Minik devrim

Bu hafta izin verirseniz, Ukrayna yerine Türkiye üzerine yazmak istiyorum.
Geçen hafta YSK’nın, BDP’nin desteklediği 12 bağımsız adaya ilişkin “veto” kararı ile başlayan gelişmeler, “minik bir devrim” olarak görülebilir. Açıklamaya çalışayım.
YSK’nın adaylıkları veto kararı, “hukuken” doğru olabilir.
Anayasa md. 76/2 çok açık: ”taksirli suçlar hariç toplam bir yıl veya daha fazla hapis ile ağır hapis cezasına hüküm giymiş olanlar; … terör eylemlerine katılma ve bu gibi eylemleri tahrik ve teşvik suçlarından biriyle hüküm giymiş olanlar, affa uğramış olsalar bile milletvekili seçilemezler.”
“Hukuken doğru olabilir” dememin nedeni şu: 12 bağımsız aday içinde, bir yıl veya daha fazla hapis cezası alan var mı; ağır hapis cezası alan var mı; terör eylemlerine katılma ve bu gibi eylemleri tahrik ve teşvik suçlarından hüküm giymiş olan var mı; bunu bilemiyorum. Bunu bilebilmek için, adayların adli sicillerini bilmek gerekir. (Bu konuda gazetelere yansıyan bilgilere dayanmak istemem.)
Bu kadar açık hüküm karşısında, YSK’nın hangi gerekçe ile adaylıklara (sonradan) vize verdiğine bakalım.
YSK, Adli Sicil Kanunu 13A maddesine dayanarak, yani bu maddede düzenlenmiş memnu hakların iadesi kurumuna dayanarak, adaylıkları onaylamış görünüyor. 21 Nisan 2011 tarihli YSK açıklamasının sonuç kısmında ifade edilen görüş bu.
Oysa açıklamanın önceki kısımlarında, bu sonuca aykırı saptamalar da var. Örneğin, “Türk Ceza Kanununda düzenlenen suçlara… ilişkin mahkûmiyetlerden doğan süresiz hak yoksunlukları, halen dahi bazı özel yasalarda bulunmaktadır; milletvekili seçilme hakkının ceza mahkûmiyeti nedeniyle yitirilmesi de bunlardan biridir” deniyor.
“Normal” koşullarda, anayasada açıkça tanımlanmış ve emredici bir hüküm, normlar hiyerarşisinde daha alt düzeyde yer alan bir kanunun hukuki yorumu ile aşılamaz. Ama YSK bunu yaptı. Üstelik YSK, bu yorumu, “süresiz hak yoksunlukları, halen dahi bazı özel yasalarda bulunmaktadır; milletvekili seçilme hakkının ceza mahkûmiyeti nedeniyle yitirilmesi de bunlardan biridir” diye diye yaptı.
Elbette her “hukuki” doğru, “siyasi” doğruluk taşımaz.
Yaşam içinde gelişen olgular, önce siyasal taleplere dönüşürler, sonra eğer mücadele başarıya ulaşırsa, hukuki gerçeklik kazanırlar.
Bu başarı, bazen hukuk kuralının değişmesi, bazen de farklı yorumuyla somutlaşır.
Geçen hafta içinde Türkiye’de yaşanan gelişmeler, “kuralı” değiştirmese bile, ”yorumu” değiştirdi. Ve bağımsız adayların seçime katılma hakkı, deyim yerindeyse ”söke söke” alındı. Ertuğrul Kürkçü ”mücadeleyi kazandık” derken, bunu kastediyor.
İşte ben de bu nedenle, bu bir ”minik devrim”dir diyorum.
Aslında 12 Eylül hukukunun çerçevesini çizenler ve bu çerçeveye dayanarak siyaset yapanlar için, bu bir yenilgidir. Ama onlar da bu yenilgiyi kabullenmemek için, ”suçu”, YSK’ ya atıyorlar. YSK öyle değil de böyle yorumlasaymış, bunca olay yaşanmazmış.
Ülkemizdeki siyasal ve toplumsal sorunları, tutucu bürokrasi-”değişimci siyaset” ikilemi içinden görenler için, YSK’yı suçlamak kolay. Nasılsa YSK üyelerinin de medyada ordan oraya dolaşarak ya da köşe yazıları döşenerek, kararlarını savunacak durumları yok.
Daha geçen yıl CHP, %10 barajının kaldırılması önerisinde bulunmuştu. Geçen hafta içinde, bir kez daha aynı öneriyi yinelediler. Ama öneri değişimci(!) iktidar partisince kabul görmedi.
%10 barajını düzenleyen basit bir yasa maddesini bile kaldırmakta tutucu davrananların, ortalıkta ”değişimci” diye dolaşmaları traji-komik oluyor. Bunlar bir de ”demokratik anayasa” yapacaklarını iddia ediyorlar.
Arkasında toplumsal bir irade olduğunda yorum da değişir, kanun da, anayasa da…
Bildiğimiz bir şeyi, yaşayarak da görmüş olduk…

Doğan Subaşı
http://www.birgun.net/writer_index.php?category_code=1232886163&news_code=1303647637&year=2011&month=04&day=24