Muhalefet AKP 7. Olağan Kongresi’nin “ne kadar sıkıcı” olduğuyla avunamaz. AKP’nin “arkasını döndüğü” ve “koptuğu”nu söylediği çoğunluğu şenlikli ve canlı bir demokratik güç odağına dönüştürmeyi başaramaz, bunun için en canlı muhalefet gücü HDP’yle ortaklaşamazsa muhalefetin kendisi bir can sıkıntısı kaynağına dönüşebilir; çünkü muhalefet de iktidar gibi güç gerektirir.
Artık emin olabiliriz ki, Tayyip Erdoğan “çok önemli bir konuşma” yapacağım dediğinde, millete diyeceği önemli bir şey yoktur. AKP’nin 7. Olağan Kongresinde de öyle oldu. Erdoğan’ın şapkasından bu sefer de tavşan çıkmadı. “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi”yle birlikte iktidar barajının “yüzde 50+1” olduğu seçimlere doğru bir krizin bağrında yol alınırken gerçekleşen, Bahçeli’ye “şükranlarını sunma”ya zorunlu olduğu bir AKP kongresinde Erdoğan’ın hitap alanının blok zeminine daralmış olmasına şaşmak gerekmez.
Bu açıdan 7. Kongre’deki “yeni haber”, AKP’nin bir “İslam-Türk sentezi” partisine dönüşmesinin, MHP’yi soğururken kısmen onun renklerine bürünmesinin, kısmen de onu tüketmesinin belirtilerinde aranmalı. Kongre’de Erdoğan’ın ağzından bir tek kez Kürt sözcüğü çıkmazken, 64 kez Türk ve Türkiye, 50 kez millet, 17 kez devlet demiş olması boşuna değildir: Yeni bir “madde” -Türk faşizmi- Erdoğan’ın hitap alanına kalıcı olarak yerleşmiştir ve AKP’nin kavramlar sözlüğü değişmeye devam etmektedir. Erdoğan buna karşılık “İstanbul sözleşmesi”, “Ayasofya”, ve “HDP’nin kapatılması davası” gibi toplumsal, politik ve kültürel alanlarda büyük gerilimlere yol açan icraatlarını bir “zafer” olarak dillendirmekten de kaçındı. Oysa bunlar “Cumhur İttifakı”nın, son yıl içinde tabanda büyük bir tatmin duygusuyla selamlanan marifetlerinin başında geliyordu. Bu konuların Kongre gündemi dışında tutulması “Cumhur İttifakı”ndaki muhayyel bir “çatlak”tan çok doğurabilecekleri olumsuz uluslararası yankılardan kaçınma kaygısıyla ilişkilendirilebilir: Her üç konu da Ankara’yı “Batı”daki muhatapları karşısında en çok sıkıştıran konular arasında ve “yaptırımlar”ın tartışılacağı Avrupa Birliği zirvesinden üç gün önce “köpürtülmeleri” AKP ve “Cumhur İttifakı” kadar onunla ilişkileri “normalleştirme” gayretindeki “Batılı müttefikler” için de anlamsız olurdu.
Gerçekten de MHP ile süregiden kaynaşma ikliminde gerçekleşen Kongrede, Erdoğan’ın konuşması Necip Fazıl’ın “Büyük Doğu” tahayyülünden beslenen “anti-batı” retoriğini yeniden üretiyor, “dünya 5’ten büyüktür” tekerlemesini yineliyordu ama “büyük devletler”e flörte açık olduğunu göze sokan mesajlarla da dopdoluydu. AKP Cumhurbaşkanı “Amerika Birleşik Devletleri’nden Rusya’ya, Avrupa Birliği’nden Arap coğrafyasına kadar tüm ülkeler”e göz kırptı: “[…] Bizim ne doğuya ne de batıya sırtımızı dönme lüksümüz yoktur. Birbiriyle rekabet, hatta gerilim hâlinde olan ülkelerle aynı anda dengeli, tutarlı ve uzun vadeli iş birlikleri geliştirmenin kolay olmadığını elbette biliyoruz. Ancak Türkiye hem coğrafi konumu hem ekonomik çıkarları hem de kuşatıcı dış politika vizyonuyla, bunu başaracak güce ve dirayete sahiptir.”
Erdoğan bunları söylerken Avrupa Birliği’nin (AB) yürütme organı AB Konseyi’nin 22 Mart’ta yayınladığı Türkiye raporunu elbette biliyordu. 25-26 Mart’ta Brüksel’deki zirvede ele alınacak olan rapor, “aday ülke”de HDP’ye yönelik baskılara, yargının yürütme vesayeti altına düşmüş olmasına ve başka ihlallere yönelik eleştirileri kapsıyordu elbette. Ancak rapora başta Almanya olmak üzere Birliğin “büyük” ülkelerinin, Avrupa Parlamentosu’nun önerdiği “yaptırımlardan” kaçınma tutumu egemendi. Bunda Erdoğan’ın 2020 sonlarından başlayarak sürdüre geldiği ve “yapıcı” olarak takdim ettiği, esasen Almanya desteğiyle adım adım inşa edilmiş dış politikasının baş rolü oynadığına artık kuşku yok. Raporun “yaptırımlardan kaçınma”nın önkoşulu olarak ileri sürdüğü Doğu Akdeniz ve Libya’da ihtilaflı sularda askeri ve ekonomik etkinliği sonlandırma talebini Ankara pratikte çoktan karşılamaya başlamıştı. “Mavi vatan”ın sınırlarının mevcut karasuları sınırlarına çekildiği herkesin bildiği bir sırdı. Buna tavizlere karşılık, “büyük devletler”in Ankara’nın vize serbestliği ve gümrük birliğinin güncellenmesi talebinin “insan hakları”na çıpalanmasında ısrarlı olmayacağı, bu konuların raporda “win-win” (kazan-kazan) ilkesine bağlanmış olmasından da anlaşılıyor.
Burada, muhalefet için bir ibret yatıyor. Öncelikle, “Cumhur İttifakı”, ana muhalefetin umduğu gibi “kendi kendine” çökmüyor. Görüldüğü üzere çöküşünün bir bölgeyi, bir uluslararası ittifakı ve birbirlerine zincirleme bağlı küresel kapitalist çıkarları çökertmesi olasılığını bir politika dinamiğine dönüştürerek, kendisini sistemin merkezi güçlerine taşıtıyor. Bunu büyük bir ülkenin -pazarın- dümeninde durmanın avantajıyla ve uluslararası kamuoyuna kendisine meydan okuyan bir alternatif gücün yokluğunu göstererek gerçekleştiriyor. O yüzden muhalefet AKP 7. Olağan Kongresi’nin “ne kadar sıkıcı” olduğuyla avunamaz. AKP’nin “arkasını döndüğü” ve “koptuğu”nu söylediği çoğunluğu şenlikli ve canlı bir demokratik güç odağına dönüştürmeyi başaramaz, bunun için en canlı muhalefet gücü HDP’yle ortaklaşamazsa muhalefetin kendisi bir can sıkıntısı kaynağına dönüşebilir; çünkü muhalefet de iktidar gibi güç gerektirir.
Yorum yazabilmek için oturum açmalısınız.