Akıncı’nın Kıbrıs’ın geleceği için ileri sürdüğü, Ankara’daki devletperestleri hop oturtup hop kaldırtan yol haritası bir spekülasyon ürünü değil, Kıbrıslıların Ankara’nın ayakları altında edindikleri derslerin özeti.
“Kıbrıs Sorunu”ndan ne zaman söz açılsa hep iki kişinin sureti gözümün önünde beliriyor. Kişisel algıların, hafıza ve hatıraların eseri olsa da Kıbrıs konusunun yeniden depreştiği günlerde, bu şahsi kıssadan herkese bir hisse düşebilir belki.
Birincisi, Tektaş Ağaoğlu. Kıbrıs, 1974’te “Barış Harekâtı” adı altında istila edilirken Tektaş, “Gerçek” gazetesindeki yazıları dolayısıyla 2. Zırhlı Tugay yerleşkesindeki Kartal-Maltepe askeri cezaevine konmuştu. Savaşın, dışarıda olduğu gibi cezaevinde de “milli birlik, beraberlik”e ihtiyacı vardı ama “solcu” Ecevit hükümetinin sıkıyönetim komutanının cezaevi müdürlüğüne getirdiği “solcu” binbaşı koğuşları denetlerken gözü bir masanın üzerindeki yeni boyanmış orak çekiçli desene ilişince “beraberlik” havaya uçtu. “Teessüf ederim” dedi binbaşı. Resim malzemeleri toplatıldı, gülümsemeler depoya kalktı. Kıbrıs’ta savaş sürerken cezaevinde barış olmuyordu. İlişkinin “fıtrat”ı buna elvermiyordu. Birkaç yıl sonra, Mamak Askeri Cezaevi’nde bir nöbetçi er bu ilişkiyi haykırarak vecize kıvamında özetleyecekti: “Bu kapıdan içeri giren herkes benim düşmanımdır.”
Tektaş, kibar, müşfik, meraklı, saygılı, gösterişten, şiddetten, çatışmadan haz etmeyen, bilgili, düşünceli, harika bir insandı. Ama Kıbrıs’ı ortadan ikiye ayırmakla meşgul devlet için “düşman”dı. Tektaş, Kıbrıs’ta bir işgalin yürütülmekte olduğunu saptamakla yetinmemiş, bu bilginin halka ulaşması için sorumluluk üstelenmiş, eyleme geçmişti. Üzerinden elli yıl geçtikten sonra Kıbrıs’ta olan biteni bugün BM kararlarında yazıldığı gibi okumak münhasıran solcu olmayı dahi gerektirmeyen sıradan bir işlem gibi görünebilir. Ne var ki, 1974 yazında, Türkiye’de “faşist Sampson darbesini durduran”, “Atina’daki faşist Albaylar cuntasını yıkan ‘Barış harekatı’”nda keramet bulmayacak solcu parmakla sayılırdı. Deniz Gezmiş’in siyasi mirasını tefsire gelince kılı kırk yaran nice “devrimci” iki yıl önce Denizleri idam ettirmiş orduya “anti-faşistlik” yüklemekten ar etmez, “entelijansiya”nın yüzü milliyetçilik ve militarizmin kollarına atılmaktan kızarmazdı. Sol, Kıbrıs mevzusunda Kıbrıs toplumunun taleplerini merkeze alan doğru bir tutuma ulaşıp tasfiyeden kurtularak bugünlere varabildiyse bunu Tektaş gibilerin sebatına; devlete, savaşa ve barışa dair Marksist fikriyatı ayakta tutmak için ödedikleri bedellere borçlu…
İkincisi, Mustafa Akıncı. O, başka bir gelenekten geliyor: “Sosyal demokrat”. 1960’ların ikinci yarısında ODTÜ’de öğrenim gören pek çok Kıbrıslı öğrenciden biri olan Akıncı’yla Mimarlık Fakültesi’nde aynı sınıfta okumuş olmak dışında bir yakınlığımız olmasa da bu, Toplumcu Kurtuluş Partisi (TKP) ve Lefkoşa Belediye Başkanlığı günlerinden Cumhurbaşkanlığına kadar elli yıl boyunca hep aynı istikamette devam etmesini takdirle izlememe engel değil.
Akıncı’nın bugün Kıbrıs’ın geleceği için ileri sürdüğü, Ankara’daki -aralarında CHP sözcüleri de olan- devletperestleri hop oturtup hop kaldırtan yol haritası bir spekülasyon ürünü değil, Kıbrıslıların Ankara’nın ayakları altında edindikleri derslerin özeti. Akıncı’nın deneyiminin merkezinde Ankara’nın sınırsız desteğine sahip, obez bir Ergenekoncudan başka bir şey olmayan Rauf Denktaş’a karşı on yıllarca gözünü kırpmadan verdiği mücadele var. Akıncı bu mücadeleden yola çıkarak AKP’nin yeni Osmanlıcılığının da Kıbrıs’a Ankara’nın sömürgesi olmak dışında bir gelecek sunmayacağını görüyor ve Kıbrıslılara gösterebiliyor. Kıbrıslılar onun Türkiye ile özgül bir ilişkiye sahip başka bir ülkenin, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin yurttaşı sıfatıyla konuştuğu bu yeni dili, anlıyor. “Kıbrısça” konuşmasından zevk alıyor. Mevcut statükoyla çatışan bu yöneliş Kıbrıs’ı ister istemez devrimci imaları olan bir yeni hamleye yönlendiriyor. Akıncı, kendi eleştirisinin sonuçlarından korkup geri kaçmıyor, bu çağrıya uyuyor.
Kıssadan hisse: “Sorunlar çözümleriyle birlikte çıkagelirler.” Statükodan doğan sorunlar statükoya iltica ederek çözülemez; statükonun çökmesi her iki ucundan da sınanmasını, bir siyasi – ve/veya sosyal- devrimi gerektirir. Devrimcilik, insanların kendilerine atfettikleri ya da atfetmedikleri niteliklerle ilgisizdir; nesnel durumdan doğar. Statükoyu sarsarak kendi öz çıkarlarının peşinde koşan kitlelerin sorunlarını kendi eylemleriyle çözmek için harekete geçmelerine hizmet eden her düşünce ve eylem devrimcidir.
_________________________________
Yeni Yaşam, 12 Şubat 2020
Yorum yazabilmek için oturum açmalısınız.