Rojava yaşarsa, Suriye de yaşar

Suriye’nin muhtaç olduğu yeniden kuruluşun tohumları, Kürtlerin çok dilli, çok kültürlü, yerelden ve yerinden yönetilen özerklikler toplamına dayalı öz yönetim pratiklerinde yeşeriyor. Bu, İsrail’in darbeleri altında dişleri sökülen Suriye’nin, Türkiye’nin baskıları altında derebeylikler halinde dağılmamasının da en önemli imkanı: Rojava yaşarsa, Suriye de yaşar.

Kobanê sokaklarında “Öcalan’a Özgürlük” talebiyle yürüyen kadınlar.

İki gün önce Suriye’nin büyük sorusu, Şam’daki geçişin nasıl gerçekleşeceğiydi. Siyasal olarak hiçbir iddiası kalmamış olan Baas Partisi hükümetinin, devletin anahtarlarını Heyet Tahrir el-Şam’a (HTŞ) teslim edeceği çoktan belli olmuş olsa da kimse silahlı muhalefetin intikam hareketlerine girişip girişmeyeceğinden tam olarak emin değildi. Ancak HTŞ lideri Ebu Muhammed el-Culani, 2017’den bu yana İdlib’i fiilen yönetmekte olan icra organı “Suriye Kurtuluş Hükümeti”nin Başbakanı Muhammed el-Beşir’i, geçici hükümeti kurmakla görevlendirdi. Yönetim, 9 Aralık’ta Beşar Esad’ın son başbakanı Muhammed el- Celali ve lideri gibi tebdili kıyafet eylemiş kravatlı el-Beşir’in bir arada göründükleri bir video eşliğinde el değiştirdi.

Suriye’nin bitmeyen çilesi

Bu değişimin “hayırlara vesile olması” temennileri dudaklarda belirirken havalanan İsrail savaş uçakları, Suriye’nin çilesinin daha bitmediğinin habercisiydi. İsrail saldırıları, Şam’ın yanıtlayacağı en büyük sorunun, esasen, rejime temel teşkil edecek bir maddi altyapı kalıp kalmayacağı sorusu olduğunu Suriye’ye hatırlattı.

İsrail’in dört gündür sürdüre geldiği hava akınları ve işgal hareketleri sonucunda Muhammed el-Beşir hükümetine Esad’ın Suriye Arap Ordusu’ndan elle tutulur hiçbir donanım ve altyapı intikal etmediğini söylemek abartı olmaz. İsrail hava akınları, Baas rejiminin halktan topladığı vergilerle 60 yılda kurduğu ve dünya silahlı güç sıralamasında 145 ülke arasında 60. olan Suriye kara, hava ve deniz güçlerinin elindeki savunma ve saldırı sistemleri İsrail saldırıları altında neredeyse tamamen ortadan kaldırılırken, önemli bütün askeri hava ve deniz limanları da işlemez hale sokuldu.

Savunma Bakanı Israel Katz, Salı günü yaptığı açıklamada, İsrail’in Suriye’nin stratejik silah stoklarının büyük kısmını yok ettiğini, iktidarın el değiştirmesinden bu yana uçaksavar bataryaları, askeri hava alanları, silah üretim tesisleri, savaş uçakları ve füzeler dahil saptanan hedeflere 350’den fazla hava akını düzenlediğini söyledi.

İsrail ordusu ayrıca, Golan Tepeleri’nde İsrail ile Suriye arasındaki tampon bölgeye girerek Yom Kippur Savaşı sonrasında 1974’te imzalanan Çekilme Anlaşması’nı ihlal etti. BM Güvenlik Konseyi’ne “olası istikrarsızlığa karşı geçici önlem” olarak bildirse de, tampon bölgede 400 kilometrekarelik bir alanı bilfiil işgal etti.

Sürecin kazananı İsrail

Bunlara, Suriye’nin zaten çöküntü halindeki kamu sektörünün Şam’daki iktidar değişikliği sonrasında büyük bölümü Baas ile bağlantılı kamu çalışanlarının düşman bildikleri şahsiyetlerin devlet dairelerinin başına geçmesinden duydukları kaygılar dolayısıyla iş başı yapmamaları nedeniyle  tamamen durmuş olması da eklenecek olursa durumun ağırlığı daha iyi anlaşılabilir. Farklı din, dil, inanç, etnisitelerden gelen halklarını bir toplumsal ve siyasal yeniden kuruluş hamlesiyle ayağa kaldırmayı başaramadığı takdirde Suriye’nin bu koşullar altında önce bir genel felce, ardından silahlı güçlerin kontrolleri altındaki bölgelerde hakimiyetlerini ilan ettikleri derebeyliklere çözünerek dağılma sürecine girmesi de pekala mümkün.

Silahlı muhalefet güçlerinin Suriye’deki rejim değişikliğinden ne ölçüde ve nerelerde kazançlı çıktığı halen tam olarak belirginleşmemişken rejimin devrilmesinden en büyük kazancı, Beşar Esad yönetiminin çöküşünün altyapısını da hazırlayan İsrail’in sağladığı görülüyor. İsrail, esasen NATO’nun stratejik güç denkleminde tehdit olarak kodlanan “direniş ekseni”ni oluşturan bütün güç merkezlerini -İran, Hizbullah, Hamas – birbirini izleyen saldırılarla çökertir ve zayıflatırken Suriye’deki rejimi ayakta tutan yapı taşlarını da söküp atmış oldu.

Ankara ve Tel Aviv aynı hat üzerinde

İsrail’in askeri operasyonları öte yandan nesnel olarak Ankara ve Tel Aviv’i de aynı hat üzerine yerleştirdi. İsrail Esad’ın müttefiklerini çökertirken Türkiye’nin İdlib’de koruyup kolladığı HTŞ ve SMO’nun da önünü açtı. Rusya ve Şam yönetiminin Suriye’nin diğer bölgelerinden sökerek İdlib’e tıktığı HTŞ’nin silahtan arındırılmasını Astana ve Soçi anlaşmalarıyla yükümlenmiş olan Ankara, bu taahhüdünün tersine, 2016’dan başlayarak tam 8 yıl boyunca HTŞ’nin kılına dokunulmaksızın semirip güçlenmesinin, silahlanarak, eğitimini artırarak, ittifaklarını geliştirerek günden güne büyümesinin en önemli güç kaynakları arasındaydı.

Türkiye, içeride barındırdığı Suriyeli göçmenler, sınırın öte yanında oluşturduğu devşirme Suriye Milli Ordusu (SMO), yeni Suriye’nin ihtiyaç duyacağı, imar, reorganizasyon, sıcak para, ekonomik yatırım gibi birbirinden çok farklı temel ihtiyaçlara en kolay ulaşabileceği “komşusu” olması dolayısıyla niyetlerden bağımsız, nesnel olarak Suriye’nin geleceğinde etkin bir ilişkiye sahip olacak. Ancak bu durum, Türkiye’nin rejim değişikliği dolayısıyla kuvvet dengesinden otomatik olarak İsrail ölçüsünde kazançlı çıkmış olduğu anlamına gelmiyor.

HTŞ, Erdoğan’ı Şam’dan uzak tuttu

Ankara’nın gözü, Şam’da dolaysız bir etki sahibi olmaktaydı. Ancak HTŞ, Baas Partisi’yle zımnî bir anlaşma halinde Şam’da iktidara tek başına el koyarken, Türkiye devşirmesi SMO da dahil, diğer silahlı İslami muhalefet güçlerini geçici hükümet dışına iterek hem bir adım öne geçti, hem Erdoğan’ı Şam’dan uzak tutmuş oldu. Esad’ın devrilmesi ve HTŞ’nin bilfiil Suriye yönetimine el koymasının üstünden günler geçmesine karşılık Erdoğan’ın -Colani ve HTŞ’ye övgü şurada kalsın- adlarını bile anmayışının bu gerilimin yansısı olduğuna kuşku yok.

Ankara’nın önceliği Kürtlerin gün yüzü görmemesi

Gerçi Ankara’nın önceliği, şimdilik, Kürtlerin gün yüzü görmemesi. O nedenle Beştepe’nin dikkatleri Kuzey ve Doğu Suriye’de yoğunlaşıyor. Erdoğan da tıpkı Netanyahu gibi Suriye’deki iktidar değişikliğini öncelikle sınırda, özerk yönetim bölgelerinde askeri-stratejik kazanımlara tahvil ederek değerlendirmeye kalkıştıysa da Tel Rıfat’tan öteye geçemedi. SMO ve SDG Menbiç’te günlerce süren, 281 kişinin öldürüldüğü çatışmalardan sonra ABD aracılığıyla ateşkese vardı. Ancak, Ankara’nın Kuzey ve Doğu Suriye özerk yönetim bölgelerini sistematik olarak ateş altında tutma taktiğinde de herhangi bir değişiklik olmadı. En son Suriye Ordusu’nun bölgeden çekilirken bıraktığı silahlara el koydukları gerekçesiyle SDG güçlerine yöneltilen hava saldırıları, “Suriye’nin diktatörlükten kurtuluşu” kutlamaları kapsamında yandaş medya kanallarının haberleri arasında yer almaya devam ediyor.

Esad rejiminin çöküşünün bir yan ürünü de Bahçeli ve Erdoğan’ın Kürtlere “iç cepheyi” güçlendirme teklifiyle başlattıkları “süreç”in sözde esbabı mucibesinin tamamen tevatürden ibaret olduğunu ortaya çıkartması oldu. Erdoğan’a göre, güya “Vadedilmiş topraklar hezeyanıyla hareket eden İsrail yönetiminin, tamamen dini bir fanatizm ile Filistin ve Lübnan’dan sonra gözünü dikeceği yer […] bizim vatan topraklarımız olacak[tı]”. Ama , tıpkı Hamas, Hizbullah ve İran Devrim Muhafızları güçlerine Filistin, Lübnan, İran ve Suriye’de vurduğu darbelerle “direniş ekseni”ni çökerttiği gibi Tel Aviv, Ankara’yı da, Suriye toprağında kimseye kulak asmadan dilediği gibi at koşturacağı yanılsamasına  kapılacağı bir güç dizilişinin içine itti.

Bu koşullar altında, DEM Parti Eş Genel Başkanı Tuncer Bakırhan’ın bütçe tartışmaları başlarken TBMM’de yaptığı konuşmada Erdoğan-Bahçeli ittifakına yönelttiği uyarı daha büyük önem kazanıyor.

“Türkiye’nin sınırları dışındaki Kürtler, Araplar ve Türkmenler Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının akrabaları, soydaşlarıdır, bunlarla iyi ilişkiler kurulması uzun vadede bölge barışı için son derece önemlidir. Konjonktürel güç dalgalanmalarını ve dönemsel değişim zeminlerini bölgesel barış arayışlarının önüne koymak orta ve uzun vadede bu topraklara ve halklara yapılmış en büyük kötülük olacaktır. Daha önce de belirtmiştim, Türkiye, sınırları dışında yaşayan Kürtlerle hasımlık değil hısımlık yapmalıdır. Hasımlık Türkiye’ye kazandırmaz, hısımlık kazandırır.”

Erdoğan Kürtler’e Netanyahu’nun Filistinliler’e baktığı gözle bakıyor

Ne var ki, bu konuşmanın mürekkebi kurumadan Rojava’ya yağdırılan SİHA saldırıları, tank ve top mermilerinin gümbürtüsü arasında kabine toplantısında dile getirdiği şu sözler, kapıldığı güç zehirlenmesinin Erdoğan’ın olan biteni kavramasını daha da güçleştirdiğine bir örnek:  “[…] Bölücü örgütün Suriye uzantısının, kargaşayı fırsata çevirmeye dönük aşırı heveskar tutumunu da dikkatle takip ediyoruz. Kendi akıllarınca faklı hesap yapanlara şunu hatırlatmak zorundayım: Çakal ne kadar hile bilirse, kurt da o kadar yol bilir” diyerek Kürtlerin Suriye’nin yeniden kuruluşuna eşit hakla katılma istek ve çabalarını aşağılamaya girişen Erdoğan kendisinin Kürtlere bakışının Netanyahu’nun Filistinlilere bakışı ve söyleminin tekrarından ibaret olduğunu duymuyordu bile.

Esad yönetiminin sonunun Suriye ve bölge halkları için yeni bir başlangıç oluşturabilmesinin, boşluğunu doldurmaya talip olanların onun sonunu getiren tekçilik, despotizm ve mezhepçilikten arınmış bir dil ve zihne ulaşmalarıyla mümkün olabileceği apaçık. Suriye’nin muhtaç olduğu yeniden kuruluşun tohumları, Kürtlerin çok dilli, çok kültürlü, yerelden ve yerinden yönetilen özerklikler toplamına dayalı öz yönetim pratiklerinde yeşeriyor. Bu, İsrail’in darbeleri altında dişleri sökülen Suriye’nin, Türkiye’nin baskıları altında derebeylikler halinde dağılmamasının da en önemli imkanı: Rojava yaşarsa, Suriye de yaşar.
________________________
Yeni Yaşam, 13 Aralık 2024