Muhalefetin can damarı: Halk!

“Yaklaşan felaket” gerçek yaşam ile siyasal temsili birbirlerinden öylesine koparıyor ki, üsttekiler “buhran” ile çıkıp gelecek bilinmezliklerle panikleyip karabasanlar içinde çırpınırken alttakiler “buhran”ın “siyaset sınıfı”nı da “bütün o eski pislik”le birlikte sel gibi önüne katıp götürdüğü gündüz düşleri görüyorlar.

“Buhran” şiddetlenerek sürüyor. Dolar/TL kurunun yalnızca geçtiğimiz Perşembe günü 24 kuruşluk yükselişi dış borcun 100 milyar TL’den fazla artmasına yol açtı; 2020 başında kişi başına 9 bin 127 dolar olan milli gelir bir günde 7 bin 139 dolara geriledi. 

Bu çarpıcı mali göstergeler ekonomik, politik, toplumsal, kültürel, diplomatik, askeri ve sağlık ve eğitime dair göstergelerle bir arada, gerçek bir “buhran”ın Türkiye’yi boydan boya kat edişini gözler önüne seriyor. Buna karşılık, “buhran”ın gerçekliğiyle siyaset sınıfının diline yansıyışı arasında dehşet verici bir ıraksama var: Erdoğan COVID 19 patladığı sırada halkı, “böyle giderse evdeki çamaşırınıza bile el koyarım” diye tehdit etmişti. Ama “buhran” derinleştikçe “uçan halı” masalları anlatmaya başladı. Kılıçdaroğlu, dört ay önce haklı olarak “buhran” diye nitelediği anafor yakına geldikçe, Aziz Nesin’in öyküsündekiler gibi, “Yok, yok o değildir…” der oldu. Sanki görünmez bir el aynı anda bütün siyaset esnafının zihniyle toplumsal gerçeklik arasına ışık geçirmez bir perde çekiyor ve onları aynı dilsizlikte ortaklaştırıyor: “’Buhran’ mı? Yok, yok, o değildir. Şuyuu vukuundan beter!” 

Bu siyaset manzarası “buhran”ın dışavurumlarından biri sayılabilir bir bakıma. “Yaklaşan felaket” gerçek yaşam ile siyasal temsili birbirlerinden öylesine koparıyor ki, üsttekiler “buhran” ile çıkıp gelecek bilinmezliklerle panikleyip karabasanlar içinde çırpınırken alttakiler “buhran”ın “siyaset sınıfı”nı da “bütün o eski pislik”le birlikte sel gibi önüne katıp götürdüğü gündüz düşleri görüyorlar.

Geçtiğimiz Cuma, Kapalıçarşı piyasasında Türk Lirası baş aşağı çakılırken AKP Genel Başkanı Erdoğan, beş yüz metre ileride Ayasofya çıkışında Cumhurbaşkanı kılığında, durumu “ekonomi uçuyor” diye özetliyordu. Nasıl uçuyordu ekonomi? “2002’de 1 milyon 88 bin olan buzdolabı satışları 2017’de 3 milyon 107 bine, 2019’da ise 2 milyon 486 bin adede çıkmıştı” da ondan! Nüfusla orantılı olarak zaten her yıl biteviye artmış olması gereken buzdolabı satışları “şahsının başkanlığında” 621 bin adet azalmıştı ama, olsun! Trump’tan geride kalmak Türk’ün başkanına yaraşmaz; düşüşü artış diye satar, üstüne bununla övünebilirdi. 

Muhalefetin, paçavraya dönmüş AKP iktidarı karşısında arslanlar gibi kükreyeceğini umanların bunun sadece bir hayal olduğunu idrak etmeleri fazla zaman almadı. Başta Kılıçdaroğlu, muhalefet sözcüleri bir örnek demeçlerle sökün ettiler. Erdoğan’dan, TL’nin düşüşünden sorumlu tuttukları “damadı görevden alması”nı, “liyakate önem vermesi”ni ve “yolsuzlukla mücadele” etmesini istediler. Tamı tamına böyle oldu.

“Buhran” Sarayın kapısına dayanmış, Erdoğan her evin oturma odasında bir sanal kum torbasına çevrilmişken, muhalefet gerçek siyaset meydanında kayınpederi bırakmış damadı pataklamaya dalmıştı. Sanki, Nazır Berat Paşa’nın Erdoğan’ın hazine bekçisinden başka bir şey olmadığı; onun parasının hesabını tutmaya, döviz ve altın borsasını hanedanın “insider”ı olarak takip etmeye, hatta dövizi yapay olarak baskılayıp kriz yaratmaya ve kriz patladığında milletin yoksullaşmasını servete çevirmeye memur edildiği bilinmiyordu. Muhalefet, “yolsuzluk” dediği şeyin o âlemde “ganimet” kabul edildiğini; sizin, benim “hırsızlık ve rüşvet” saydığımız şeyin oralarda “gaza”dan sayılıp gururla üstlenildiğini; bürokrasinin altın ölçüsü “liyakat”in Saray’daki karşılığının “cihad” olduğunu sanki hiç duyup işitmemiş gibiydi. 

Umudun kaynağı bu kez de, halkın, 2015’ten bugüne bütün büyük yol ayrımlarında hep yaptığı gibi, iktidardan da muhalefetten de fersah fersah ileriye geçmesindeydi. İnsanlar, bu kavşakta da tutumlarını popüler sosyal medya mecralarında bir kez daha güçlü ifadelerle ortaya döktüler; dümdüz, kısa, basit ve yalın gözlemlerini siyaset sınıfının yaptığı gibi idari önlemlere değil, siyasal taktiklere bağladılar; güncel toplumsal denklemin ima ettiği siyasi çağrıyı miyopluk ve ikircikliğe de, maksimalist palavracılığa da prim vermeksizin dile döktüler: “Erdoğan istifa!” Aynı şeyi döne döne dile getirdiler: “Bir vatandaş olarak istifa etmesini istiyorum. Gerek ekonomik gerekse siyasi açıdan başarısız olduğunu düşünüyorum.” “Korkmuyoruz, Recep Tayyip Erdoğan istifa!” “Birinin istifa etmesini istemeniz size anayasa tarafından verilmiş bir hak. Bu kadar da korkmayın. Kral çıplak.” “Eksik olmuş. Bence RTE, Kılıçdaroğlu, Bahçeli ve bütün eskimiş siyasetçiler dönmemek üzere istifa etmeliler. Siyaset sistemi değişmeli. ”

Evet, bunlar belki çok naiv; henüz, rejimin karşısına dikilmek üzere “yaklaşan kriz”in derinliğine denk düşen bir politik ve ekonomik talepler dizgesi oluşturmak için yetersiz; demokratik ve anti-kapitalist hedefleri tutarlı bir biçimde birbirine bağlamaktan epeyce uzak olabilirler, ama muhalefetin can damarı onlar; “buhran” korkusuyla dilsizleşmiş muhalefetle ve aklını yitirmiş iktidarla karşılaştırıldıklarında çok daha akılcı, hayat dolu, sahici, cesur ve samimiler. 

Halkın içinden kopanı iktidar karşısında siyasetin diline tercüme de etmeyecekse muhalefete ne gerek var. 
______________________________________
Yeni Yaşam, 13 Ağustos 2020