Muhalefetin yalnızca iktidarın tuzaklarından kaçınması yetmez. Muhalefetin Demirtaş ve Kavala’nın özgürlüğünün takipçiliğini diplomatik misyona bırakmaması, ifade özgürlüğü ilkesini kendi bayrağına büyük harflerle yazması gerekir: “Söylediğinize katılmıyoruz ama onları söyleme hakkınızı hayatımız pahasına savunacağız.“
Yeni haftaya, Tayyip Erdoğan’ın memleketin başına açtığı 10 “istenmeyen insan” krizinin ortasında giriyoruz. Erdoğan geçtiğimiz hafta, yeni sermaye ihraç fırsatları keşfetmiş olmanın keyfiyle şen şakrak başladığı Afrika seferinden dönerken kucağında ateşten bir top buldu. ABD, Fransa, Almanya, Hollanda, İsveç, Norveç, Finlandiya, Danimarka, Kanada ve Yeni Zelanda’nın Ankara büyükelçileri, hukuksuz tutsaklığının dördüncü yılını dolduran Osman Kavala’nın serbest bırakılması doğrultusundaki Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararının yerine getirilmesini isteyen ortak açıklaması, beyefendiyi hop oturtup hop kaldırdı.
Erdoğan uçakta etrafına topladığı dalkavuklara, “bunları ülkemizde ağırlamak gibi bir lüksümüz olamaz” diye höykürdü. Dışişleri Bakanı’nı göreve çağırdı. Bakan yurt dışındaydı. Ama büyükelçiler Dışişleri Bakanlığı’na çağrıldılar. Görüşme sırasında elçilerin açıklamalarının arkasında durduklan görülünce, Erdoğan bu kez “istenmeyen insan” ilan edilmeleri için Dışişleri Bakanıma “talimat verdim” dedi. Henüz bir uygulama olmadığına bakınca Dışişleri Bakanlığı bu talimatın muhtemel sonuçlarına ilişkin senaryoların vahameti karşısında başka çıkış yolları arayışında olduğu anlaşılıyor.
Elbette, bütün devletlerin hiçbir gerekçe göstermek zorunda dahi olmadan, değil 10, 100 büyükelçiyi birden “istenmeyen insan” ilan ederek ülkelerinden kovalama yetkisi var. Bu “bağımsızlık” ve “egemenlik” ilkesinin her devlete verdiği bir mutlak hak. Ama devletlerarası ilişkilerin temeli de “karşılıklılık” ilkesine dayanıyor. Eğer Erdoğan’ın dediği olacaksa şimdi 10 ülke başkentindeki Türkiye Büyükelçileri de bavullarını toplamaya başlayacaklar demektir.
Ama, devletlerarası ilişkilerde değil on, bir büyükelçinin bile istenmeyen kişi ilan edilmesi, taraf ülkeler arasında son derece sert bir ihtilafa delalet eder. Bu ihtilaf konjoktüre bağlı olarak sadece tarafları değil bütün ülkeleri içine çekme potansiyeli içerir. Ankara gerçekten böyle bir adım atacak olursa, bir anda kendisini -ABD, Kanada ve Yeni Zelanda dışındakilerle- Avrupa Konseyi üyeliğini paylaştığı ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne birlikte taraf olduğu, hepsiyle de en yüksek düzeyde iktisadi, siyasi, askeri ortaklık içinde bulunduğu, ihracat ve ithalatının neredeyse yüzde 80’ini yürüttüğü ülkelerle sert bir diplomatik çatışmanın ortasında bulacak demektir.
Dışişleri’ni frene basmaya sevk eden de bu ihtimalin Türkiye’nin hiçbir güncel ve uzun vadeli çıkarıyla örtüşmediğine mim koymuş olması olmalı. Bütün komşularıyla anlaşmazlık ve hatta askeri çatışma içinde, orduları Irak, Suriye ve Kıbrıs topraklarında istila hareketleri sürdüren, milyonlarca göçmeni kendisine doğru sürükleyen, kaynaklarını savaşa ve silah alımlarına harcayan, dış borcu durmadan kabaran, enflasyon ve işsizlik oranları biteviye yükselen, parası sürekli değer kaybeden bir ülkenin bu tabloyu iyice çığırından çıkaracak yeni bir uluslararası ihtilafa dolu dizgin dalmasının ortalama bir dışişleri görevlisine “delilik” gibi görünmesine şaşmamalı.
Öte yandan, Büyükelçilerin bildirisinin Türkiye’nin “içişlerine karışmak” veya yargı bağımsızlığına müdahaleyle sakatlanmış olduğu iddiası da başka bir “delilik”. Bunu kimse Adalet ve Dışişleri Bakanlığı görevlilerinden daha iyi bilemez. Büyükelçilerin bildirisi, yargıya değil Türkiye hükümetine sesleniyor: Anayasa’nın 90. Maddesi’yle “iç hukukun üstünde olduğu” kayıt altına alınan, “uluslararası anlaşmalar”dan doğan sorumluluklarını, bu arada Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarını uygulama yükümlülüğünü hatırlatıyor.
Erdoğan Cumhurbaşkanı sıfatıyla Anayasa Mahkemesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarını tanımadığını ve saygı duymadığını açıkça ilan ediyorsa, büyükelçilerin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi gereğince Türkiye yargısını da bağlayan uluslararası mahkeme kararlarını uygulama çağrısı yargıya değil, olsa olsa Erdoğan’ın yargıya müdahalesine müdahale olarak görülebilir. Kaldı ki, Erdoğan rejimi bu yönden, üyesi olduğu Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’nin takibidindedir ve 30 Kasım’a kadar AİHM’in Kavala ve Demirtaş kararlarının gereğini yerine getirmediği takdirde yaptırıma uğrama tehdidi altındadır.
Erdoğan’ın bu gerekçelerle “10 büyükelçiyi sınır dışı etme” talimatının ne hukukla ne diplomatik teamüllerle bir ilgisi yok. Ama bu talimatının kendine göre bir mantıktan dahi yoksun olduğunu Afrika dönüşü uçakta gazetecilere yaptığı ipe sapa gelmez açıklamalardan görmek zor değil.
Erdoğan esip gürledikten sonra yandaş gazeteci uçakta şu çanak soruyu yöneltiyor: “’Türkiye’ye ders vermek haddinize mi?’ diyerek çok net konuştunuz. Muhalefet de büyükelçilerin tarzıyla konuşuyor, bunu milli bir konu olarak görmüyor. Siz bunu nasıl görüyorsunuz? Bunlar niye Osman Kavala ve Demirtaş meselesine odaklandılar? Bunun arka planında ne görüyorsunuz?”
Erdoğan futbol topunu eline alıp havalandırdıktan sonra altı pastan boş kaleye şut çekme fırsatı kaçırmıyor: “Terörün beslendiği odaklar belli. Bunlar zaten terörün beslendiği odaklar. Selahattin Demirtaş da öyle. Daha devam eden davaları var. Kavala hakeza öyle. Fakat Kavala’nın özelliği daha farklı. Uluslararası camia içerisinde Soros ne ise, Kavala o. Bunlar para ile istedikleri yeri istedikleri gibi sallamaya çalışıyorlar. Şimdi Soros’un oğlu da giriyor. O da babası gibi. Bunların çok iyi takip edilmesi lazım. Bunlar mesela şu anda Balkanlara sızmanın, Balkanları sindirmenin gayreti içerisindeler. Bunlara da tabii fırsat vermeyeceğiz, verilmemesi lazım. Kosova’da, Makedonya’da, Arnavutluk’ta, her yerde buna benzer şeyleri yaparlar. Dolayısıyla bizim bilincimizin altına bunu bir defa yerleştirmemiz lazım. Elhamdülillah, Türkiye olarak biz güçlüyüz ve bize sızamıyorlar. Terörist sayısında ciddi bir düşüş var. Bundan sonra da terörle mücadeleye aynı kararlılıkla devam edeceğiz.”
Topun kaleyi bulmadığı açık ama Osman Kavala ve Selahattin Demirtaş’ın hiçbir meşru ve hukuki gerekçe olmaksızın rehin tutulduklarına mumla aransa bundan daha iyi kanıt bulunamazdı. Onların ve bütün siyasi tutsakların tutsaklığı devletin başına tırmanmayı başarmış bir siyasi İslamcı’nın, bir Milli Türk Talebe Birliği militanının karmakarışık zihninin, hastalıklı vehimlerinin, akla ziyan tehdit değerlendirmelerinin ve kendisinin de itiraf ettiği gibi ‘bilinçaltı’nın dürtülerinin beslediği şahsi intikam tutkusu dışında hiçbir gerekçeye dayanmıyor. Türkiye böyle yönetilmeye layık değilse kanıtlaması gerekiyor.
Nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın, büyükelçiler meselesi, iktidardaki milliyetçi-mukaddesatçı blokun, başlı başına bir kriz dinamiği, toplum için taşınmaz bir yük, bir ekonomik ve politik felaket haline gelmekte olduğunun yeni bir göstergesinden başka bir şey değil. Erdoğan’ın alaturka faşizme yürüyüşündeki son performansının tek olumlu sonucu, muhalefetin onun “bağımsızlık”, “egemenlik” ve benzeri yemlerini yutmaya hevesli olmadığını da görünür kılmasıdır.
Ancak, Erdoğan’ın mugalatalarının bütünüyle boşa çıkartılması için muhalefetin yalnızca iktidarın tuzaklarından kaçınması yetmez. Muhalefetin Demirtaş ve Kavala’nın özgürlüğünün takipçiliğini diplomatik misyona bırakmaması, ifade özgürlüğü ilkesini kendi bayrağına büyük harflerle yazması gerekir: “Söylediğinize katılmıyoruz ama onları söyleme hakkınızı hayatımız pahasına savunacağız.”
Faşizme yürüyüşü durduracak olan bu diğerkamlıktır.
Yorum yazabilmek için oturum açmalısınız.