Kapitalizmin işleyiş tarzı doğayı kurutarak Türkiye ve dünyayı bir kıvılcımla tutuşacak hale getiriyor; sermaye ve devlet ise “benden sonra tufan” ilkesiyle yönetime ve kamu mülküne el koymak ve muhalefeti bastırmak kastıyla memleketi ateşe veriyor.
Yaz boyunca tarihin en büyük orman yangınlarında neredeyse, ağaçlık ve makilik her yer tutuştu. Ama yaz bitse de yangınlar bitmiyor. Temmuz Ağustos’ta Güneybatı Ege’de -Muğla, Aydın, Denizli ve ilçeleriyle, Batı Akdeniz’de Antalya ve ilçelerini kasıp kavuran yangınlar şu sıralar ülkenin öbür ucunda Bingöl, Dersim ve Diyarbakır’ın ormanlarını yok ediyor.
“Ormanları kim yakıyor?” Ergenekoncu ve faşist odaklar yangınlar başlar başlamaz bu soru ve hazır cevabını yangınlardan da hızlı bir biçimde yaymaya başladılar. Yangınla birlikte bir Kürt düşmanlığı dalgası dilden dile dolaşmaya başladı. Yangınları PKK çıkartıyordu. “PKK’liler Kürt olduğuna göre, her Kürt PKK’li sayılırdı. Zaten PKK Akdeniz’e inmeye çalışıyordu. Güzel ülkemiz bir yangın kuşağıyla kuşatılıyordu. Öyleyse yangınları Kürtler çıkarıyordu.”
Bir anda, Güneybatı Ege ve Batı Akdeniz’in ilçeleri ve kırsal alanlarında kendi kendilerini görevlendirmiş çeteler zuhur etti ve Kürt avına çıktılar. Yollar kesiliyor, ne idüğü belirsiz başıbozuklar GBT kontrolüne kalkışıyor; tipini beğenmediklerini ve Kürde benzettiklerini linç ediyorlardı. Bu güruh “üç hilalleri” “kurt başlarıyla” boy gösteriyor; yok olan orman varlığını kendi varlıklarıyla ikameye girişiyorlar, spontane bir ikili iktidar yoklaması çekiyorlardı.
Tarihin cilvesine bakın ki, beyaz faşistlerin tutuşturduğu, ayaktakımının yerelleştirmek için çırpındığı bu komplo teorisini çökertmek bir yandan İçişleri Bakanlığı ve Vali ve kaymakamlar, öte yandan PKK’ye düştü. Valiler, ırkçı medyanın dezenformasyonuna karşılık, yangınların sabotaj eseri olduğuna dair hiçbir kanıt olmadığını peşpeşe açıklarlarken, KCK Yürütme Konseyi de Yangınların Kürtler ve PKK’liler tarafından çıkarıldığı yönündeki haberlerin “tamamen yalan ve bir özel savaş uydurması,” olduğunu açıkladı ve “halkın acısını paylaştı.”
Böylece, bir iç savaş kışkırtması boşa çıkarken kamuoyu yeniden memleket ve dünya gerçeklerine döndü ama bu kez de doğuya özgü ifrat-tefrit sarkacının kucağında kendisini her şeyi küresel iklim krizine bağlarken buldu. Orman yangınlarında idarenin, toplumun, ekonominin ve siyasetin özgül rolü neredeyse bütünüyle göz ardı edilir oldu. Irkçı komplocuların “yangınları kim çıkarıyor” sorusunu, “Kürtler çıkarıyor” yanıtını vermek için sordukları gerçekti. Linç iklimi yaratma peşinde oldukları doğruydu. Elbette doğru soru “yangınları kim çıkarıyor” değil, “yangınlar neden çıkıyor ve neden söndürülemiyor” olmalıydı.
Küresel iklim krizi ancak bu bağlamda güçlü bir açıklama çerçevesi sunuyor. Evet küresel iklim krizi ve onun yol açtığı küresel ısınma bir yandan ormanların kendiliğinden tutuşma olasılığını çok yukarı çekmekle birlikte, yangınların büyük çoğunluğunun insanın elinden çıkan ilk kıvılcımla başladığı gerçeğini ortadan kaldırmıyor. İkincisi, insan eliyle dünyanın başına getirilmiş bir felaket olarak bizzat küresel ısınma ve küresel iklim krizinin başrolünü devlet ve sermayenin oynadığı büyük bir yıkımdan ibaret olduğu gerçeğini çırılçıplak ortaya çıkarıyor.
Son yangın dalgasına bu açıdan yaklaştığımızda sadece Manavgat’ta 80 binden fazla futbol sahası genişliğindeki 60 bin hektar ormanlık alanı, içindeki bütün canlılarla birlikte yok eden ve 10 gün sonra kontrol altına alınabilen yangının bir MHP’li lümpen tarafından çıkartıldığı doğrudan doğruya kız kardeşinin tanıklığı ve kendi itirafıyla kesinleşti. Bu yangını para karşılığında çıkartmıştı. Azmettirenler henüz yakalanmadı ama Batı Ege’deki orman yangınlarının, ormanlık ve makilik alanların 2B kapsamına sokulmak üzere çıkarıldığı artık bir bedahat.
Bingöl ve Dersim yangınlarının ise, yalnızca son ay içinde değil on yıllardır devletin “ayaklanma bastırma” faaliyeti kapsamında yakılmakta olduğu dünyaca bilinen bir hakikat. Amaç isyancıların barınmasını önlemek ve kırsal nüfusu geleneksel yaşam alanlarından uzaklaştırarak, gerillanın halk desteği damarlarını kesmek. Bu üstelik, Türkiye’nin Osmanlı’dan devraldığı en eski gelenek: 1880’lerde Dersim’i baştan başa dolaşan Ermeni seyyah Antranik’in seyahatnamesinde 1887-88’de Abdülhamit’in Dersim ormanlarını neden ve nasıl yaktırdığı şöyle anlatılıyor: “Sultana, Dersim’in korku salan heybetli dağlar ve ormanlarla kaplı bir doğaya sahip, tarifi imkânsız bir konumu olduğunu; ormanlardaki her bir ağaç ve dalın Osmanlı ordusuna karşı bir adım bile geri atmadan savaşan bir asker olduğunu; o ormanlar var oldukça Dersim’in yenilmez kalacağını anlattılar. Sultan bu sefer Dersim’in ormanlarını yakmaya, tüm o yüce dağları çıplaklaştırmaya karar verdi. Amacına ulaşmak için Batum’dan Dersim’e, Trabzon üzerinden büyük miktarda petrol getirtti. Her şey hazır olduktan sonra, Kuzuçan ve Çarsancak’tan başlayarak petrolü ormana serpip ateşe verdiler.”
Kapitalizmin işleyiş tarzı doğayı kurutarak Türkiye ve dünyayı bir kıvılcımla tutuşacak hale getiriyor; sermaye ve devlet ise “benden sonra tufan” ilkesiyle yönetime ve kamu mülküne el koymak ve muhalefeti bastırmak kastıyla memleketi ateşe veriyor. Orman yangınlarının gerisindeki basit ve somut hakikat bundan ibarettir. Yangınlara karşı en somut ve etkili önlem diktatörlüğü bütün takım taklavatıyla alaşağı etmek ve halk iktidarını kurmaktan geçiyor.
Yorum yazabilmek için oturum açmalısınız.