Önce bir ekolojik ve toplumsal özgürlük ittifakı

Diğer mücadele güçleriyle bir araya gelmeksizin, birlikte bir durum değerlendirmesi yapmaksızın ayrıntılı ve saat gibi işleyen bir ortaklık planı ileri sürmek gereksiz bir iddia olur. Önemli olan, toplumsal muhalefet güçlerinin yeniden kuruluş bağlamında sahip oldukları potansiyellerin idrakine varmaları ve çoğulluklarının sunduğu imkanlardan hareketle kararlı ve esnek bir daimi hareket üssüne kavuşmaları gerekliliğini karşılıklı teyit etmeleri…

Hayat, görünüşte toplumun 31 Mart tercihleriyle metropollerde siyasetin “birinci gücü” konumuna yükselen “ana muhalefet”in gerçek eylemleriyle, kendisini o konuma yükselten radikal değişim iradesinden gitgide uzaklaşmakta olduğuna ilişkin inkâr edilemez hakikatlerle akıp gidiyor. 

31 Mart 2024 yerel seçimleriyle Türkiye’de müesses siyasetin bir kırılmaya uğradığı, bu kırılmanın bir rastlantı olmayıp bilinçli insan eylemiyle gerçekleştirilmiş bir siyasal sonuç olduğu apaçık bir hakikat. Ancak bu kırılmanın ortaya çıkardığı yeni güç dizilişinin ima ettiği siyasal özgürlük imkanlarının gerçekliğe dönüşmesi, mevcut öznelerin eylemleriyle tanımlanan siyasal alanın halkların taleplerinin gerçekleştirilebileceği bir manevra sahası olabilmesi, bu alana “dışarıdan” bir müdahale gerçekleşmedikçe, sönümlenen bir hayal olmaktan öteye geçmeyebilir. 

Militarizm tartısında “ana muhalefet”

Bu bağlamda en çarpıcı göstergelerden biri “Kıbrıs İşgali”nin 50. Yılı münasebetiyle Lefkoşa/Nicosia’ya 20 Temmuz’da yapılan devlet çıkartmasıydı. 

Bu çıkartma öncesinde Numan Kurtulmuş’un Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) Başkanlığı tezkeresiyle Genel Kurul’a taşıdığı Kuzey Kıbrıs’ın “ilhakı” anlamına gelen karar hiçbir görüşme olmaksızın ve karşı tek bir görüş ifade edilmeden oybirliğiyle kabul edilmişti. 

Kararda şöyle deniyordu: “[…] İki devletli çözüm siyaseti, Akdeniz bölgesinde istikrar ve kalıcı barışı sağlamanın da yegâne yoludur. Ada’da iki ayrı halkın ve iki ayrı devletin varlığı daha fazla göz ardı edilmemelidir. Kıbrıs meselesinin çözümüne yönelik teşebbüslerin bu gerçek üzerine inşa edilmesi şarttır. Kıbrıs Türk Devleti’nin uluslararası toplumun bağımsız ve eşit egemen bir üyesi olarak hak ettiği yeri alması daha fazla tehir edilemez. 

“[…] Kıbrıs Türkleri, sonsuza kadar bağımsız devletlerinin çatısı altında ve kendi bayraklarının gölgesinde barış, huzur ve güvenle yaşamaya devam edecektir.”

TBMM bu güneşli havada gök gürlemesi kabilinden kararıyla Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kuzeyinde 50 yıldır süre giden fiili durumu ebedileştirerek Türkiye’nin Kıbrıs’ı de facto olarak bölen askeri varlığını adaya geri dönülmezce yerleştirmeye karar verdiğini, Kıbrıs’ta bir “bağımsız devlet” kurulacağını ilan ediyordu. 

Türkiye’yi Kıbrıs Cumhuriyeti ve Kıbrıs’ın diğer iki garantör devleti Yunanistan ve Birleşik Krallık’ın yanı sıra Birleşmiş Milletler ile de doğrudan çatışmaya sokan, Kuzey Kıbrıs’ı “müstemleke” derekesine düşüren bu hamleyi, “Annan Planı”nda ifadesini bulan “iki toplumlu, iki bölgeli bağımsız Kıbrıs Cumhuriyeti” için oy kullanan Kıbrıslı Türkler derhal reddettiler. 

Adanın kuzeyindeki önde gelen demokratik kitle örgütleri bu “çıkartma”ya karşı ortak açıklamalarında “Kıbrıslı Türklerin iradesini yok sayan, uluslararası hukuku, anlaşmaları yok sayan bu tezkere[nin] ne geçerli ne de kabul edilebilir [olduğunu]” dile getirdiler.

“Ayrılıkçı, hamasi söylem ve kararlar[ın], BM Güvenlik Konseyi kararlarını tanımama ve mevcut statükonun devamını talep etmekten başka bir anlam taşıma[dığını]” açıkladılar. 

 “Bir kez daha hatırlatmak isteriz; Biz Kıbrıslı Türkler Kıbrıs Cumhuriyeti’nin siyasi eşit ortağıyız. Egemenlik hakkımızdan taviz vermemiz söz konusu değildir […] irademize saygı gösterilmesi gerekliliğinin bir kez daha altını çiziyoruz. Ne yama ne rehin olmak istiyoruz.”

Kıbrıslı Türkler’i isyan ettiren bu TBMM kararına “ana muhalefet”in ne Ankara’da ne Lefkoşa/Nicosia’da bir itirazı oldu. Tam tersine, CHP Genel Başkanı, güle oynaya “aile fotoğrafı”na girerek, partisinin Ankara’nın ilhakçı, hegemonyacı, irredantist bölge siyasetiyle bir ihtilafı olmadığını dünyanın gözüne sokmakta tereddüt etmedi. 

Bunun, tamamen simgesel ve törensel bir rutinden ibaret olduğunu düşünmek, özellikle 31 Mart sonrası iklimde yüzeysel ve yanıltıcı bir yargı olur. Türkiye’nin askeri mevcudunun 10’da birine yakın -60 bin- askerin konuşlu olduğu adadaki deniz aşırı askeri harcamaların toplumun sırtına bindire geldiği mali yük bir yana, Türkiye iç politikasını rehin alan militarist zihniyetin, yabancı düşmanlığının, işgalciliğin, genişlemeciliğin topluma sirayetine zemin sağlayan Kıbrıs işgali karşısında takındıkları tutum, Türkiye’nin politik aktörlerinin demokratik kapasiteleri bakımından hep bir turnusol kağıdı olagelmişti. Ne yazık ki, “ana muhalefet”in yeni “lideri” kendisini “birinci güç” konumuna yükselten iradenin “antimilitarist” bileşenine arkasını dönmekte bir kusur görmedi. Bu tutum, ayrıca “Kürt Sorunu”nun “Kuzey Irak”a ve “Kuzey ve Doğu Suriye”ye asker göndererek bastırılmasına yönelik “tezkereler”in “ana muhalefet”in kabul sınırları içinde kalmaya devam edeceği karinesini ister istemez beslediği için de ayrıca önemli. 

Toplumsal muhalefet tartısında “ana muhalefet”

31 Mart seçim sonuçlarının yol açtığı politik ve toplumsal güç dizilişininin ima ettiği siyasal seçenekleri okuma biçimi, ana muhalefet”in toplumsal muhalefetin duygu ve düşüncelerine ilişkin idrakinin sınırlarını göstermesi bakımından en az “militarizm” karşısındaki tutumu ölçüsünde, hatta ondan da çok önemliydi. 

Özgür Özel, “birinci parti”nin “birinci adamı” olarak 31 Mart yerel seçimlerinin ardından yaptığı durum değerlendirmesinde şunları söylemişti: “31 Mart seçim sonuçlarını erken seçim çağrısı için araçsallaştırmayacağım. Çünkü meydanlarda söz verdim. Dedim ‘bu bir genel seçim değil yerel seçim. Belediye başkanı seçeceksiniz, hükümete sarı kart göstereceksiniz’ […]. Benim dediğim çok net, ben asla erken seçim istemeyeceğim diye bir şey demedim […] Ben erken seçim karşıtı değilim, yapılacak ilk seçimi kazanacağımı düşünüyorum. 31 Mart’ta ‘MHP’liler verin oyu, iktidarı değiştirmeyeceksiniz, sadece sarı kart göstereceksiniz’ deyip, ertesi gün ‘hadi erken seçim’ dersen ‘olmaz’ dedim. Ama dediğiniz gibi bu trend böyle sürer, bir yıl sonra sürdürülemez duruma gelir, bu hayat pahalılığı, enflasyon düşürülemez. Hayat pahalılığı artar ve millet ‘yeter artık’ derse biz de ‘yeter artık, bırakın artık. Biz gelelim. Bu işi toparlayalım’ deriz.” 

Özel’in CHP’nin toplumsal muhalefetle ilişkisini okuyuşunun sahadaki gerçeklerden çok, bir “sağcı seçmen teveccühü” yanılsamasından türediğini görmek için yalnızca İstanbul’da, bir yıl arayla gerçekleşen iki seçimi karşılaştırmak yeter de artar. 

14 Mayıs 2023 genel seçimlerinde İstanbul’da CHP’nin aldığı oy sayısı 2 milyon 847 bin 763, Yeşil Sol Parti’ninki 818 bin 738 ve TİP’inki 420 bin 740’tı. 

31 Mart 2024’te, oyların parti listelerine verildiği İl Genel Meclisi seçimlerinde CHP 3 milyon 970 bin 679 ile oyların yüzde 45,68’ini alırken, bu seçime Yeşil Sol Parti yerine katılan DEM Parti 151 bin 46 oy, TİP 65 bin oy almıştı. 

Yeşil Sol’un 14 Mayıs’ta aldığı 818 bin 738 oydan DEM Parti’nin 31 Mart’taki 151 bin 46 oyunu ve TİP’in 14 Mayıs’ta aldığı 420 bin 740 oydan 31 Mart’taki 65 bin oyunu çıkartarak kalanları CHP’nin 14 Mayıs’ta aldığı 2 milyon 847 bin 763 oya eklediğimizde elde ettiğimiz toplam 3 milyon 871 bin 195 oy, CHP’nin “birinci parti” olduğu 31 Mart’ta İstanbul’daki İl Genel Meclisi seçimlerinde aldığı 3 milyon 970 bin 679 oydan yalnızca 99 bin 484 eksik. Yani İstanbul’da bir yıl arayla gerçekleşen iki seçim arasında, CHP’ye iki büyük solcu seçmen bloku dışından -yani MHP, AKP ve diğer ırkçı ve dinci partilerden- toplam oyunun yalnızca 1/40’ı kadar oy gelmişti. 

“Ana muhalefet” ve direnç dinamikleri

Siyasal taktik kurarken, esasen bu aritmetiğe başvurmadan da pekala görebileceği gibi Özel, kendi partisine teveccüh etmiş olmadığı aşikar muhayyel sağcı seçmenin ağırlığını tartıya vururken ne kadar ince eleyip sık dokuyorsa İstanbul’daki toplam oyunun 1/3’ünün geldiği solcu ve Kürt seçmenin beklentilerini o kadar kolayca görmezden gelebiliyor. Bu bir “kadirbilmezlik” mi? Öyle anlaşılması da mümkün ama bu yaklaşım daha çok, Özel ve CHP seçkinlerinin siyaseti esasen değişim dinamikleri değil direnç dinamikleri açısından okuduklarını ya da öyle okuduklarının sanılmasını istediklerini yansıtıyor. Bu arka plandan koparıldığında rejimin itibarını onarmaktan, Erdoğan’a su kadar muhtaç olduğu siyasal zamanı bağışlamaktan başka bir anlama gelmesi mümkün olmayan “normalleşme” taktiğine Özgür Özel’in bunca siyasal sermaye yatırması, ancak bu bağlam içinde akli bir açıklamaya kavuşabiliyor. 

Öte yandan zaman, yalnızca iktidarın değil, “ana muhalefet”in de sorunu. Doğrusu, “Millet İttifakı”nın dağılması sonrasında CHP’nin değişim ufkundaki “yeni düzen”in ne olduğunu bilmiyoruz. Artık sözcülerce telaffuz dahi edilmediğine göre, bu düzenin “6’lı Masa”nın icadı “güçlendirilmiş parlamenter rejim”olmadığı söylenebilir. Ama CHP’nin onu ikame eden billurlaşmış bir programatik hedefi olduğu da kuşkulu. Bununla birlikte hedef kitle AKP’li MHP’li “amcalar, teyzeler” olduğuna göre, CHP kurmaylarının mevcut koşullarda Kılıçdaroğlu dönemindeki gibi, muhalefeti “rejimin gayri meşruluğu” üzerinden sürdürmektense, “Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi” denilen ucubenin çeşitli ıslahatlarla bir tür “yarı başkanlık” veya “denge ve denetleme organları” güçlendirilmiş bir başkanlık rejimiyle ikamesini bir siyasal seçenek olarak “çalışıyor” olmaları pekala mümkün. Dahası, “AKP’li, MHP’li amca ve teyzeler” söyleminin gerçek bir seçmen grubundan çok, mutasavver bir CHP iktidarı sürecinde muhafazakar ve otoriter seçkinler ve büyük sermayeyle gerçekleştirilecek “co-habitation” müzakerelerindeki olası muhatapları kodluyor olması çok daha mümkün. “Güçlendirilmiş parlamenter rejim”i ikame edecek, “hukuk devleti” bağlamında kabul edilebilir seçeneklerden oluşan bir “geçiş rejimi” tasavvurunu kurgulama sıkıntıları dolayısıyla muhalefetteki “birinci parti”nin de en azından iktidardaki “ikinci parti” kadar zaman kazanmaya ihtiyacı olduğunu düşünmek için neden var. 

Bunlar olasılıklar. Ancak, mutlak sonuç şu: İktidar adayı haline gelmesini sistem dışı sol ve Kürt seçmenlerin teveccühüne borçlu olmasına karşın “ana muhalefet”in izlemekte olduğu ve nihai formülüne büyük olasılıkla Özel’in kaygıları doğrultusunda kavuşacak taktiğine toplumda ve devlette “radikal bir değişiklik” hedefi veya -aşağıdan bakarak söylersek- beklentisi yön vermiyor. “Normalleşme” parolası, esasen “ana muhalefet”in taktiğinden beklenecek olanların genel çerçevesini de çiziyor.  

“Ana muhalefet” ve Kürtler

“Ana muhalefet”in 31 Mart’ta iktidar bloku karşısında kat ettiği göreli olarak büyük mesafenin alınmasında Hatay dışındaki bütün büyük şehirlerde Kürt seçmenin kimi kent ve ilçelerde DEM Parti’nin “kent uzlaşması” kapsamında, kimi kent ve ilçelerdeyse kendi inisiyatifleriyle oylarını CHP’nin Belediye Başkan adaylarına vermeleri mutlak belirleyici olmuştu. Ancak ülkedeki siyasal iklimin topyekün değişmesinde Kürtlerin Kürdistan’daki en etkin ve güçlü muhalefet dinamiği olarak DEM Parti üzerinden AKP’ye karşı yükselttikleri muhalefet ve AKP’den aldıkları milletvekillikleri ve kayyım işgalinden kurtardıkları belediye başkanlıkları ve İl Meclis üyeliklerinin en az metropollerdeki güç kayması kadar büyük önemi vardı. CHP’nin “ülke sathında” iktidar adayı olarak öne çıkmasını belirleyen en önemli değişken Kürtlerin takip ettiği taktik siyasetlerdi. 

Ancak, 31 Mart’tan bu yana Kürtler’in Kürdistan ve metropollerdeki varlık ve hakları “ana muhalefet”in geleceğe ilişkin herhangi bir planı kapsamında ifadesini bulmuyor. Yerel yönetimlerde iki veya çok dille hizmet konusunda Kürt belediyelerin kaşılaştıkları engel ve saldırılar, kayyım atamaları ve atama girişimleri, Kürtçe konuşma, Kürt dili ve kültürünün gündelik yaşamda veya habercilik, gazetecilik, sosyal medya, sanat ve bilim alanındaki ifade ve kullanımlarına yönelik yasal, idari ya da keyfi engelleme ve saldırılar CHP muhalefetinin konuları ya da bileşenleri arasında değil, ya da çok seyrek ve ancak ikincil bağlamlarda gündeme gelebiliyor. 

Oysa, Türkiye’de anadiline, kültüre, kimliğe yönelik baskıların neredeyse tamamı Kürtlere yönelik. Cezaevlerindeki siyasal tutsak nüfusunun neredeyse yarısını, sol siyasal tutsak nüfusunun yüzde 80’ini Kürtler oluşturuyor. İşkence, kötü muamele, gözaltında kayıp mağdurlarının çok büyük çoğunluğu Kürtler. Ancak, arşivlerdeki “Kürt Raporları” dışında müstakbel CHP iktidarında Kürtlerin muhtemel statüsüne ilişkin hiçbir gerçek tasavvurdan söz edilmediği gibi, süregiden ve Irak ve Suriye hükümetleriyle işbirliği halinde kapsamının yeni planlarla genişletilmesine çalışılan “savaş”ın “normalleşme”nin nersinde durduğuna dair herhangi bir ipucu da yok. 

Ne yapmalı? 

8 Ağustos’ta önceleri AKP seçmeni de olan Bursa, Karacabey çiftçileri traktörlerini İzmir otoyoluna sürerek, hükümetin tarım politikalarını protesto ettiler. Üzerlerine yollanan jandarma ve polisin saldırılarına karşı koyarken, yükselttikleri çağrı, ne “Kıbrıs’ta iki devletli çözüm”, ne diktatörlüğün “normalleşmesi”ne ilişkindi. Ekonomik sıkıntılarından yola çıkmışlardı ama dile getirdikleri talep yalnızca ekonomik sorunlarının ifadesinden ibaret değildi. Mücadelelerini yurttaşların bütün öteki yurttaşlarla temasa geldikleri alana, siyasete taşımışlar ve bu manada “siyaset erbabı”nın önüne geçmişlerdi. 

Dönemin taktik siyasal çağrısı

Üreticiler, siyasetin yönününü bulmak için gereksindiği “dışarıdan” müdahale kaynağının her zaman aranması gereken yerde açığa çıkmak üzere yoğunlaşmakta olduğunu hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak bir kesinlikle ifade ettiler. Dönemin taktik siyasal çağrısı, doğrudan üreticilerin dilinde ifadesine kavuştu: “Hükümet istifa.” 

Bu evre artık fiilen arkada kaldığına, toplum siyasetin doğrultusunu yüksek sesle ifade ettiğine göre, siyasetin önümüzdeki ilk görevi bu, miyadını doldurmuş egemenlik biçiminin ikamesine yönelik tarz, yöntem ve süreçleri ortaya çıkarmak ve pratiğe sokmak üzere tüm toplumsal muhalefet dinamiklerinin ortaklaşa mücadele zeminin bilinçli ve sistematik inşası hedefiyle harekete geçmek olmalıdır.

Antikapitalist güçlerin toplumsal ittifakı

“Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi” adı verilen iktidarın bir “olağan” yönetim aygıtı değil, 15 Temmuz 2016’dan bu yana faşizmi kurumsallaştırmak hedefiyle halklara savaş açmış bir olağanüstü rejim biçimi olduğu hakikatinden hareketle varılacak mantıksal çıkarım, “ortaklaşa mücadele zemini”nin diktatörlükle çatışma halindeki tüm güçleri kapsaması gerektiği olmalıdır. Bununla birlikte, 2018-19 ve 2023-24 seçim ittifakı deneyimlerinin bilgisinin de ima ettiği şekilde ilk adımı programatik düzlemde antikapitalist hareket ve güçlerin bir genel durum değerlendirmesi hedefiyle bir araya gelerek atmalarının ardından, bu buluşmanın ortaya çıkaracağı perspektiflerden hareketle mücadeleyi diğer muhalefet güçleriyle ortaklaştırmaya yönelik sonraki adımları atmanın sağlıklı bir ilerleme imkanı sunacağı öngörülebilir. 

Bağımsız eylem 

 “Ana muhalefet”in yaklaşım ve davranışları üzerinde başlangıçta uzun boylu durulmasının nedeni bu aşamada daha iyi anlaşılabilir. Yukarıda kabaca sergilenmeye çalışıldığı gibi, antikapitalist güçlerin 2023 genel seçimleri ve 2024 yerel seçimlerinde gerek toplumsal, gerekse politik mücadeleler düzeyinde faşizmin kurumsallaşmasını durdurmak kastıyla verdikleri siyasal destek ve kurulan seçim ortaklıklarının “ana muhalefeti” son 24 yıldır elde edebildiği en yüksek siyasal başarıya ulaştırmadaki katkısı tartışılmaz. 

Buna karşılık, açık bir toplumsal sözleşmeye bağlanmamış olan bu fiili ittifakın “ana muhalefeti” birinci parti düzeyine yükseltmesine karşın, “birinci partinin” toplumsal muhalefetin taleplerini siyasal gündeme taşımak konusunda gözle görülür bir sorumluluk üstlenmediği, tersine, işe yarayacağı ve sonuç alacağı kuşkulu ve tartışmalı bir iktidara yürüyüş planı kapsamında toplumsal muhalefetin sayısal gücünü arkasına alarak rejimle kendi hesabına pazarlıklar yürütmekte kendisini tamamen özgür hissetmekte olduğu 31 Mart’tan bu yana kaydedilen bütün gelişmelerle doğrulanıyor. 

Bu nedenle tıpkı doğrudan üreticilerin kendi dolaysız talep ve amaçları gereğince harekete geçip siyasal hedefleri kendi gerçekliklerinden hareketle ortaya koymaları gibi, toplumsal muhalefetin de hem tabanda gelişen hareketlerin enerjisinden güç toplamak hem de rejimin geriletilmesindeki kendi payının “ana muhalefet” tarafından siyaseten teslimini sağlamak üzere bağımsız eyleminin gücünü sergileyebileceği, daha da önemlisi muhalefeti temsili bir ilişki olmaktan çıkaran, onu parlamentoyu dışarıdan kuşatan toplulukların birbirlerine eklenerek oluşturdukları bir kitle hareketine dönüştüren bir muhalefet tarzını benimsemesi yerinde olacaktır. 

Kürtlerin eşit haklı muhataplığı

Nihayet, son 30 yıl boyunca “otoriter cumhuriyet” egemenliği altında elde edilmiş demokratik kazanımların hemen hepsinde büyük bir rol ve pay sahibi olmasına karşılık, rejim çökmeye yüz tutar ve Türkiye bir “yeniden kuruluş” eşiğine gelirken Kürt halkının ve politik sözcülerinin eşit haklı muhataplar olduklarının tesliminden kaçınılarak siyasal alanda “görünmez” kılınmalarına bir an önce son verilmesi de gelecekteki demokratik dönüşümün en önemli gereksinimlerinden biridir. 

Türkiye’nin çok kimlikli, çok kültürlü toplumsal hakikati kendisini nasılsa öyle ortaya koymadıkça, tekçi kabuller aşağıdan eşit güçle sorgulanmadıkça demokratik dönüşümler Kürtler ve diğer ezilen kimlikler için yalnızca gerçekleşmemiş olmakla kalmayacak, Kürtlere sömürgecilik olarak dayatılan hakimiyet şekli, bütün toplumu bir ırkçı cendere içinde boğmaya devam edecektir. 

“Ana muhalefet”i dönüştürme sorumluluğu 

Bütün bu nedenlerle, kendi eylemlerimizle fiilen rejimin karşısındaki en önemli ve kapsayıcı muhalefet üssü konumuna getirmiş olduğumuz “ana muhalefet”i tabanı ve çatısıyla, korkuları, kısıtları ve kaygıları kadar, güçleri ve zenginlikleriyle de geniş ve dinamik bir demokrasi ittifakına taşıma sorumluluğu halen omuzlarımızda durmaya devam ediyor. Bu değişim bilinçli ve aktif bir toplumsal ve politik alış veriş olmaksızın asla kendiliğinden gerçekleşecek değildir. 

Bununla birlikte böylesi bir geniş ittifakın inşasında tutulacak ana halka, antikapitalist toplumsal muhalefet güçlerinin kendi bağımsız eylemleriyle gövdelerini ortaya çıkarmaları, eski tabirle “ispat-ı vücut” eylemeleri, koşulların gündeme taşımakta olduğu “ekolojik ve toplumsal özgürlük itifakı”ndan aldıkları güçle “vazgeçilmezlik”lerinin tanınmasını sağlamaları ve aşağıdan yukarıya doğru bir değişim gücünün eşlik etmediği bir yeniden kuruluşun imkansızlığını sergilemeleri gerekecektir. 

Diğer mücadele güçleriyle bir araya gelmeksizin, birlikte bir durum değerlendirmesi yapmaksızın ayrıntılı ve saat gibi işleyen bir ortaklık planı ileri sürmek gereksiz bir iddia olur. Önemli olan, toplumsal muhalefet güçlerinin yeniden kuruluş bağlamında sahip oldukları potansiyellerin idrakine varmaları ve çoğulluklarının sunduğu imkanlardan hareketle kararlı ve esnek bir daimi hareket üssüne kavuşmaları gerekliliğini karşılıklı teyit etmeleri…

Binbir olasılığın her birinin ötekileri çeldiği kararsızlık anlarında, kararlı eylemin bütün öteki olasıkları yeniden sıraya dizmesi bağlamında söyleneni birbirimize hatırlatabiliriz: “Önce savaşa tutuşulur… sonra ne olacağı görülür.”

____________________________
dibnot, 14 Ağustos 2014