radikalleşen Kürt demokratik hareketinin özsuyuyla beslenmeye başladığı zaman, hızla ve dev adımlarıyla muhtemelen çok daha büyük yollar kat edecektir.
Bunun nasıl bir şey olduğunu anlamak için, BDP’nin genç milletvekillerine bakın. Bu hareketle canlı bağlar içinde kısa bir dönemde ne kadar büyük bir yol kat ettiklerini göz önüne getirin.
Bu öyle kuru bir dilek değil. Bunun ip uçları var.
Örneğin, son altı ayda yazdığı yazılarda ve konuşmalarda vurgularında ve kullandığı kavramlarda çok önemli değişmeler var.
Diğer yandan hiç bir komplekse kapılmadan hızla gereken sonuçları çıkarıyor kimi gözlemlerden.
Örneğin Kürt özgürlük hareketinin Türk sosyalistlerine iltimas geçtiğinden veya artık 60 ve 70’lerde Türkiye sosyalistlerinin Kürtleri kurtarmaktan söz ederken şimdi durumun tersi olduğu anlamına gelebilecek sözleri vs. bu bağlamda ilk akla gelenler.
Bir zamanlar Kürt hareketinin uzak durmanın pirim yaptığı, Kürt hareketinin bir rakip olarak görüldüğü, “Kürt eksenli politika yapmayız” sözlerine, “politikamız “Kürt eksenli” olmak zorundadır” diyerek cepheden kimsenin itiraz etmediği; Kürtlerin “Etnik eksenli politika” yaptıklarından söz edildiği ÖDP’nin içinde ve dışında, bu gericiliğin baskısı altında hiç bir zaman söylenmemiş ve söylenemeyecek sözler bunlar.
Kanımca Ertuğrul’un seçilmesi hiç de sürpriz olmayacak.
Şimdilik herkes Ertuğrul’un sembolik niteliğiyle ilgili görünüyor ve ondan böyle konuşmasını ve davranmasını bekliyor. Bir doza kadar bu beklenti anlaşılır ve haklıdır. Ancak bu beklenti Ertuğrul’u altın bir kafese koyup esir etmektir. Ertuğrul çok daha fazlasını yapabilir. Onun için bu kafese girmekten de dikkatle kaçınmalıdır ve şimdiden kaçındığına dair veriler vardır.
Seçildikten sonra, Ertuğrul, yapacakları ve yapmayacaklarıyla Kürtler arasında başlayan devrimci kabarış ve radikalleşmenin Batı’da yayılışı ölçüsünde bizler için olumlu, egemenler için olumsuz bir sürpriz olacaktır.
Yaşarsak göreceğiz.
Demir Küçükaydın
07 Haziran 2011 Salı