Rejimin “gayri nizami güçler”e git gide daha çok bel bağlar hale gelmesi doğrudan doğruya kırılganlığının artışıyla ilgilidir. Bu fasit dairenin kırılması toplumsal baskının rejimin merkezinde yoğunlaşmasına bağlıdır. Muhalefet Erdoğan’ı Çakıcı’ya nasihate değil, istifaya çağırmak ve derhal seçimin kilidini açmakla yükümlüdür.
Devlet Bahçeli uğraştı, didindi “ülkü ve ülke sevdalısı olan, davasının gözü kara yiğidi” dediği Alaattin Çakıcı’yı hapisten kurtardı. O da “lider”ine minnet borcunu Kılıçdaroğlu’na “bakla kazığı”nı işaret ederek ödüyor. Dil ve üslupta gerçekten birbirlerini tamamlıyorlar. Faşist hareketin muhtaç olduğu kudreti hangi çukurda bulduğunu hep birlikte görüyoruz.
Hakaretin Kılıçdaroğlu’nu doğrudan hedef alması karşısında CHP’nin her zamanki “ağır ol molla desinler” taktiğini sürdürmesi kolay değildi. Her ne kadar, kimse, “ana muhalefet”ten bu pespayeliğe ayak uydurmasını beklemiyorduysa da, beklenen “defi bela kabilinden” bir cevabî konuşma da değildi. Parmağı 1980’de “dava” diye Abdi İpekçi’yi, Cavit Orhan Tütengil’i, Bedrettin Cömert’i, Zeki Tekiner’i, Kemal Türkler’i ve daha binlercesini katleden Gladio’nun “ayak takımı”na değil onları salıverenlere uzatmak mümkündü…
Batıda “af” sözcüğünün karşılığı olan olan “amnesty”nin (amnistie/Amnestie) kökü Latince ve Grekçe’de unutkanlık veya hafıza kaybı anlamındaki “amnezia”; ve “af” anlamına gelmesi de sebepsiz değil. Bu, iç çatışmaların ardından toplumun yeniden birlikte yaşayabilmek için karşılıklı bağışlamaya; geçmişte olanları bütün sonuçlarıyla birlikte yok saymaya duyduğu ihtiyaçla ilgili.
Oysa, “ana muhalefet”, bir yandan uzunca bir dönem -bkz. 2014 Cumhurbaşkanlığı seçimleri- boyunca faşist harekete nedensizce “af” ilan etmiş; öte yandan yakın tarih bağlamında “amnezi”ye yakalanmış gibi davranınca genel demokratik kampta her iki anlamda da müzmin bir kafa karışıklığına yol açıyor.
Oysa, CHP’nin ve demokratik güçlerin karşı karşıya kaldığı tehditler bir “kabadayı”nın densizliğiyle değil, MHP ve faşist hareketin 1960-80 arasında NATO’nun “Gladio” operasyonu kapsamında üstlendiği özgün rolün bugünün koşullarında hortlatılmasıyla ilgili. Bir “gayri-nizami savaş” örgütünün reorganizasyonu bağlamına yerleştirmedikçe, “Çakıcı-Bahçeli” ilişkisini gerçek mahiyeti içinde gözlemek bile söz konusu olamaz.
Türkiye 4 Nisan 1952’de NATO’ya resmen üye oldu. Üyelik için “[…] Komünizmin [SSCB] istila tehdidine karşı yeraltındaki vatansever kadrolarla mücadeleyi öngören bir ulusal güvenlik otoritesini kurmuş olması” gerekiyordu. “Gizli vatansever ordusu” Albay Alpaslan Türkeş tarafından silahlı kuvvetler içinde ve dışında Nazi hayranı “pantürkist” kadrolarla örgütlenmiş ve NATO’ya giriş bileti alınmıştı. MHP ve “Ülkücüler” bu operasyonun siyasi ayağı ve militan gücünü oluşturdular. Bu kadroların “Gladio” operasyonu kapsamında 1965-80 arasında devrimci harekete ve işçi hareketine dayattıkları iç çatışma binlerce insanın hayatına mal oldu.
ABD’deki karargâha bağlı olarak sürdürülen operasyon 1990’larda İtalya’da açığa çıktı ve oradaki adıyla “Gladio” [Kılıç] olarak etiketlendi. SSCB, dağıldığı güne kadar hiçbir NATO ülkesine karşı istilaya girişmemişti ama ABD’nin perde arkasında, “vatanseverler”in ön safta yer aldığı “Gladio”, tasfiye edilinceye kadar, her ülkede sol ve komünist yurttaşlarına karşı savaştı. Bir işgal gücü gibi sabotaj, suikast, kundaklama, cinayet ve bombalamalara girişti, yüzlerce insanın ölümüne neden oldu.
Türkiye’de İttihat ve Terakki Partisi iktidarından başlayarak ulus devlet inşası ile “örgütlü suç” arasında her zaman sıkı bir bağ ola gelmişti. Milyonların can, mal ve mülkünün hedef alındığı Ermeni-Süryani ve Pontus soykırımları döneminde bu bağ toplumsal bir genlik kazandı. “Gladio”nun Türkiye’deki “vatanseverler örgütü” Cumhuriyet’e de nüfuz eden bu hazır tarihsel arka plan üzerinde yükseldi. NATO’nun verdiği güç ve cesaretle hormonlanan bu ilişkiyle çeteler devlet katına yükselirken, devlet de bir çeteler konfederasyonuna dönüştü.
12 Eylül sonrasında, faşist hareketin kadroları, Tansu Çiller’in Başbakan, Mehmet Ağar’ın İçişleri Bakanı ve Doğan Güreş’in Genelkurmay Başkanı olduğu dönemde Kürtlerin özgürlük mücadelesine karşı yürütülen “düşük yoğunluklu savaş”ın sivil kadrolarını oluşturdular. Tam bir mali ve siyasi güç merkezine dönüşemeden “Susurluk” skandalıyla kısmi bir tasfiyeye uğradılar. Ancak, Mesut Yılmaz hükümetleri döneminde kamu bankalarına ve özelleştirmelere musallat olarak mali güç de edindiler.
Bugün, “ana muhalefet”in ve genel olarak demokratik kampın göz önünde tutması gereken temel mesele bir “kabadayı”nın terbiyesizliği veya birçok “lümpen”in azgınlığı değildir. Karşı karşıya olduğumuz asıl büyük mesele, rejimin, eşini kiralık katile öldürten bir “lümpen”e kahraman muamelesi yapacak ölçüde değer yitimine uğramış ve kendisinin bir lümpen rejime dönüşmüş olmasıdır. Rejimin “gayri nizami güçler”e git gide daha çok bel bağlar hale gelmesi doğrudan doğruya kırılganlığının artışıyla ilgilidir. Bu fasit dairenin kırılması toplumsal baskının rejimin merkezinde yoğunlaşmasına bağlıdır. Muhalefet Erdoğan’ı Çakıcı’ya nasihate değil, istifaya çağırmak ve derhal seçimin kilidini açmakla yükümlüdür.
__________________________
Yeni Yaşam, 18 Kasım 2020
Yorum yazabilmek için oturum açmalısınız.