Saffet Alp: Genç Subayın “Kurtarıcılık”tan “Proleter Devrimciliğe” Trajik Yolculuğu(*)

Kızıldere’de kaybettiğimiz herkes birbirinden değerli, ama Saffet Alp’in, bu güzel, akıllı, cesur askerin deneyimi Türkiye’nin geleneksel ordu inkılapçılığından “proleter devrimciliğe” geçişin azap yolunu gururla sonuna kadar, bir kere daha arkasına bakmaksızın yürüyüşünün bedelini iki kez ödeyerek sunduğu büyük insanlık dersiyle devrimci tarihimizde ayrı bir yere konmayı hak ediyor. 

“Değerler ve gerçeklerle ilgili bir düşün buhranı içinde ve ekonomik, politik bocalamaların derinliğindeyiz. Bu buhran ve bocalamalardan aydın Batıcılığı, ırkçı ya da dinci ulusçuluk görüşleri ile kurtulunamaz.” (1)

Hava Yer Teğmen Saffet Alp 1960’lar Türkiyesi’nin büyük sorunsalını tartıştığı bu satırların mürekkebi daha kurumamışken ağır yaralı olarak ele geçirildiği Kızıldere katliamında kontrgerilla subaylarınca alnından vurularak öldürülmüştü. 

Göksenin: Genç Havacıların 68’i

Saffet Alp’in “Türk Düşünüşünün Batılılaşma Eylemleri İçerisinde Evrimi” başlıklı makalesinin de yer aldığı “Göksenin Kültür Yıllığı” 1969’da yayınlandığında silahlı kuvvetlerin kurulu düzeni ve politik iktidar zeminlerinde yarattığı tepkilere bakılırsa bir bakıma 1968’in silahlı kuvvetler gençliği içindeki yankılarından biri sayılabilirdi. 1968’in habercisi olduğu Türkiye’nin büyük krizine rejimin yanıtı o kadar şiddetliydi ki,  Saffet Alp’i sırf Göksenin’de sorduğu soruların peşine düştüğü için kolunda Hava Harp Okulu’nu ikincilikle bitirişinin ödülü olan Başbakan Süleyman Demirel’in imzası kazınmış saatiyle kurşuna dizmişti. Süleyman Demirel’in kendisi de Kızıldere’den bir yıl önce 12 Mart Muhtırası’yla yaka paça iktidardan alaşağı edilmiş ama devrik Başbakan Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın idam kararlarının asker kuşatması altındaki TBMM’den geçebilmesi için iki elini birden kaldırmaktan ar etmemişti. 1971’de Türkiye’nin sadece bir politik krizden değil, aynı zamanda bir ahlaki krizden de geçmekte olduğunu bu paradokstan daha iyi gösterecek örnek bulmak zordur. 

“Göksenin Yıllığı”nın “Hv. Tğm. Saffet Alp’in ölümsüz anısına armağan edilen” 2014 tıpkı basımını yayına  hazırlayan Alp’in devre arkadaşlarından Hasan Özgen’in de hatırlattığı gibi “Göksenin, Silahlı Kuvvetler Tarihi’nin ilk ve son örneği”ydi. “[…] içeriğinin, 68 Kuşağı’nın anti-emperyalist söylemiyle örtüşmesi, egemenleri telaşlandırmış; gerici basının büyük saldırılarına, üst komuta kademesinin uzun sorgulamalarına konu olmuş, cezalar kesilmişti.” Özgen’in haklı olarak vurguladığı gibi, “’68 Gençliği, genelde üniversiteli sivil gençliğin üzerinden değerlendirilmiş, Silahlı Kuvvetlerdeki anti-emperyalist devrimci bilinç ve birikim önemsenmemişti.” 

Oysa devrimci hareketimiz Saffet’in destansı ölümü kadar trajik yaşamı üzerine düşünmeye de eğilmiş olsa Kızıldere’deki -havacı tabiriyle- bu “sonik patlama”nın zamanın olağan yaşam ritmlerine nispetle sesten hızlı aktığı bir dönemde devrimci fikirlerin silahlı kuvvetler gençliğini de bağrına çekmesinin kaçınılmaz bir sonucu olduğunu daha iyi değerlendirebilirdi; 12 Mart 1971 darbesinin kıyıcı şiddetinin sadece Saffet Alp gibi isyana cüret etmiş “proleter devrimci”leri hiçbir yasa tanımadan cezalandırmakla yetinmediğini, bu kıyıcılığın aslında Saffet’in ayak izlerini takip etmeye arzulu yüzlerce, binlerce genç subaya bir ibret dersi sunma hırsıyla bilenmiş olduğunu görebilir ve  devrimci hareketle bu potansiyel insan kaynağı arasına örülen “yangın duvarları”nı aşacak yeni yollar bulmak için düşünce ve hayal gücünü harekete geçirirdi. 

Aslında Kızıldere’de kuşatılanlar arasında Ünye NATO üssünde görevli üç yabancı istihbarat subayının kaçırılmasından doğrudan doğruya sorumlu olanlar sadece 5 kişiydi. Saffet Alp de dahil geri kalan 5 kişi o güne kadar doğrudan doğruya herhangi bir eyleme de katılmış değillerdi. Buna karşılık evdeki herkesi alıp götüren kıyıcılık akıl ve idrak sınırlarını öylesine zorluyordu ki 2012’de TBMM “Darbeleri ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu”na Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) Mersin Milletvekili olarak verdiğim mülakat sırasında Komisyon üyesi MHP milletvekili Özcan Yeniçeri şu soruyu sormadan edememişti: “Kızıldere’de sizin imhanıza yönelik bir hareket mi söz konusu oldu yoksa sizin teslim olmanız ve bir biçimde elinizdeki rehinelere birlikte devletin güçlerine teslim olmanız ikaz edildi ama buna rağmen siz ölümüne bir karşılık verdiniz? Askerin yapacağı başka bir şey yok muydu, onun için mi bu sonuç ortaya çıktı?” 

Yanıtım şuydu: “Orada devletin eğer bir ‘kuvvet gösterme’, ‘başkaldırıyı ezme’ ruh hâli ve fikriyatıyla hareket etmesi söz konusu olmasaydı, ‘oradakileri ele geçirmek’ diye bir strateji uygulamış olsalardı, bence, bir hafta süren bir kuşatmadan sonra herkes açlıktan bayılır ve sonuç olarak insanları kimseyi öldürmeden ele geçirebilirlerdi ama tıpkı Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının devlete başkaldıran kimlikler olarak idamı yani ‘ele geçmiş olanın idam edilmesi, çatışmada karşısına çıkmış olanın da imha edilmesi’ fikri egemen oldu ama usulen orada, işte birkaç saat için ‘Teslim ol!’ çağrıları yapıldı, biz de bunu reddettik, bu da gerçektir.”  (2)

Geleneksel ve yerel inkılapçılığın tıkanışı

Silahlı kuvvetlerin ve üniversitenin en parlak gençlerini, kendi yörelerinin saygın kamuoyu önderlerini en zalimane ölümlere mahkum eden, en gaddarca işkencelere maruz bırakan bu kıyıcılık pratiği her ne kadar Türkiye’nin “kendine özgü” tarihsel-toplumsal gelenek-görenekleriyle yoğrulmuş da olsa rejimin 1960’lar ve 1970’ler boyunca toplumsal ve politik yaşamla içiçe geçirdiği altüstlükler yalnızca “bize mahsus anormallikler”e ya da “yabancı parmağı”na bağlanarak içinden çıkılabilecek komploların eseri değildi. 

Bütün 1950’ler, 60’lar ve 70’ler boyunca İkinci Savaş sonrasının “iki kutuplu dünya”sında ABD’nin nüfuz alanından sıyrılmaya başlayan ama SSCB’nin dolaysız etki alanına da girmeyen ülkelerde askerler devletin göreli özerkliğini kullanarak toplumlar üzerinde tayin edici değişikliklere yol açabilmişlerdi. Sivil toplumun nispeten dar ve güçsüz, toplumsal ve ekonomik zemininin modern sınıf mücadelelerinin yeşermesi için kısıtlı ve cılız olduğu, buna mukabil toplumun geri kalanına göre nispeten iyi eğitilmiş ve siyasi nüfuz edinmiş ordu ve bürokrasilerin hüküm sürdüğü bir dizi ülkede askerler ülkelerinin modernleşme arzularına “sınıflar üstü” çözümler ile yanıt vermeyi ummuşlardı. O güne kadar I. ve II. Dünya Savaşları’ndan bakiye güç dengeleriyle ayakta durabilen kokuşmuş monarşilerle “radikal subaylar” arasındaki iktidar savaşları iki kutuplu dünya sisteminin gerilimleri içinde yeni yönler edindi. Türkiye’nin yakın ve uzak komşuları Mısır, Irak ve Suriye’de -Mısırlı Albay Cemal Abdül Nasır’ın rol modeli olduğu- “ilerici” askerler önderliğinde gerçekleşen darbeleri, Libya’da Kaddafi, Sudan’da Nimeyri darbeleri izledi… Hemen hepsinin karşılarına koydukları politik ve toplumsal-ekonomik hedefler birbirinin kopyası gibiydi: Batı Avrupa ve ABD’nin ekonomik ve siyasi nüfuzuna son vermek ya da sınırlamak, dış ticareti millileştirmek, tarım reformu, eğitim seferberliği… 

Bu uluslararası gidişat “radikal” aydınlar ve askerler arasında ister istemez silahlı kuvvetlerin 27 Mayıs 1960’da Demokrat Parti hükümetini deviren askeri darbeyle ele geçirdiği momentumun sürdürülebileceğine dair umut ve arzuları besliyordu. Prof. Mümtaz Soysal “radikallerin” Türkiye’deki öncü yayın organı Yön‘de yayınlanan bir yazısında 27 Mayıs’ın neden ve sonuçlarını şöyle değerlendiriyordu: “14 Mayıs 1950 (DPiktidarı), Türkiye’de gerçek iktidarın ‘reformcu askerler ve uyanık memurlar’ kadrosunu çok gerilerde bırakarak, tam anlamıyla ‘ticaret, toprak, sanayi ve serbest meslek burjuvazisine geçiş tarihidir (…) 27 Mayıs 1960 ise, başlangıçtaki [Cumhuriyet’in ilk yılları] öncü kadronun, daha doğrusu o kadrodaki zihniyetin geri gelişidir. Kütleler ilk anda 27 Mayıs’ı ‘asker ve memur’ hareketi olarak adlandırmakta fazla yanılmamış, kasabadaki binbaşıyla birlikte kaymakamın da tekrar itibar kazanması kimsenin gözünden kaçmamıştır (…) Subaylar yaptıkları hareketin anlamını kendilerine bile itiraf edememişlerdi; ne yapmak istediklerini derinlemesine düşünmüş değillerdi. İşbirliği yapmak istedikleri ‘uyanık’ kadro da kendilerinden farksızdı; bilim çevreleri, memurlar olup bitenler hakkında hep yanlış hükümlere varmışlardı (…) 27 Mayıs (…) bir ihtilaldir ama yarım kalmış bir ihtilal (…) Öyle beceriksizlikler yapıldı, öylesine yanlış adımlar atıldı ki, köklü değişikliklere gönülden bağlı olanlar bile bir an önce normal idareye dönüşü hayırlı saymaya başladılar (…) Sinsi bir karşı ihtilal taktiği 27 Mayıs’ı hergün biraz daha kemirmekte, onu hiçbirşey yapmamış kısır bir hareket haline getirmektedir (…) Özel çıkarların savunucuları ve temsilcileri, devrim kabinelerine kadar girip, ‘karşı ihtilalin’ tohumlarını atmak fırsatını bulmuşlardır. İhtilalciler, 27 Mayıs’ın içten kısırlaştırmasını  biraz  da  kendileri hazırlamışlardır.”(3)

Doğan Avcıoğlu ve Mümtaz Soysal’ın yanısıra pek çok “ilerici” aydın bu tepki ve hayal kırıklıklarını pozitif bir projeye dönüştürerek parlamento dışından gelişecek bir “devrimci” program için kollarını sıvamışlar, yalnızca silahlı kuvvetler yüksek komuta kademesini değil, orta kademeyle genç subayları da hararetli bir “devrim” tartışmasına davet etmişlerdi. “Göksenin” hava kuvvetleri gençliğinin bu davete icabet ediş biçimlerinden biriydi. Yalnızca Saffet Alp’in değil daha pek çok genç subayın yazdıkları yazılarda arkalarında 27 Mayıs 1960 darbesi, önlerinde zembereklerinden boşanmakta olan toplumsal mücadeleler arasından geleceğe bakışlarının ne kadar çok soruyu ve ne kadar çok tereddüdü bir arada barındırdığını görmek, 1968’in genç subayları tam da geçmişle gelecek arasındaki yol ayrımında yakaladığına ilişkin çok esaslı bir tarihsel tanıklık oluşturuyor.

“Milli Sosyalizm”

Bu yol ayrımına bir kez ulaşmış olan genç subayların ister istemez, öğrenci gençlik ve aydınlar arasındaki güçlü sosyalist akımlarla temasa gelmeleri de, onları “yarıda kalmış” 27 Mayıs’ı tamamlamaya çağıran ideologların da geleneksel “ihtilal çağrıları”nı sosyalizmle rekabet edebilir kılmak için toplumsal motiflerle bezemeleri de kaçınılmazdı:  “(…) nüfusun giderek kentlerde biriktiği, 1961’den başlayarak işçilerin kendilerine özgü taleplerle sahneye çıktığı, beri yandan burjuvazinin kırk yıl öncesine oranla çok daha fazla güçlendiği, iktidarını ordu ve bürokrasiyle paylaşmaya daha az gönüllü olduğu 1960’larda Mümtaz Soysal’ın Türkçeleştirerek ‘uyanıklar’ diye adlandırdığı 27 Mayısçılar arasında ise ‘zinde güçler’ olarak bilinen ordu ve bürokrasi içindeki ‘ihtilalciler’in bu kez 1908’de ve 1923’te olduğu gibi yalnızca devlet aygıtları içindeki güç dengeleri içinde çalışarak iktidara tırmanmaları olasılığı artık yoktu. Dolayısıyla, gerek Doğan Avcıoğlu’nda gerek Mümtaz Soysal’da gerekse İlhan Selçuk’da sıkça ‘kütleler’, ‘halk’ ve hatta ‘işçi sınıfı’na dayanmanın, hatta kimi zaman işçi sınıfının ‘öncülüğünün’ iktidarı ‘komprador ağa’ ittifakından geri alabilmek için zorunlu olduğu durmaksızın tekrarlanıyordu.

“1960’ların dünyasında bu çalışan sınıflara ulaşmanın ve toplumsal değişmenin bilgisiyle donanmaya başlayan, 27 Mayıs’ı aşan bir program arayışı içinde Türkiye İşçi Partisi’ne (TİP) doğru yanaşan aydınları kendisine doğru çekebilmenin tek ideolojik dayanağı ancak “sosyalizm” olabilirdi. Yön veSosyalist Kültür Derneği (SKD)böylece yönlerini batıcılık, kalkınmacılık, ve aydınlanmacılığın ortak böleni olan bir ‘sosyalizm’e dönerek ‘karşı ihtilal’e karşı, toplumda bir mücadele odağı oluşturmaya giriştiler. Ancak Yön’ün ‘sosyalizm’inin modern Marksist sosyalizm olmadığı daha ilk sayılarından ve SKDbildirisinden anlaşıldı. Bu ‘sosyalizm’in tam olarak nasıl bir projeyi dile getirdiği ve hangi toplumsal güçlere dayanmayı amaçladığı daha sonra devletle, egemen sınıfla, ezilen sınıflarla ve komünist hareketle olan ilişki ve mücadeleleri içinde daha iyi anlaşılacaktı.


“Yönsosyalizmi’ Doğan Avcıoğlu, Şevket Süreyya Aydemir ve öteki Yön yazarları tarafından yapılan tanımlamaların gösterdiği gibi birinci olarak enternasyonalist değil millidir. İkincisi, o sınıf çatışmalarından doğmaz, tersine sınıf çatışmalarının doğmasını önlemek için toplumsal sınıflar arasında bir mutavassıt güç -devlet- tarafından yukarıdan aşağıya uygulanır. Doğan Avcıoğlu’na göre sosyalizm tektir -sınıfsız toplum- bu da üretim araçlarının kamulaştırılması yoluyla sağlanır. Uygulamadaysa üç türlü sosyalizm vardır: 1) Doğu sosyalizmi; 2) Batı sosyalizmi; 3) Az gelişmiş ülkeler sosyalizmi. Doğan Avcıoğlu’na göre az gelişmiş ülkelerde 1 No.lu sosyalizmin ‘başarısı kesin’dir, fakat bu uygulama ‘kanlı ve totaliter’dir. 2 No.lu sosyalizm Batıda sermaye birikiminin sağlandığı gelişmiş ülkelerde ‘yumuşak metodlarla’ uygulanabilmektedir. Türkiye’deyse, ‘kanlı ve totaliter’ Doğu sosyalizmi ‘insafsızca’ uygulamaları dolayısıyla revaç görmeyecektir; ‘yumuşak’ Batı sosyalizmi gerekli sermaye birikimi olmadığından uygulanamaz. Şu halde Türkiye’de ‘radikal fakat insani’ bir ‘Türk  sosyalizmi’ olanaklıdır.  Doğan Avcıoğlu’nun ‘zinde kuvvetler’in kolayca anlayabilmeleri için özellikle vulgarize ettiği bu ‘sosyalizm uygulaması’ çeşitlerini sınıflandırmasının da, bunlar arasından ‘bize uygun olan’ı seçişinin de besbelli maddeci tarih anlayışı çerçevesinde bir geçerliliği yoktu. Gelgelelim; Marksizmin  bakış açısından anlamsız da görünse bu sınıflandırma ve seçişle neyin anlatılmak istendiği somut konumlardan  hareketle  kavranabilir.

“Proleter Devrimcilik”


“Önde gelen teorisyeninin retoriğinin gerisinde Yönhareketinin Türkiye’de proletarya önderliğinde bir devrimin tarihsel  koşullarının  olgunlaşmadığı (Doğu); sosyal demokrat reformizmin toplumsal temelinin oluşmadığı (Batı); ancak vurucu gücünü silahlı kuvvetlerin oynayacağı bir radikalizmin hem olanağının hem gereğinin bulunduğu anlatılıyordu. Yön’ün temel tezine göre, Türkiye’de işçi sınıfı hem yeterli olgunlukta değildi, hem de verili aşamada kapitalist özel mülkiyete saldırmak söz konusu değildi. Öte yandan ‘milli burjuvazi’ devletçilik yoluyla kalkınma stratejisinin başlıca müttefiklerinden biri olabilirdi. Bu koşullar altında Türkiye yüzünü Asya ve Afrika’nın ezilen milletlerinin kalkınma ve bağımsızlık dinamiklerinin kaynaklarına çevirmeliydi. Silahlı kuvvetler henüz burjuvazinin yekpare egemenliği altına girmemiş ve 27 Mayıs’ta elde ettiği inisiyatif üstünlüğünü elden kaçırmamışken, ‘halk çocukları’ndan oluşan bu ‘ara tabakalar’a sunulması mümkün biricik seçenek Mısır, Irak, Suriye gibi Arap ülkelerindeki ‘ilerici’ askeri rejimler olabilirdi. Üretim araçlarının devletleştirilmesi olarak tanımlanan bu ‘sosyalizm’ ve ‘ihtilal’, devlet aygıtını herhangi bir biçimde tahrip etmeksizin bütün üretici güçleri ellerinde toplayabilir, böylece ‘kalkınma hamlesi’nin önündeki engel olarak ‘gayri-milli’ burjuvaziden ve onun bürokrasi içindeki dayanaklarından ülkeyi kurtarabilir, kapitalizmin gelişerek sınıf karşıtlıklarını derinleştirmesinin önüne geçebilir, kanlı bir sınıf mücadelesine gerek kalmaksızın tedrici reformlarla devlet gitgide daha çok halka hizmet eder hale gelebilirdi. Yön’ün bu ‘sosyalizm’ projesinin başlıca dayanağı ve örgütlü gücü silahlı kuvvetler olabileceğinden ötürü dergi bir yandan bürokrasiye ‘silahlı kuvvetlerin çevresinde kenetlenme çağrısında bulunurken, öte yandan da silahlı kuvvetlere bu ‘Türk sosyalizminin olanakları ve koşullarını’ tanıtmaya, ‘komünist olmayan sosyalizmler’den örnekler sunmaya, askerlerin bunların gerçekleşmesinde oynadıkları rolleri açıklamaya çalışıyordu.

Yön’ün bu ‘milli sosyalizm’ tasarısının özellikle aydın muhalefet arasında sağladığı hegemonya, 1966’dan başlayarak sarsıntıya uğradı. 1965 seçimlerinde iktidar tek başına AP’nin eline geçerken TİPde 15 milletvekilliği ve iki senatörlük kazanarak parlamentoda grup kurmaya hak kazandı ve örgütlenmesini bütün ülkeye yayma olanağına kavuştu. İşçi sınıfına ve öteki çalışanlara dayalı bir sosyalizm perspektifi, toplumsal temeli bakımından Yön’ün “milli sosyalizm”ine karşı bir seçenek oluşturmaya başladığında Yönbir ittifak unsuru olarak TİPiçindeki taraflar arasında bir ayırım çizgisi haline geldi.” (4)

1968’le gelen değişim

Saffet Alp ve devre arkadaşları “Göksenin Yıllığı”nı yayınladıkları günlerde Türkiye’nin “devrimci” ve “sosyalist” kamuoyunu saran bu düşünce eksenlerinde kendilerine bir yol arayışına koyulurlarken patlak verdi Türkiye’deki 1968 başkaldırısı. 

“1968’in tarihsel önemi kapitalizmin gelişmesinde değil, Türkiye’de kentsel hayat süreçlerinin bütün toplum, toplumsal dinamiklerin de devlet üzerindeki etkilerinin belirleyici olduğu bir zemin üzerinde kapitalizme karşı bir ‘devrim’in öznelerinin ortaya çıkışında, burjuvazinin toplumsal hegemonyasını tesis etmesinde değil, bu hegemonyanın inkarı için tarihsel bir imkânın uç vermiş olmasında[ydı]. Türkiye’nin özgül ‘devrimci’, ‘ihtilalci’ ya da ‘inkılapçı’ tipolojisinin 1960’lara kadar değişmeksizin gelen birkaç özelliğinden biri devlete özgülüğü, ‘yukardanlığı’ idiyse, ikincisi de ‘yerelliği’ ya da ‘milliliği’ olmuştu. Bu dönemin devrimci özneleri ise, önceki ‘devrimci’ dönemlerden farklı olarak ilk kez aynı zamanda kentli, uluslararası, aşağıdan ve sivil idiler. Bu karakteristikler, kendi tarihleri, somut belirlenimleri içinde bu sözcüklerin ifade edebilecekleri evrensel anlamlarından kaçınılmaz sapmalar gösteriyorlardı ama, gene de Türkiye’nin özgül tarihi içinde ilk kez bu anlamlarına göreli olarak bu ölçüde yaklaşabilmişlerdi.


“Kapitalizmin içeride toplumsal kutuplaşmaları hızlandırdığı kadar emperyalizme bağımlılık biçiminde de olsa Türkiye’yi de dünya ilişkileri ağının içine doğru sokması ilk kez 1960’larda eski toplumla birlikte eski devrimci tipini de inkar edebilen bir ‘dünya-tarihsel’ devrimci öznenin ortaya çıkışının maddi zeminini kurdu. Ancak bu zemin üzerinde yeni bir devrimci tipinin doğup gelişmesi bir anda oluvermedi. ‘Ölüler yaşayanları izlediler’ her zaman.[…] Kemalizm’inTürk inkılapçısı’nın yerini “Marksist devrimci”nin alması için 1968’in büyük toplumsal hareket dalgası da kendi başına yeterli olmayacak, 1971’in ‘öğretici’ devlet teröründen geçmek, ‘devrimcilik’in resmî toplum nezdinde hâlâ sahip olabildiği meşruiyetinin tüketilmesi gerekecekti. Bugün burjuva toplumunun siyasal, idari ve iktisadi mekanizmalarını çekip çeviren orta yaş kuşağının ’68’liliğinde olumlu öğe olarak örtük bir biçimde durmaksızın öne çıkartılan sınıf-aşırı ‘devrimcilik’, gerçekte 1968’de henüz tüketilmiş olmayıp yalnızca dönüşmüş bir biçimde süregiden eski ‘sınıfu devlet’e özgü devrimciliğin artık yitirilmiş ‘saygıdeğer’liğine duyulmakta olan özlemin ifadesinden başka birşey olamaz. Bugün şaşırtıcı ya da inanılmaz da gelse, [21. yüzyılda] hem devrimci, hem burjuva toplumun değerler sistemi içinde ‘saygıdeğer’ olmak imkansızken, 1968’de bu mümkün olabiliyordu.


“1968’de Türkiye için yeni olan ve 1968’den önce olmayan devrimcilik biçimleri uluslararası alandan ve Türkiye’nin uluslararası alana açılışının imkânlarıyla çıkageldiler. Egemen sınıfın uluslararası bir örneğe göre, ‘Amerikan hayat tarzı’ imgesi çevresinde kurmaya çalıştığı kültürel/siyasal hegemonya Fransa’nın kitlesel öğrenci ve işçi hareketinin, Küba, Vietnam ve Filistin’in devrim savaşçılığının öne çıktığı bir başka uluslararası örnekle manevi düzlemde tehdit edildi. Hiçbiri müesses nizamın hegemonya aygıtları tarafından doğrudan doğruya tüketilemeyecek ve onun içinde bir alternatife dönüştürülmeyecek olan bu yeni moral-kültürel-politik esin kaynakları Türkiye devrimciliği üzerinde başka hiçbir teorik ve politik unsurun yaratamayacağı ölçüde büyük bir etki yarattı. Bu yeni devrimcilik biçimlerinin her biri yeni kuşak devrimcilerin imgeleminde toplumsal mücadelenin bir muhtemel uğrağına tekabül edebilen nitelikleriyle kitlesel olarak hem operasyonel hem de manevi yeni standartlar oluşturdular. 

“[…]Yalnızca öğrencilere değil, gerçek sınıflara, gerçek toplumsal güçlere bağlanmak ve hayatını bu hareketin ritmine bağlayarak yaşamak gerekliliğini idrak etmiş ilk Marksist profesyonel devrimciler grubu, ‘Che’nin çağrısının son sözlerini hayatlarının ilkesi kılarak devrimci öğrencilerin kitlesinden ayrıştı. 1968’le gelen büyük toplumsal hareketlilik dalgası bağrına aldığı herkesi bir biçimde değiştirirken asıl kalıcı olan ve 1968 olmasa ortaya çıkmayacak olan değişim, öğrenci kitlesinin içinden fırlayan doğal önderlerin oluşturduğu bu profesyonel devrimci çekirdekleriydi. Bu çekirdeklerin varoluşunun anlamı, bütün tecrübesizlikleri içindeki genç insanların artık geleneksel öğrenci yoldaşlığından farklı, son derece özgül bir dayanışma mekanizması içinde yeni insan ilişkilerinin, ölüm kalım kavgasına bağlanmış bir ahlakın belirlediği ilişkilerin alanına adım atmalarındaydı. Daha sonraki yıllarda kurulmuş bütün ‘gizli örgütler’in, ‘devrimci hareketler’in yaslanabilecekleri bir başlangıç noktası 1968’de tohumları atılan bu ilişkiler içinde oluştu. 1971’de kurulan ve sonraki dönemin tüm devrimci ‘siyasetler’inin döl yatağı olan THKP-C, THKO, ve TİKKO bu ‘çekirdekler’den doğdular[…]

“Bu ‘profesyonel devrimciler’ çevreleri, elbette İttihat ve Terakki konspirasyoncularının, Kuvayı Milliye komitacılarının tecrübeleri ile karşılaştırıldığında ‘masum birer çocuk’, ‘gerilla özentisi’nden başka birşey olamazlardı ama, artık 1968’in büyük eleştiri dalgası içinde ‘devleti kurtarmak’ için ‘gizli örgüt’ kurma geleneğinin de sonuna gelinmişti. Besbelli Yön ve MDD çevrelerinin Marksizme kattığı yorum hâlâ bu geleneği yeniden üretiyordu, ancak artık hiç kimse devrimcilik adına ‘devlet’ için ölmeyi tasarlıyor değildi. ‘Kurtarıcılık’ idelojisi bu ‘geçiş halindeki’ devrimcilik içinde bir ölçüde yaşamaya devam da etse, gücünü geçmişin anılarından değil geleceğin imkânlarından alan, tarih yaptığı bilinciyle yaşayan bir elit, mücadelenin özgül şartları içinde 1968’in kitlesel hareketinden damıtılmış bir orijinallik olarak Türkiye’nin siyasal hayatına bir dinamit gibi girdi. Ancak bu yeni insan tipolojisinin toplumsal bir gerçeklik kazanabilmesi trajik olduğu kadar paradoksal da bir süreçti. ‘Devrimciliğin’ bir toplumsal hayat tarzı olabileceğinin kanıtlanabilmesi için, hemen hemen hepsi, 1968’de yaptıkları tercihin kendilerini bireysel sonlarına götürdüğünü sezmiş olan bu insanların sezgilerinin doğrulanması gerekti[…] (5)


15-16 Haziran 1970’ten 12 Mart 1971’e 

Teğmen Saffet Alp’in “Göksenin Yıllığı”ndaki makalesi “genç subaylar”ın geleneksel “sınıfu devlet” devrimciliğinin, kapitalist devletin üzerinde yükseldiği emek-sermaye çatışması için bir çözüm imkanı mı yoksa kapitalist devletin sorunun bizzat kendisi mi olduğuna dair dönemin başat sorunsalı üzerinde nasıl hararetle kafa yormakta olduğuna dair bir tarihsel belge değeri taşıyor bugün. 

12 Mart 1971’de Genelkurmay Başkanı olan Org. Memduh Tağmaç’ın ordunun alt kademesiyle ilgili bütün kaygıları, kuşkuları bu toplumsal etkileşimi haber veren sarsıntıları hergün akan raporlar kadar doğrudan doğruya edindiği izlenimlerin de ürünüydü. Bu gidişatı içeriden gözleyen ve istihbar eden bir Genelkurmay’ın ürkmesi için pek çok sebep vardı elbette. Birkaç subayı ihraç edebilirlerdi ama bütün bir Harp Okulu’nu, teğmen rütbesindeki bütün subayları nasıl ihraç edebilirlerdi? Dahası, sadece küçük rütbeli subaylar değil -ordunun proletaryası- astsubaylar da kıpırdanıyordu. Sokağa en önce çıkanlar astsubaylar ve eşleriydi. 1970 yazında özellikle havacı astsubay aileleri, kadınlar ve çocukları ordu üst kademesi ve yüksek bürokrasiyle kendileri arasındaki gelir uçurumunun yeni özlük hakları düzenlemesiyle daha da derinleşmesine karşı Türkiye’nin her yerinde Ankara’da, Konya’da, Diyarbakır’da, Van’da yürüyüşler yaptılar. Hava Kuvvetleri Komutanı “devrimci paşa” Muhsin Batur, astsubaylarına “karılarınızın arkasına saklanmayın” diye meydan okudu. Bu kaynaşma şehir efsanelerinin de konusuydu: Memduh Tağmaç’ın, Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’a “altımızı tutamıyoruz” dediği anlatılıyordu. Sunay da, “komutan odur ki, altını tutar” diye cevap vermişti.Ordunun bu kadar önemli bir role sahip olduğu bir ülkede ordunun entelektüel çekirdeğini meydana getiren kesimlerinin gerek komuta kademesi, gerek hükümet, gerekse cumhurbaşkanından farklı bir istikamete yönelmiş olması, rejim için çok büyük bir kırılganlıktı. Ancak Genelkurmay dersini “inkılapçılar”dan daha iyi çalışmıştı: Genelkurmay Başkanı Org. Memduh Tağmaç 15-16 Haziran işçi ayaklanmasının ardından teşhisini koydu: “Toplumsal uyanış, ekonomik gelişmeyi aştı!” Ordu üst kademesi sermayenin yanındaki yerini alırken yeni bir toplum ve yeni bir devlet kurmak için değil, eski devleti ihya etmek üzere yola çıkan “devrimci subaylar”ın  toplumdan, işçilerden, halktan, kendi astlarından duydukları korku üstlerine besledikleri öfkeyi bastırınca 9 Mart 1971’de kalkıştıkları “devrimci darbe”yi silahlı kuvvetler konuta kademesine teslim ederek 12 Mart 1971 darbesinin önünü açtılar. 

Silahlı Kuvvetlerin “Proleter Devrimcileri”

Silahlı Kuvvetler içinde hiçbir sosyalist eğilim THKP-C’nin sağladığı ölçüde  bağımsız sosyalist siyasal güce sahip değildi ve bu güç doğrudan doğruya “cuntacı” radikalizmle rekabet ve mücadele halinde edinilmişti. THKP-C’ninsahip bulunduğu genç subay rezervinin genişliği ve 8-9 Mart hareketi sırasında “cunta” girişiminden “krizi derinleştirmek için” yararlanma taktiği dolayısıyla doğan tartışmalarda ileri sürülebildiğinin tersine, THKP-Ciçinde belki de “cunta”ya karşı en mesafeli olanlar askerlerin kendileriydi. Bu da 12 Mart sonrasında THKP-Ciçin başka hiç bir grupta olmadığı ölçüde sosyalist temelde yaygın bir “silahlı kuvvetler ilişkileri ağı” sağlıyordu. (6)


Kızıldere Katliamı’na öngelen günlerde ve katliamın ardından THKP-C’ye yönelik çökertme operasyonlarında tutuklanan yüzü aşkın Hava Harp Okulu öğrencisi, teğmen ve üsteğmen 12 Mart darbesine karşı halkın, devrimin, demokrasinin ve özgürlüklerin savunulması, askeri diktatörlüğe karşı direniş için harekete geçen yeni kuşak devrimcilerdi. THKP-C fikriyatına bağlanmış bu askerler hareketin sivil unsurlarının çoğundan daha devrimci, daha Marksizme bağlı, daha tutarlı, daha adanmış insanlardı. 1970’ler başında ordu üst kademesiyle alt kademeler arasındaki köprüler -yaşam tarzından imtiyazlara kadar- birbirinden kopmuş, ayrışmıştı. Dolayısıyla, Silahlı Kuvvetler üst kademesinin adımlarıyla Türkiye’de bir devrimci-demokratik dönüşüm olabileceği düşüncesine değer biçmeleri için herhangi bir nedeni olmayan insanların başında bu genç subaylar geliyordu. Öğrenciler ve aydınlar arasında hâlâ ordu üzerine devrimci fanteziler kol gezebiliyor olsa da o genç subayların içinden geldikleri orduya son derece serinkanlı ve mesafeli yaklaşmak için pek çok nedenleri, orduya bir dönüştürücü güç vehmetmeyecek kadar dolaysız deneyimleri vardı. Saffet Alp işte bu dolaysız pratikler ve düzenli politik ve teorik çalışma içinde “Göksenin”de kendi çabalarıyla ulaştığı mantıksal sonuçları temellendirmeyi başarmıştı: Saffet’in “ Türk Düşünüşünün Batılılaşma Eylemleri İçerisinde Evrimi” başlıklı makalesinin son cümlesi şu ifadelerle noktalanıyordu: (…) “topluma sürekli bir devrimcilik anlayışının egemen kılınması zorunludur.” (7) THKP-C’nin çevresinde neden kendilerine rol model olarak Resneli Niyazi ya da Yakup Cemil’i seçenleri değil de Saffet Alp gibi düşünen genç subayları topladığına şaşmamalı. Saffet’in makalesinin son cümlesinde bir “zorunluluk” olarak vurguladığı anlayış Mahir Çayan’ın başeserine de adını vermişti: “Kesintisiz Devrim” ancak geleneksel ordu ihilalciliğini aşma ihtiyacı içinde olanlara bir gelecek sunabilirdi. 

1970’lerde Latin Amerika’da ordu muhalefeti ve Komünizm 

Saffet Alp ve silahlı kuvvetlerdeki “proleter devrimciler”in deneyimleri bu bağlamda “özgün” olsa da eşsiz sayılmaz. Aslında 1968-71 arasında Brezilya ve Venezüela’da genç subayların Marksizme yönelişlerinin motivasyonuna daha yakından bakınca neden THKP-C’nin dikkatini bir toplumsal devrimin iç dinamiklerinin çok sınırlı olduğu Orta-Doğu ve Arap ülkelerinden çok Latin Amerika ülkelerine çevirdiğini anlamak da, neden bu deneyimlerin ufuklarında bir toplumsal devrim olan genç subaylar için aynı zamanda bir pratik devrmci çalışma modeli oluşturduğunu kavramak da kolaylaşır. Bu seçimler -doğruluğu yanlışlığı bir yana- bir düşünsel tutarlılığı, kasıtlı bir arayışı yansıtır. 

Brezilya: Carlos Lamarca


İsmail Cem’in 1971’de Milliyet gazetesindeki köşesinde, (8) bir dağın başında vurulup öldürülmesini  şiirsel bir üslupla aktardığı Carlos Lamarca 1969’da yüzbaşı rütbesindeyken Brezilya silahlı kuvvetlerinden firar edip komünist gerilla hareketi Halkın Devrimci Öncüleri’ne (VPR) katılmış, Carlos Marighella’nın yanısıra, Brezilya’da diktatörlüğe karşı yürütülen silahlı mücadelenin başta gelen liderlerinden biri olmuştu. Carlos Lamarca sıradan bir asker değildi. 1937 doğumluydu. Süveyş Savaşı sırasında Gazze’deki Birleşmiş Milletler Barış Gücü’nde görev yapmış, 1964’de Brezilya’daki askeri darbeye katılmış, ardından 1967’de yüzbaşılığa terfi etmiş, 1969’da bir kamyon silah ve teçhizatla birlite VPR’ye katılmış, Brezilya’da diktatörlüğe karşı silahlı mücadelenin öncüleri arasına girmişti. Lamarca ve diğerleri, hem silahlı kuvvetler içinde geniş bir temas ağı sürdürüyor hem de işçilerin, yoksulların, topraksız köylülerin ve gençlerin yanısıra yerlilerin toplumsal mücadeleleri içinde aktif bir örgütleyici rol oynuyorlardı.  

Lamarca, 1971’de VPR’den ayrılarak katıldığı 8 Ekim Devrimci Hareketi saflarında yeni bir gerilla cephesi açmak üzere gittiği Bahia’da vurularak öldürüldü. Lamarca’nın en parlak örneklerinden biri olduğu Brezilya’nın devrimci genç subayları eşitsizlik, baskı, sömürü ve yozlaşma karşısında vicdanlarına ihanet ederek itaatkar kontgerillalar olarak kalmayı da birbirlerini izleyen oligarşik darbeler içinde çaresizlikle çırpınmayı da aşan bir üçüncü yol oluşturmayı başarmışlardı: Büyük toplumsal hareketlerin, işçi ve köylülerin mücadele ve taleplerinin taşıyıcısı olarak silahlı kuvvetlerde politik örgütlenmeler oluşturmayı ve zorunlu olduğu anda ordu hiyerşisinin dışına çıkarak halk mücadelesi içinde mevzilenmeyi başardılar. Carlos Lamarca’nın da yaşamını verdiği diktatörlüğe karşı direniş çok sert mücadelelerden ve binlerce kayıptan geçerek toplumsal mücadelenin önünü açmayı başardı. Bu mücadelelerin de ürünü olarak büyük bir sol koalisyon halinde kurulan İşçi Partisi 2003-2011 arasında iktidarı elde ederek Brezilya tarihinin en geniş reformlarını gerçekleştirmeyi başarırken, Carlos Lamarca’nın itibarını da iade etti ve anısını yüceltti.  


Venezüella: Hugo Chavez

Müteveffa Venezüella Cumhurbaşkanı Hugo Chavez de 1971’den 1992’ye kadar gerilla ayaklanmalarını bastırmak üzere silahlı kuvvetlerde görev yaparken gerillaların öğreti ve mücadelelerinden etkilenerek  sola yönelmiş, ordu içinde devrimci örgütler kurmuş, ordu üst kademesi ile sermaye arasındaki sömürücü ittifaka karşı isyanlara girişmiş; hapislere girip çıkmış ve devrimci sol hareketlerle ittifak halinde  1998-99’daki Cumhurbaşkanlığı seçimlerini kazanmayı başarmıştı.  Chavez’in Başkanlık dönemi de Venezüella’da gelir dağılımı eşitsizliklerinin giderilmeye başlandığı, yoksulların ülkenin bütün tarihi boyunca başta eğitim ve sağlık olmak üzere temel hak ve hizmetlere en çok ulaşabildikleri  dönem oldu. Venezüella’daki değişim sürecinde de devrimci, muhalif askerler darbecilik ile kontrgerillacılık dışında bir üçüncü yolu -halk muhalefetiyle birleşerek, toplumsal değişime hizmet etmeyi- seçerek silahlı kuvvetler gençliğinde biriken enerjiyi toplumun dönüşümü için seferber etmeyi başarmışlardı. 

Brezilya ve Venezüella’da 1970’lerde gerçekleşen, Bolivya ve Peru’da etkileri görülen  mücadelelerin de gösterdiği gibi  nispeten gelişmiş kapitalist ülkelerin hepsinde genç askerlerin oligarşilere ve askeri diktatörlüklere karşı gösterdikleri direnişin genel bir karakteri vardı. . Birbirlerinin deneyimlerden haberleri olsun olmasın Asya, Afrika ve Amerika kıtalarında silahlı kuvvetlerde ABD hegemonyasına karşı toplumsal mücadeleye katılmak yönünde bir genel küresel eğilim başgöstermişti. Batı Yarımküredeki başkaldırılarla eş zamanlı olarak ABD’nin Orta Doğu’daki nüfuz sahalarında da kapitalist gelişmenin yarattığı yeni kentsel dönüşümlerden beslenen çelişkiler ve toplumsal altüstlükler ABD askeri doktrinleriyle eğitilen silahlı kuvvetler tabanında da yeni anti-emperyalist ve devrimci dinamiklerin doğuşuna yol açıyor yeni devrimci örgütler ve mücadele şekilleri ortaya çıkarıyordu. Saffet Alp ile THKP-C davasında yargılanan askerler birer istisna değildiler; çoktandır işlemekte olan dinamiklerin ürünüydüler. Saffet Alp’i Kızıldere’ye götüren süreç, genç subayların halk hareketleri ve devrimci örgütlerde yer almaya başlayarak silahlı kuvvetlerin dışına düşmeleriyle tetiklendi. 

Devrimin ve karşı devrimin küresel karakteri

Tokat’ın Niksar ilçesinin Kızıldere köyünde 30 Mart 1972 günü öğleden sonra kuşatıldığımız eve bazukalar ve havanlarla yapılan saldırı başlamıştı.  

Saffet’ten hafızamda kalan son sözler eve yapılan atışların neyle yapıldığına dairdi. Önce bir patlama, ardından yaklaşan bir vınlama ve bir büyük infilakle evin sağına soluna düşen bombaların ne olabileceğini aramızda bu tip silahları görmüş olması mümkün tek yoldaşımız olan Saffet’e sorduğumuzda “Büyük ihtimalle havan ile ateş ediyorlar” demişti, hep sakin, telaşsız sesiyle.

Saffet ile birlikte çok az zaman geçirme fırsatım olmuştu. Ankara’da kaçak olarak yaşadığı eve yaptığım bir ziyaret dışında bir de Kızıldere’deki evde geçen üç buçuk gün… Onu hep sakin hep ağırbaşlı, hep ölçülü bir insan olarak hatırlıyorum: Sesini hiç bir zaman yükseltmeden konuşan, içinde yaşadığı kaçaklık, kısıtlılık, kıstırılmışlık halinin azabını dışarı vurmaksızın koşullarına göğüs geren, gerçek bir mücadele görevi için sırasını bekleyen bir devrimci…  

Onun payına -görev olarak -o evde kuşatılan başka pek çok yoldaşımız gibi, makineli tüfek mermilerine ve bazukalara göğüs germek düşmüştü. Bunu bir kere olsun tartışmadı. Herkes gibi sükunetle durması gereken yerde durdu… 

“Konuşmak üzere” çağrıldığımız evin çatısında, karşı yamaçtakilerin öneri yapılmasını beklerken makineli tüfek atışına tutulmuş, delik deşik olan kerpiç dış duvarlardan uzak tek korunaklı yere, evin ortasındaki koridora yerleşmiştik. Mahir çatıdan inemeden vurulmuştu. Yaşamıyordu. Yaralılar vardı. Dışarıdan içeriye sızılacak tek yer olan hela ve samanlık tarafındaki kapının önündeki zahire çuvallarının arkasına sipere yattım. Diğerleri biraz daha geride, öbür uçta giriş kapısının arkasına yığılmış zahire çuvallarının ardında toplandılar, el bombalarını çıkardılar. Ama beklediğimiz gibi olmadı. İçeriye girmeye çalışmadılar: Uzaktan havanlar ve/veya bazukalarla atışa başladılar. Yoldaşların topluca bulunduğu kapı tarafına isabet eden patlamaya üç-dört metre uzakta, koridorun öbür ucunda siperde olduğum için yaralanmamıştım. İnfilakın ardından hiçbir seslenişime hiçbir yoldaşımdan yanıt alamayınca ve eve atışlar devam ederken, helanın olduğu aralıktan geçerek kendimi evin yanındaki samanlığa, eve en uzak tarafa attım. Direği siper aldım. Birkaç atıştan sonra saldırı durdu. Bir süre sonra samanlığın eve yakın tarafındaki kapıdan iki kişi girdi içeri. Direğin arkasında bekliyordum. Dama ve saman yığınlarına doğru otomatik silahlarla ateş ettiler. Sonra içeri daldılar. Biri bağırıyordu: “Var mı lan canı bağışlanacak” diye. İçeriden hiçbir yanıt, ateşe hiçbir karşılık gelmiyordu. Sonra atışlar durdu…

31 Mart 1971’de, öğleye doğru katliamdan bir gün sonra sığındığım yerde yakalandım. Öldüğümün ilan edildiğini bilmiyordum. Beni arayacaklarını düşünerek kıpırdamadan bekliyordum. Gece geç vakit evde yapılan keşif ve aramalar, içeriye tutulan lüks lambaları dışarı çıkmaktan alakoyuyordu… Sabah olunca çıkmayı umuyordum ama daha gün ağarmadan köylüler eve girip çıkmaya, başladılar. Olduğum yerde kalakaldım. O gün babam cenazemi almaya gelip de, beni ölenler arasında teşhis etmeyince yeniden eve aramaya gelen Niksar Jandarmasınca yakalandım. Ellerim urganla bağlanıp konulduğum askeri aracın sorumlusu başçavuş yoldaşlardan kimsenin yaşamadığını söyledi bana ve fısıldadı: “Bir teğmen varmış, onu evden çıkarttıklarında yaşıyordu. Onun kafasına sıktılar.” Bir de sorgulandığım zaman beni yakalayanın kendisi olduğumu söylememi istedi. İkramiye alacakmış!  

Saffet’in cansız bedenini, teşhis için götürüldüğüm Niksar Devlet Hastanesi morgunda gördüm son defa, alnında bir kurşun yarasıyla…

Niksar’dan Samsun’a, Samsun’dan Merzifon’a askeri helikopterle, Merzifon’dan Ankara’ya askeri uçakla, Ankara Mamak Askeri Cezaevi’nden İstanbul Selimiye Askeri Cezaevi’ne bir ring aracıyla götürüldüm. Sonra bir askeri pikapta gözlerim bağlanarak Ziverbey’deki “kontrgerilla” köşküne. 

İlk kez orada duydum “Kontrgerilla” kavramını. Kimileri askeri, kimileri sivil giyimli, birbirlerine askeri rütbelerle hitap eden adamlar “Genelkurmaya bağlı ‘Kontrgerilla’ teşkilatının elindesin! Burada anayasa yok! Yasalar yok! Yalnızca biz varız! Sorduklarımıza doğru cevap verirsen kurtulursun. Yoksa ölümlerden ölüm beğen…” diyorlardı durmadan.

Kara Kuvvetleri’nden emekli Kurmay Yarbay Talat Turhan, İstanbul Selimiye Kışlası’ndaki Sıkıyönetim Mahkemesinde darbe suçlamasıyla yargılanmaya başladığı 1973’ten başlayarak bizler için bir bilinmez olan “Kontrgerilla”yı deşifre etmeye girişmişti: “Kontrgerilla, CIA güdümünde politik bir örgüttür.” diyordu Doğrudan doğruya Pentagon’dan yönetilen dünya karşı devrim örgütünün Türkiye’deki koludur. Atatürk Kültür Merkezi’ni (1971’de) yakan, (1972’de) tersanelerde gemileri batırıp ateşe veren Kontrgerilla’dır… Bütün bu işleri ‘sol’a yıkmak için düzmece davalar icat edenler onlardır.”


“ST 31-15”

“Talat Turhan’a göre, Kontrgerilla’nın temelini ‘ST 31-15 Kara Kuvvetleri Sahra Talimnamesi-Gayri Nizami Kuvvetlere Karşı Harekat’ oluşturuyor. Bu belge 25 Mayıs 1964 günü Kara Kuvvetleri Komutanlığı’nın verdiği emirle ve Orgeneral Ali Keskiner imzasıyla yürürlüğe sokulan bir talimnameydi. Uzmanı olmayanlar için ilk bakışta hiçbir anlam içermeyebilecek bir başlık. Ama uzmanının gözünde bunun anlamı, bir NATO ve ABD operasyonunun silahlı kuvvetlerin derununa yerleşerek, ‘[…] adam öldürme, bombalama, silahlı soygunculuk, işkence, kötürüm hale getirme, adam kaçırmak suretiyle tedhiş ve olayları tahrik, misilleme ve rehinelerin alıkonulması, kundakçılık, sabotaj, propaganda ve yalan haber yayma, zorbalık, şantaj” ile “iç düşman” olarak tanımlanan ‘yurttaşlar’a karşı savaş açması.” (9) demekti.

Aynı şekilde Talat Turhan’ın açıkladığı bir başka belgeden, 1966’da Dağ Komando ve Okul Komutanlığınca yayımlanan “Komando ve Özel Harp Muhtırası”nın “Psikolojik Hazırlık” bölümünden “özel harp” eğitimin amacının “tek eri kendi memleketinin vatandaşlarına karşı savaşmaya hazırlamak” olduğunu anlıyoruz. (10)

Ancak daha önemlisi bu operasyon kapsamında anayasa ve yasalara bağlı olmadığı talimnamesinde açıkça yazılan ‘vatanseverler’den oluşan bir yeraltı örgütünün sürekli ve düzenli olarak istihdam edileceğinin daha en baştan kayıt altına alınmış olmasıydı.  (11) Bu “vatanseverler”den biri olan Abdullah Çatlı’nın 1970’lerden bu yana kanlı ayak izlerini süren herhangi bir okur yazar yalnızca yukarıdaki talinmnameyle yön tayin ederek bile, 1990’lar sonunun büyük güvenlik krizi “Susurluk Skandalı”nın gerisindeki büyük operasyonun kaynağını aramaya nereden başlanması gerektiğini kolayca anlayabilirdi.

Talat Turhan yazı ve söyleşilerinde bir başka noktanın altını çiziyor: Kontrgerilla bir örgüt değil, bugün varlığı resmen inkâr edilen Gladio’nun Türkiye bağlantısının yürüttüğü özel operasyonun adıdır. O yüzden resmen yok varsayılan bu yapıyı “X örgütü” olarak adlandırıyor.

Cumhurbaşkanı ve “X Örgütü”

Talat Turhan’ın bir başka önemli saptamasıysa Kontrgerilla operasyonu’nun Cumhurbaşkanlarını da standard olarak görevli kılması. ST 31-15 kontrgerilla faaliyetlerinin Cumhurbaşkanının koordinasyonunda yürütülmesini amir. “Bugüne kadar hiçbir cumhurbaşkanı merak edip de kendisine görev veren bu asker talimnamelerinin çıkış noktası üzerinde düşündü mü acaba” diye soran Talat Turhan “başbakanların görevlerinin de kontrgerilla faaliyetleriyle ilgili iddiaları duymazlıktan gelmek araştırmamak, saklamak” olarak özetlenebileceğinin altını çiziyor.

Ejderhanın kolları

Birer yıl arayla kendi silahlı kuvvetlerinin operasyonlarında can veren Yüzbaşı Carlos Lamarca ile Teğmen Saffet Alp dışarıdan bakınca birbirlerine ne kadar uzak tarihlerin ve coğrafyaların insanları gibi görünseler de birbirlerine hayatlarına son veren kendi silahlı kuvvetlerinden çok daha yakındılar. Oralarda biryerlerde birşeyler olduğunu seziyorlar ama birbirlerini bilmiyorlardı. Başka harp okullarında okumuş, başka ülkelerin savunmasıyla görevli saymışlardı kendilerini, onları ortak katilleriyle yüzleştiren ayrı ayrı patikalardan yürüdükleri mücadele yollarıydı. Öz deneyimleri onları Panama’daki School of Americas’ın dergahından geçmiş, aynı Amerikan harp doktrinleriye yetişmiş, aynı türden insanlara karşı aynı kıyıcı nefretle harekete geçmiş olan katilleriyle karşı karşıya getirmişti. ABD ordusunun sahra talinmamesi (Field Manual) FM 31-15, “tek eri kendi vatandaşıyla savaşmak için eğitmek üzere” Türk Silahlı Kuvvetlerinin derununa ST 31-15 olarak yerleşmişti. Aynı, talimnamenin Brezilya kontrgerillasına (Manual de Campo) MC 31-15 olarak yol göstermiş olduğuna kuşku yok. 

1971-72’deki boy ölçüşmede Türkiyeli devrimciler emperyalizmin bu birleşik savaş stratejisini bozguna uğratamadılar, ama Kızıldere’deki paha biçilmez kayıplar karşılığında Türkiye halklarının muazzam bir aydınlanma yaşamasına yardımcı oldular. 

Birincisi, toplum 12 Mart 1971 ile birlikte, dehşet içinde, emperyalizmin bir “içsel olgu olduğunu”, ABD’nin stratejik çıkarlarının bekçisinin kendi “silahlı kuvvetleri”ndan başka kimse olmadığını kendi özdeneyimiyle öğrendi. 

İkincisi, hem toplum, hem genç askerler 15-16 Haziran 1970’ten itibaren öğrenmeye başladıkları ordunun ezen ile ezilen arasında hakem rolü oynamasının “ordunun fıtratı”na aykırı olduğuna ilişkin tarih dersini 30 Mart ve 6 Mayıs 1972 trajedileriyle hiç yanılgıya yer bırakmayacak bir şekilde içlerine sindirdiler. “Kurtarıcı” askerler  bir daha geri gelmemek üzere, tarihteki yerlerine kaldırılmışlardı çoktan, genç askerler eğer toplumun kurtuluşuna eşlik edeceklerse, bunu devletin başında değil, toplumun bağrında yapacaklardı.

Kızıldere’de kaybettiğimiz herkes birbirinden değerli, ama Saffet Alp’in, bu güzel, akıllı, cesur askerin deneyimi Türkiye’nin geleneksel ordu inkılapçılığından “proleter devrimciliğe” geçişin azap yolunu gururla sonuna kadar, bir kere daha arkasına bakmaksızın yürüyüşünün bedelini iki kez ödeyerek sunduğu büyük insanlık dersiyle devrimci tarihimizde ayrı bir yere konmayı hak ediyor. 

___________________________

(*) Ertuğrul Kürkçü, Devrimci Bir Subay/Saffet Alp Ktabı, Önsöz, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2018

Dipnotlar:

1.Saffet Alp, “Göksenin Yıllığı (1968)”, sayfa 127, tıpkıbasım, Kuledibi Yayınları, İstanbul, 2014

2. Ertuğrul Kürkçü, “TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma KomisyonuTutanakları”, 31 Ekim 2012, https://tinyurl.com/y923v46c

3. Ertuğrul Kürkçü, “İsyanın İzinde”, s.70, Dipnot yayınları, Ankara, 2013

4. Ertuğrul Kürkçü, “Kapitalizm ile Komünizm Arasında ‘Geleneksel Aydınlar”, İsyanın İzinde, s.73  , Dipnot Yayınları, Ankara, 2013

5. Ertuğrul Kürkçü, “68’le Gelen”, İsyanın İzinde”, s.79-84, Dipnot Yayınları, Ankara, 2013

6. Ertuğrul Kürkçü, “THKP-C”, İsyanın İzinde, s. 101-102, Dipnot Yayınları, Ankara, 2013. 

7. Saffet Alp, age., sayfa 135

8. İsmail Cem, Tarih Açısından 12 Mart, sayfa 359, Türkiye İş Bankası Yayınları

9. Talat Turhan, Özel Savaş, Terör ve Kontrgerilla, (1992); 1995, ikinci baskı, s.45, tümzamanlaryayıncılık, İstanbul

10. Talat Turhan, age, s. 56

11. Talat Turhan, age, s. 27