Rojava’ya yönelik gelişmeleri değerlendiren HDP Onursal Başkanı Ertuğrul Kürkçü, “Kürtler için yıldızın parladığı anlardan birindeyiz, her ne kadar hava bir miktar puslu olsa ve bu parlaklık herkese çıplak gözle görünemese bile…” dedi.
HDP Onursal Başkanı Ertuğrul Kürkçü, “Türkiye, askeri kudretine rağmen siyaseten cüceleşen ve tarihsel olarak gerileyen bir güç profili ortaya koydu. Kürtler ise askeri ve coğrafi bütün dezavantajlarına, zorunlu geri çekilişlere rağmen siyasi ve stratejik olarak umut dolu bir güç olarak bölge halkları ile Türkiye halklarının da bütün direnişçi, devrimci kesimlerinin sempatisine, açık siyasi desteğine sahip olarak yükseliyorlar. Mücadelelerini Dünya Kobanê Günü’ne bu kadar yüksek bir moral ile taşıyabilmiş olmalarına da bakacak olursak Kürtler için yıldızın parladığı anlardan birindeyiz, her ne kadar hava bir miktar puslu olsa ve bu parlaklık herkese çıplak gözle görünemese bile…” dedi.
Kürkçü Türkiye’nin Rojava’ya yönelik işgal saldırılarına ilişkin ANF’nin sorularını yanıtladı.
Sahada pozisyonlar değiştiği gibi Türkiye’nin Rojava’ya işgal savaşının diplomatik kazanım ve götürüleri de farklı bir şekilde ilerliyor. Türkiye ne kazandı diplomatik olarak, bu kısa zamanda en net görünen tablo nedir?
İşgalin başlamasından bu yana yaklaşık bir ay geçti; ama mevcut tabloda Türkiye’nin gözle görülür, elle tutulur bir siyasi kazancı olmadığı gibi uluslararası siyasette büyük kayıplara da uğradığı söylenebilir. ABD’deki yarım desteğinin yarısını daha yitirdi. Erdoğan Kongre’yi, Dışişleri Bakanlığı’nı ve Pentagon’u çoktan kaybetmişti ama Trump’ın sınırsız desteğine sahipti. Trump kendisini azil baskısı altında tutan Kongre’nin ve Pentagon’un şiddetli muhalefeti altında o desteği de sınırlamak zorunda kaldı. Kanada açıkça karşıya geçti. Bir bütün olarak Avrupa Parlamentosu’nun yaptırım tavsiyesinin yanı sıra Avrupa Birliği’nin “çelik çekirdeği” Almanya ve Fransa ile büyük ülkeler İtalya, İsveç, İspanya, Avusturya, hatta İngiltere karşıt tutum aldılar. Arap Birliği, istisnasız bütün ülkeleri ile beraber Katar’ın çekimser tutumu dışında karşı tavır aldı. Rusya Türkiye’nin kendi keyfince ABD’nin boşalttığı alanları doldurmaya kalkışması karşısında baştan rıza gösterdiği işgali sınırlamak üzere devreye girdi. Çin ve İran da kırmızı ışık yakınca Türkiye NATO, AB, Arap Birliği, AGİT, BM Güvenlik Konseyi gibi bütün küresel ve bölgesel kuvvet merkezlerinden tecrit edilmiş bir saldırgan ülke konumuna düştü. Bu işgal girişimiyle birlikte Türkiye’nin hem Astana süreci hem Cenevre görüşmelerinde Suriye’nin geleceğine ilişkin olarak edinmiş olduğu pozisyonların değersizleştiğini söylemek mümkün. Dış politikada işgalden siyaseten kayıplı çıkanların Erdoğan ve Trump olduğunu söyleyebilirdik ancak Trump Bağdadi’nin ortadan kaldırılmasını kendi hanesine yazarak kaybını telafi etmiş sayılır.
Ancak uluslararası siyasetteki tecridine karşın Türkiye sınır ötesi askerî varlığını sürdürebilir. Bunu öngörmek zor değil. Kıbrıs işgalinde daha uzun süreli yaşadı bunu ve hala yaşıyor. Ama bu kadar geniş bir kuşatma ile karşı karşıya değildi Kıbrıs meselesinde, uluslararası garantörlüğün sunduğu kimi imkânlara da sahipti; ama burada her şey de facto, fiilî.
Yani ne anlama geliyor?
Kıbrıs Türkiye’nin bir şeyiydi, Türkiye Kıbrıs’ın bir şeyiydi. Türkiye Suriye’nin hiçbir şeyi olmuyor. O yüzden askerî varlığını ne kadar sürdürebilir ve bu varlık ne kadar dayanıklı olabilir, kestirmesi zor; görmek lazım. Ama evet, Serêkaniyê ve Tel Rıfat’tan sonra iki köprübaşı daha elde ettiğini söyleyebiliriz Rojava’da. Demek oluyor ki Türkiye’nin Kuzey Suriye’de Cerablus, İdlib ve Efrîn’den sonra iki bölgede daha, yani toplam beş bölgede askeri hâkimiyeti var. Türkiye’nin, siyasi ihtilaflarda askeri güç kullanmaya karar verdikten sonra, girdiği yerden çok büyük badireler olmaksızın çıkmadığını akılda tutmak gerek.
Türkiye Kuzey Suriye’deki varlığını kalıcı kılmak üzere Hafız Esad (Baba Esad) döneminde Kürtleri baskılamak ve sınırlandırmak için kurulan “Arap Kemeri”ni yeniden hayata geçirmeyi hedefliyor. O dönem demografik açıdan Kürtleri sürekli bölmek ve baskılamak üzere Batı Kürdistan’da nüfus ve toprak mülkiyeti yapısını değiştirmek üzere tasarlanmış olan bu etnik temizlik projesi şimdi Türklerin himayesinde bir Selefi Kemeri olarak restore ediliyor.
Türkiye dünyanın geri kalanı ile ihtilaf halinde olmayı buna değer buluyor. Buna kendi ekseninde onay veren bir kamuoyu da yarattı. Belki liderliğinin tutumuna karşın CHP seçmenlerinin onayı bu kadar güçlü değil, fakat işgal, milliyetçi ve mukaddesatçı kesimlerin Erdoğan’ın arkasındaki desteğini zorunlu ve kalıcı hale getiriyor. O nedenle Erdoğan’ın bu harekâtla birlikte son derece zayıfladığını düşünmek doğru olmaz. Siyaseten son derece zorlayıcı bir darboğaza girdi ama askeri açıdan Kuzey Kürdistan’ı kuşatan, Batı’yı bölen, silahlandırılmış Arap nüfusa dayanan askerî yasak bölgeler oluşturma konusunda oldukça kalıcı, adımlar attığını gözden kaçırmamak gerekir. Bu sonuncu işgal girişimi stratejik planda güç yitirmesine yol açmış olmakla birlikte, sağladığı taktik avantajlar Türkiye’nin işgal ettiği bölgelerden geri çekilmesinin çok sürüncemeli, kanlı ve gerilim dolu olacağını da düşündürüyor.
Bu Kürtler açısından ne anlama geliyor?
Öz yurtlarının işgaliyle hem alan hem güç kaybederek uğradıkları büyük kayıplara rağmen Rojava ve Rojava ile birlikte Kürtlüğün adını yükselten direniş sonucunda Kürtlerin tarihsel haklarını teslim eden bir uluslararası mutabakat oluştu. Bu kadar geniş çapta bir mutabakat ilk kez görülüyor. Dünyanın bütün siyasi forumlarında Kürtlerin tarihsel haklılığı ve mücadelesi yüksek sesle tekrarlanıyor, Kürtlerden, adları ve kimlikleri ile birlikte büyük bir devletten alacağı olan, tarihsel haklılığa sahip bir ulus olarak söz edildiği en önemli anlardan birinden geçiyoruz. Kürtler, Suriye ve Irak’ta siyasal ve askeri kayıplarına rağmen Rojava’daki direnişle tarihsel ve stratejik olarak çok önemli pozisyon kazandılar. Bunda Efrîn istilasından çıkarılan dersin büyük payı var. Efrîn’den sonra değişen durumlara göre değişen planlar uygulama kabiliyetlerini geliştirdikleri, sadece kendi kuvvetlerini değil dolaylı ve dolaysız müttefiklerini sahaya davet etmekteki çeviklikleri, plan zenginlikleri ve söylem gücü PYD’nin ve Suriye Demokratik Güçleri’nin her bakımdan derslerine iyi çalışmış olduklarını gösteriyor. Halklarını kanlı bir badireden ve soykırımdan büyük bir hızla uzaklaştırırken siyasi ve askeri güçlerini de stratejik kayıplara uğramadan geleceğe taşımayı başardılar. Bu anlamda Kürtleri Rojava’da başı dik ve kendine güvenli bir toplum halinde tutmayı başardılar, başarmaya da devam ediyorlar… Dünyanın gözü önünde yaşadıkları korkunç işkencelere, muazzam zulme ve çok değerli insanlarını kaybetmelerine karşın halklarının umutlarını ve dirençlerini ayakta tutan bir taktik izlemeyi de başardılar. Bütün medeni âlem ile eşit şartlarda müzakere edebilecek bir toplum yaratmayı başardıklarını ortaya koydular.
Özetle tabloya kısa vadeli sonuçları itibariyle bakacak olursak Türkiye, askeri kudretine rağmen siyaseten cüceleşen ve tarihsel olarak gerileyen bir güç profili ortaya koydu. Kürtler ise askeri ve coğrafi bütün dezavantajlarına, zorunlu geri çekilişlere rağmen siyasi ve stratejik olarak umut dolu bir güç olarak bölge halkları ile Türkiye halklarının da bütün direnişçi, devrimci kesimlerinin sempatisine, açık siyasi desteğine sahip olarak yükseliyorlar. Mücadelelerini Dünya Kobanê Günü’ne bu kadar yüksek bir moral ile taşıyabilmiş olmalarına da bakacak olursak Kürtler için yıldızın parladığı anlardan birindeyiz, her ne kadar hava bir miktar puslu olsa ve bu parlaklık herkese çıplak gözle görünemese bile…
Savaşa dünyanın birçok yerinden devletler nezdinde itiraz geldi. Fakat en yoğun şekilde halklardan geldi bu itiraz ve Rojava’ya destek. Bu destek ne anlam taşıyor?
Rojava’ya en büyük destek dünya halklarından, devrimci güçlerden ve savaş karşıtlarından geliyor. Bunu Türkiye Dışişleri Bakanlığı’nın hazırladığı raporda da görüyoruz. Raporda “Barış Pınarı” adı verdikleri işgale karşı dünyada Türkiye temsilciliklerine yönelik 47 ülkede 703 “ırkçı saldırı” yapıldığı kaydedilmiş. Yalanlarından ayıklandığında resmi rapor, Türkiye elçiliklerinin önünde bazıları sürekli, bazıları birden çok olmak üzere özellikle Avrupa kentlerinde ve Amerika Birleşik Devletleri’ndeki protestoların çokluğundan Ankara’nın duyduğu rahatsızlığın itirafıdır. Daha önemlisi protestoların beş kıtaya yayıldığına, Asya’dan Latin Amerika’ya, Afrika’dan Avrupa’ya ve Kuzey Amerika’ya, Avustralya ve Yeni Zelanda’ya kadar yayılan bir alanda, Avrupa dışında Kürtler’den çok yerel güçlerce düzenlenmiş protestolara tanık olduk.
Bu elbette Kürtlerin çok uzun yıllar alan, özellikle son 30 yılda yoğunlaşan çabalarının ürünü. HDP Uluslararası İlişkiler Komisyonu ve AKPM üyesi olarak gerek Avrupa’da gerekse dünyanın başka yerlerinde Kürtlerin özellikle de Özgürlük Hareketi’nin halktan halka çok başarılı bir diplomasi yürüttüğünü gözlemledim. Latin Amerika bu açıdan çarpıcı bir örnektir. Fidel Castro’nun cenaze törenine katılmak üzere Küba’ya gittiğimde Latin Amerika’nın demokratik ve devrimci güçleri arasında Kürt Özgürlük Hareketi’ne yaygın bir şüpheyle yaklaşıldığına tanık oldum. Kürt halkının Suriye ve Irak’taki özgürlük mücadelesinin belli konjonktürlerde ABD’nin bölgesel siyasetiyle aynı hat üzerine düşmesi Latin Amerika’da özellikle Küba ve Venezuela’nın başını çektiği derin bir kuşkuculuğu besliyordu. Ama çok az sayıda insanın canını dişine takarak sürdürdükleri çabaların bugün meyvesini verdiğini, iki üç yıl içinde tablonun tamamen tersine çevrildiğini görüyoruz. Arjantin’den Meksika’ya, El Salvador’dan Kolombiya’ya kadar bir uçtan öbürüne Latin Amerika’nın hemen bütün ülkelerinin parlamentolarında ve parlamentoların demokratik kanadında küçük küçük temaslarla başlayan ilişkiler, kadın hareketi, aydınlar ve taban hareketleriyle genişledikçe Kürt halkının mücadelesi ile Latin Amerika’da sürüp giden hak mücadeleleri arasında giderek büyüyen bir duygudaşlık ve nihayet kitlesel protestolara varan bir ortaklık anlayışı oluşturdu.
Dış siyaset sürdürürken elinizdeki en önemli şey esasen çıkış yerinizdir, asıl kavga alanındaki varlığınızın ne ifade ettiğidir. Burada elinizde bir şey yoksa, dış siyasette en harikulade, seçkin ve bilgili diplomatları da devreye soksanız, lobi şirketlerine milyarlar da ödesiniz elde edeceğiniz hiçbir şey yoktur. Kürtler bütün dünyaya büyük bir özgüvenle “IŞİD’i biz yendik” der demez akan sular durur. Ellerinde bu servet oldukça başka hiçbir şeye ihtiyaçları yoktur. Örneğin Türk Dışişleri’nin uluslararası alandaki kayıplarının en önemli nedenlerinden biri budur. Yurtdışında, görev başında karşılaştığım özellikle AKP kanadından gelmeyen diplomatlar, profesyonel olarak dünyadaki benzerlerinden hiç de eksik değiller. Çok çalışıyorlar, bütün konulara hâkimler, devletin bütün bilgisi ellerinde. Fakat gerilerindeki bunca işkencecilik, baskıcılık ve fütuhatçılıkla ve IŞİD’in cephe gerisi durumuna düşmüş olarak kime ne anlatabilirler. Bu karşılaştırma bile Kürtlerin dış siyasette gücünü nereden aldığı, kimi teknik ve profesyonel açıklarını nasıl bu kadar hızlı kapatabildiğini açıklamaya yeter de artar.
Halktan halka diplomasi ve diplomasiyi yüksek kademelerde değil aşağıda sürdürmenin Kürtlerin mücadelesine çok büyük bir kazanım sağladığını söyleyebilirim. Aslında yukarıya çıkmak, sesinizi yukarıya duyurmak için de en önemlisi aşağıda bir karşılığınızın olmasıydı ve burada bence çok büyük bir başarı sağlandı.
Aslında iktidara yakın ve savaşı destekleyen birçok stratejist bile PYD’nin ve YPG’nin meşruiyet elde ettiğini tartışıyor. Bu koşullarda meşruiyetin nasıl bir getirisi olacaktır? Örneğin General Mazlum Abdi, Cenevre’de tanınmaya işaret eden bir açıklama yaptı…
YPG’nin ve PYD’nin elde ettiği meşruiyetin diplomatik alanda, resmi tanınma anlamında ne kadar bir getiri sağlamış olacağını şimdiden, en azından benim gözlem yapabildiğim noktalardan hareket ederek söylemek zor. Ama şu çok net; bugün Türkiye’nin “YPG ve PYD’nin terörizmi”ne ilişkin hikâyesine inanacak kimse kalmadı. Tam tersine, Türkiye’nin “Selefi” terörizminin arkasında durduğunu gösteren çok fazla belirti dünyanın gözü önünde duruyor. Bu açıdan göreli olarak Türkiye’nin eli nispeten zayıflar, konumu karmaşıklaşırken, QSD’nin, PYD’nin, YPG’nin elinin güçlendiği doğrudur. Ancak ben bu durumun kısa vadede bir formel tanımaya kapı açacağını düşünmüyorum. ABD Genelkurmayı, her ne kadar YPG’li savaşçılara birden çok kez hayranlık ifade etmiş olsa da, yetkililer ve uzmanlar PYD’nin politik programının benimsenemez olduğu, özellikle “komünalizm” perspektifinin tamamen konu dışı olduğunu belirten açıklamalar yaptılar ve ittifaklarının taktiksel olduğunun altını mütemadiyen çizdiler. Öte yandan Rusya ve Suriye açısından şüpheler ve sorunlar devam ediyor. Suriye’den gelen çelişkili açıklamaları bu açıdan not etmek isterim. Bir yandan Esad’ın ağzından, SANA Haber Ajansı aracılığıyla duyurulan, artık Kürtlerle eski hukukun olduğu gibi sürdürülemeyeceği, bu bölgelerde Suriye’nin doğrudan yönetimden başka bir idari yönteme geçmek zorunda olduğuna dair beyanlar son derece önemli. Ama şu an somut olarak Kürtler’e ne teklif edildiğine bakınca, birinci öncelik olarak YPG’nin doğrudan doğruya Suriye ordusu içinde erimesinin istendiğini görüyoruz. Koşullar QSD ve PYD’yi uluslararası tanınmaya doğru taşırken Şam müftüsü “başka yere gitmeyin, Şam’a gelin” diyerek, Kürtler’in uluslararası alanda kendi kendilerini temsiline itiraz ediyor… Suriye’nin Kürtlerin statüsü konusunda ayak direyeceğini ve Rusya’nın da Suriye’de kendisi kadar nüfuza sahip olarak bir özgür gücün ortaya çıkmasını kolayca benimsemeyeceğini söyleyebiliriz. Bunun için daha gidilecek çok yol var. Fakat PYD’nin yeni Suriye’ye ilişkin anayasal teklifi şu an için aslında Rusya Federasyonu’nun idari ve siyasi yapısından çok farklı değil. Bu teklifin ABD ve AB için de kabul edilemez bir yanı yok. Irak için de yabancı olmayan bir plan. Sonuçta olsa olsa İran ve Türkiye için reddedilebilecek ama diğerleri için tam tersine kabul nedeni olabilecek bir anayasal teklif. Bütün bu nedenlerle gerçek müzakerelere geçildiğinde QSD’nin de masaya oturacağını düşünüyorum. İstisnai bir anda bir askeri şahsiyetin öne çıkmış olması anlaşılabilir ama bunu bir anın fotoğrafı olarak görmek lazım. Gene de kaçınılmaz olarak, elde edilmiş bulunan kapasitenin mutlaka Kürt halkını masaya taşıyacağını ve bunun öteki parçalar açısından da muazzam bir esin kaynağı olacağını söyleyebilirim.
Sahada ve diplomatik alanda bu gelişmeler yaşanırken, IŞİD lideri Bağdadi, YPG’nin istihbaratı ile ABD tarafından öldürüldü. Bunun en tartışma yaratan kısmı da Türkiye sınırına 5 kilometre olan, yine Türkiye kontrolündeki bir yerde olmasıydı. Öte yandan ikinci üst düzey kişi ise yine Türkiye kontrolündeki Cerablus’ta öldürüldü. Trump da “Hava sahalarını kullandık, bizi vurmadılar, vursalardı onları da yok ederdik” dedi. Bu da IŞİD ve Türkiye ilişkilerini epey tartışmaya açan bir sözdü. Peki, ‘terör ile savaşıyorum’ diye dünyaya seslenen Erdoğan ve Türkiye için bu olay ne anlama geliyor?
Türkiye ile DAİŞ arasında en azından dolaylı iş birliği, birbirini koruma ve kollama hali olduğu aşağı yukarı 2016’dan bu yana dünya kamuoyunda yüksek sesle dillendiriliyor. Bu ilk kez karşılaştığımız durum değil. Örneğin Türkiye ile Rusya özellikle Esad rejiminin geleceği konusunda çatışır, Türkiye Rus uçaklarını düşürürken Rusya Savunma Bakanı, Rusya resmi televizyonlarından yayımlanan çok geniş çaplı bir brifingde, şahsen Türkiye ile IŞİD’in Suriye’de petrol çıkarımı, sevkiyatı ve bu sevkiyat yollarının korunması, kollanması konusunda nasıl bir iş birliği içinde olduklarını sergilemiş ve Türkiye’ye karşı neredeyse bir iddianame ortaya koymuştu. Ama reel politik, Türkiye’yle ilişkilerin başka mecralara dönmesi Rusların sessizliğe bürünmesini sağladı. Türkiye’nin Ruslarla çatışma halindeki El Kaide’nin Suriye kolunu kontrol altına alacağına dair kefaletinden sonra Rusya’dan bu iddiaları duymaz olduk. Fakat bu durum uluslararası kuruluşları, Türkiye ile IŞİD’in iş birliği izlerini sürmekten alıkoymadı. Avrupa Birliği bünyesindeki “Çatışmaların Silahlandırılmasını Araştırma” [Conflict Armament Research (CAR)] kurumu, her yıl yayımladığı raporlarda, özellikle IŞİD tarafından kullanılan el yapımı patlayıcılarının ana maddelerinin Türkiye’deki şirketlerce üretildiğini, Türkiye gümrüklerinden geçerek IŞİD’e aktarıldığına dair aksi iddia edilemez raporlar ortaya koydu. Bunları 2015-16’da TBMM’de araştırma önergeleriyle, başbakanlığa yönelttiğimiz sorularla gündeme getirdik fakat cevapsız kaldı. ABD’nin hem önemli dış politika yayınlarında hem dış politika kuruluşlarında Türkiye ile IŞİD arasındaki iş birli iddialarına dair o kadar çok makale yer aldı ki, Türkiye ile IŞİD’in işbirliği neredeyse bir karinedir uluslararası kuruluşlarda veya hükümet kuruluşlarında, herkesin bildiği sırdır. Bağdadi’nin öldürülmesinin yorumlayarak yeni bir kanıt aramaya gerek yok, bu kanıtlar zaten ortada.
Özellikle Bağdadi’nin Türkiye ile Rusya arasında varılan Soçi mutabakatı çerçevesinde İdlib’de Türkiye’nin oluşturduğu kontrol bölgeleri içinde kalan ve Rusya’nın ‘burası Türkiye’nin sorumluluğunda’ dediği bölgede öldürülmesi, Bağdadi’nin bu bölgeyi ‘güvenli bölge’ olarak gördüğünün anlaşılması, yakın yardımcısının da hemen yakınlarda bir yerde öldürülmesi, esasında iki şeyi gösterir: Birincisi; Bağdadi’nin ”Türkiye’nin sorumluluğundaki” bir bölgede saklanıyor olması, Türkiye’nin Bağdadi’nin nerede olduğuna dair bilgiye sahip olmasını gerektirir. Bunun tersini düşünmek, “istihbarat” denilen müessese ile dalga geçmek olur.
İkincisi olan bitenden Türkiye’nin, QSD’nin de kendisinden hiç aşağı kalmayan bir istihbarat mekanizmasına sahip olduğunu bilmediği, ya da bununla başa çıkamadığını anlıyoruz. Bağdadi’nin devrilmesi, esasen Türkiye’nin bu istihbarat savaşında büyük bir yenilgiye uğradığı anlamına gelir. Bağdadi’nin öldürülmesi sonrasında Türkiye Dışişleri Bakanlığı ve Tayyip Erdoğan’ın şahsen gösterdiği tepkiler, hiç de IŞİD’le mücadele halinde olan bir gücün, mesela ABD’nin, Suriye Demokratik Güçlerinin gösterdiği tepkilere benzemiyor. Tam tersine, Ankara’nın duruşu ve tavrı Bağdadi ve DAİŞ’in aldığı darbeden hoşlanmadığını ve güç dengesini Türkiye’nin aleyhine çevirdiğini düşündüklerini yansıtıyor. Operasyonun Ankara’ya bilgi verilmeksizin gerçekleştirilmesini ABD’nin Tayyip Erdoğan’a yönelik dolaylı hamlesi olarak da okumak mümkün. IŞİD’e karşı düzenlenen öldürücü darbenin ayrıntılarının Trump’tan ve harekâtın tamamının Türkiye’den gizlenmiş olması, Erdoğan ve Trump’ın da bu operasyondan yara aldıkları anlamına gelir.
Erdoğan, BM’den bu yana sunduğu ‘güvenli bölge’ stratejisinde demografik yapıya ilişkin bir Kürtsüzleştirme harekâtı içindeydi. Yakın zamanda ‘burası Araplar için uygun, Kürtler için yaşamaya uygun alan değil’ açıklaması da bunu kanıtlar nitelikte. Zaten ilk olarak da Kürt Kemeri denilen bölgeyi hedef aldı. Ama Erdoğan sadece bu bölgede değil, Irak ve Türkiye’de de anti- Kürt bir strateji izliyor. Bu politikanın bütününü ve sonuçlarını nasıl okumak lazım?
Türkiye’nin Irak ve Suriye’de izlediği askeri strateji, esasen Kuzey’e yönelik ana stratejinin devamı niteliğinde. Temmuz 2015’den bu yana ‘Çöktürme Harekâtı’ adı altında sürdürülen harekâtlar silsilesinin sınırlar ötesindeki devamıdır. Bu harekâtlar esasen Türkiye’de, en büyük parçada, özgürlük mücadelesinin siyasi nüfuz alanını daraltmak, bir yandan Kandil’e yönelik büyük çaplı askeri operasyon için zemin hazırlarken, siyasi alanda da demokratik ve özgürlükçü Kürt hareketini bertaraf etme amacını güden ana stratejiyi tamamlamak için sürdürülüyor. Tabii ayrıca her bir sahanın kendi özgün dinamikleri ve burada gözetilen taktik hedefler de var. Ama bütün olarak bakacak olursak, Türkiye’deki askeri ve siyasi kuvvet merkezi, Genelkurmay ve Cumhurbaşkanlığı, şu sonuca varmış görünüyor: Kuzey’de Kürtlerin özgürlük mücadeleleri ve öz yönetimi hedefleyen siyasetini safdışı etmek için, Kürt özgürlük güçlerinin Güney’de ve Batı’da kuvvet sahibi ve inisiyatif sahibi olmalarını önlemek gerekiyor. Bu yüzden çok hırslı askeri stratejiyi takip ediyorlar: Kuzey’i “fethetmek” için Batı ve Güney’i de fethetmek, Doğu için de İran’la daimi yakınlık içinde olmak. Bu strateji kaçınılmaz olarak anti-Kürt karaktere bürünüyor. Türkiye, istediği kadar ‘terör unsurları’ ile savaşıyorum, ‘şiddeti savunanlara tavır alıyorum’ diyerek kendini meşrulaştırmaya çalışırsa çalışsın, harekâtın sonuçlarını her yerde görüyoruz. Efrîn’de olsun, Serêkaniyê’de olsun, Tel Rıfat’ta olsun; yüz binlerce kadın ve çocuk yerinden ediliyor, öldürülüyor coğrafya hedef alınınca bir bütün olarak sivil nüfus da hedef alınıyor. Aslında Kürtler de işgale konu olan her yerde özgürlük mücadeleleri ile en azından toplumsal bir yakınlığa sahipler. Hareketin belli noktalarında yakınları, akrabaları, eşleri dostları var ve politik olarak benzer hedefleri paylaşıyorlar. O yüzden ‘Çöktürme Harekatı’ doğrudan doğruya halka açılmış bir savaş ve operasyonun tamamı da bir anti-Kürt faaliyet haline geliyor. Bu politika sonuçları itibariyle Türkiye’yi kendi boyundan büyük bir mücadelenin içerisine sokuyor.
Türkiye şimdi bu stratejiyi uygulamak için yola çıktığında BM’nin en temel ilkelerinden birini karşısına almış oluyor: Sınırların dokunulmazlığı ve toprak bütünlüğü. Ankara, Irak ve Suriye’nin toprak bütünlüğüne de saldırı halinde. Her ne kadar Kürtler, her ulus devlette o ulus devletin egemenlerinin de hedefi olsalar, Şam ve Bağdat nihayet kendi topraklarında yabancı bir kuvvetin faaliyet göstermesi, oraları yönetmesi, kaymakamlıklar, emniyet binaları kurması, oradaki insanları kaçırıp başka yerde yargılıyor olmasına sonsuza kadar sessiz kalamayacaklarından, Türkiye’nin stratejisi uluslararası bir sorun halini aldı. Türkiye’nin bir işgal harekâtı sürdürmekte olduğu hem Irak hem Suriye merkezi yönetimleri hem de Arap Birliği tarafından açık dille ifade ediliyor. Dolayısıyla Ankara şu an kendi kazdığı kuyuya düşmüş durumda, iddialarının büyüklüğü ile meşruiyetinin cüceliği arasındaki uçurumda kaybolmak üzere. Bu daha uzun boylu sürdürülebilir strateji değil ve Türkiye, esasen böyle devam ettikçe, Kuzey’de idari ve yargısal yöntemlerle polisiye araçlarla bastırmaya çabaladığı hareketle de başa çıkamıyor ve HDP’yi, HDP’ye oy veren seçmen kitlesini, onların Türkiye’nin batısındaki dayanaklarını ve Türkiye politikası içindeki sahip olduğu ağları da hedef almak zorunda kalıyor. Böylelikle Musa Kart’ın ünlü karikatüründeki gibi Erdoğan yün yumağına dolanmış bir kedi gibidir. Tabii stratejinin bu açmazları kısa vadede kıyıcılığın şiddetini azaltmayabilir. Fakat kıyıcılık derinleştikçe bu açmazlar daha da büyüdüğü için şimdi dünyanın dört bir yanında Erdoğan’ın Türkiye’de sürdürdüğü stratejinin de ‘terörle mücadele’ değil, Kürtlerle mücadele olduğuna dair kanaati derinleştirdiğini söyleyebiliriz, çünkü strateji mantıksal sonuçlarına ulaştırıldıkça ortaya bir soykırım tablosu çıkıyor. O açıdan bu politikanın bütünü stratejik olarak gerçekleştirilemez. Siyasi olarak Türkiye’nin bütün bölge güçlerince tehdit olarak görülmesine, öte yandan da bölgede güç sahibi büyük devletler, yani Rusya ve ABD için de sonsuz bir sıkıntı kaynağı olarak görülmesine yol açıyor. Uzun vadede hem Kürt meselesini çözümsüzlüğe hem de Türkiye’nin siyasi geleceğini çıkmaza sokuyor.
İşgal saldırıları açısından Erdoğan’ın en büyük başarısı olarak iç siyaseti kendi istediği şekilde dizayn etmesi konuşuldu. Sizce iç politika dizayn mı edildi?
Erdoğan’ın Rojava’ya yönelik sonuncu seferinin, iç politikayı istediği gibi dizayn etmeye yardımcı olduğu iddiası epey su götürür. Buna hiç katkısı olmadı ya da içeride tamamen geri tepti demek doğru olmaz. Aslında bir yere doğru çakılmakta olan uçağın burnunu an için yukarıya doğru çevirdiğini ve çakılmayı geciktirdiğini kabul etmek icap eder. Ancak bu bir dizayn meselesi değil. Bir an için uçağın burnunu havaya çevirmiş olması, uçağın yakıtının bitmekte, bütün sistemlerinin aksamakta olduğu gerçeğini ortadan kaldırmaz. Bununla birlikte Erdoğan iç politikada bazı kazançlar sağladı: Birincisi, ‘Millet İttifakı’nda gerilim yarattı, ikincisi, HDP ile CHP arasındaki zımni yakınlaşmayı darbeledi ve CHP’yi siyaseten felce uğrattı. Bu açıdan, evet, hakikaten kısa vadede bu Erdoğan için bir kazanım. Çünkü Erdoğan askeri olarak, stratejik olarak nerede ne yaparsa yapsın, seçimsiz bir hayatı mümkün kılabilecek yeni rejim kurmayı henüz başaramadığı için, sonuçta yurttaşlara fikrinin sorulacağı bir saat gelip çatacak. Bu açıdan en azından şimdilik kendi yörüngesine sokarak CHP’yi demokratik ve sosyal muhalefet ile siyasi muhalefet, Kürtlerin muhalefeti ile genel muhalefet arasındaki ilişkileri tahribe zorlamayı başarmış ve kısa vadede göreli bir kazanım elde etmiş gözüküyor.
Uzun vadede siyasetin icaplarınca bu ilişkileri yeniden kurmak ve kazanmak mesuliyeti doğrudan doğruya Kürtlerin özgürlük mücadelesi ve HDP’nin omuzlarındadır. Bunun nasıl ve ne şekilde telafi edileceği meselesine daha derinlikli bakmak gerekir. Özellikle, Erdoğan ve rejimi karşısında oluşmakta olan blokun asıl kuvvet kaynağına döndüğümüzde, Kılıçdaroğlu’nun açtığı tahribatın büyüğünün orada olduğunu görürüz. Hem Haziran 2018 genel seçimleri, hem 31 Mart 2019 yerel seçimlerinde halk arasında bir demokratik davranış ortaklığı kalıbı oluştu. Bu ortaklığı doğrudan doğruya halklar, kendi kendilerine kurdular. Hiç kimsenin ricası ve minnetiyle ya da herhangi bir yüksek aklın sürece müdahalesiyle değil, doğrudan doğruya halkın kendi bilgeliğiyle ortaya çıkardığı ortaklık tutumuna politik hareketler siyasi gerçekleşme yolları açtılar. Bu fikir ta başından beri, üstelik de Kürdistan’ın Türkiye’ye en uzak kesimleri arasında şekillenmeye başlanmıştı. ‘Bunun karşısındaki şeytan olsa, şeytana oy vereceğim’ diyen Kürt bilgeliğiydi bu ittifakın yolunu açan. Batıda özellikle geleneksel olarak CHP’ye oy veren Alevi ve Kürt Aleviler bu sesin gereğine kendi merkezlerini razı ettiler.
Ama şimdi, Erdoğan’ın peşine takılan Kılıçdaroğlu’nun dozunu artırmaya devam eden sömürgeciliğe övgüleri, asıl mühim stratejik darbeyi bu irade kaynağının kendisine indiriyor; tamiri güç bir gönül kırıklığı yaratıyor; asıl mesele buradadır. Rojava’da vahşet tabloları sürerken “çok güzel işler yapılıyor” dendikçe bu yara kapanamayacaktır. Bu vahşete sessiz kalmak bir yana, bağıra çağıra övgüler düzen, işgalden bir cümbüş neşesi çıkartan siyasetçilerin, geleceği kuracak ortaklıkta bir yeri olmayacaktır. Bu taban bu siyasetçilere karşı başka bir dilden konuşabilir. Bu sağlanmadıkça da, taban ile önderlik arasındaki ilişki yeni baştan kurulmadıkça, Erdoğan’ın karşısında oluşan blokun içine attığı bu dinamitin patlamaya devam edeceğini görüyorum. Bu patlamalara son verebilmek, özellikle CHP’deki akıl ve feraset sahibi kesimlerin, özellikle İstanbul seçimini CHP’ye taşıyan kesimlerin söz alıp öne geçmesine bağlı. Kılıçdaroğlu’nun temsil ettiği merkez ve bu merkeze Kürt düşmanı siyaseti kabul ettiren ulusalcı, Ergenekoncu odaklar halklarımızın ortaklığının karşısında büyük bir mesele olarak dikilmeye devam ediyorlar.
Rojava’ya yönelik harekatın bu manada Erdoğan’ın temsil ettiği AKP-MHP-Ergenekon blokunun karşısında oluşabilecek güçlü bir halk blokunun bileşenlerinin kendi içine dönmesi ve diktatörlükle mücadeleye ayıracağı enerjiyi iç mücadeleye harcamasına yol açarak aslında ona bir avantaj sağladığını söylemek mümkün. Ama bu kısa ömürlü olacak. İster istemez ortaya çıkacak iktisadi, siyasi bunalımlar ve rejimin açmazlarının yanı sıra halkın bir onur mücadelesine girmeksizin başa çıkamayacağı hızla yaklaşmakta olan muazzam sorunların burgacında her şey yeni baştan karılacaktır. Bütün bu nedenlerle bugün kendisini HDP’de ifade eden siyasi ortaklığın, gücün, dimdik durması, aklın ve uzak görüşlülüğün olduğu kadar onurun ve haysiyetin de temsilciliğini bütün kuvvetiyle yapmaya devam etmesi en önemli güvencemizdir. HDP; sağlam, akılcı, tutarlı, devrimci, demokratik konumunu muhafaza ettiği sürece, diktatörlük karşıtı kuvvetlerin de yeniden hizalanmasına en önemli ışığı tutacaktır. Bu açıdan HDP’nin, üzerine düşen mesuliyetin büyüklüğünü görerek, demokratik kampın başına doğru yürümekte ısrar etmesi gerekir. HDP kendisine ikincil bir rol tayin edemez; demokratik kampın öncüsü mesuliyetiyle en öne geçerek, Türkiye’nin geleceğine dair aktüel önerilerin, sıradan halkın anlayacağı ve benimseyeceği bir dile büründürmek zorundadır. İntikamcılık, maksimalizm ya da ‘Kürdün Kürtten başka dostu yoktur’ karamsarlığının HDP’yi, kuruluşundan beri takip ettiği, ona adını veren paradigmadan uzaklaştırmasına fırsat vermemek gerekir.
Türkiye ağır bir ekonomik krizde fakat toplumsal bir karşı çıkış yok. Örneğin Lübnan ve Şili büyük eylemlerin olduğu iki ülke. Benzer politikalarla (vergi-zam, yolsuzluk vb.) yönetilen bir ülkede AKP iktidarının güçlü bir muhalefetle karşılaşmamasını nasıl değerlendirmek gerekli?
Toplumsal hareketlilik karşılaştırmalarında farklılıklara dikkat etmekte yarar var. Şu an Türkiye’de esasen görünüşte işleyen bir parlamento, siyasi çoğulculuk var gibi gözükse de pratik olarak bir darbe sürecinden geçiyoruz. Merkezi iktidarın bütün düzeni demir yumrukla kontrol altına aldığı; yargının araçsallaştığı, özetle, siyasi ve toplumsal özgürlüklerin büyük bir şiddetle ezildiği bir dönemde olduğumuzu aklımızda tutmamız lazım. Birincisi bu. İkincisi, Türkiye’de bir iç çatışmanın devam ettiğini aklımızda tutmamız lazım. Kürdistan şu an fiilen savaş, OHAL, sıkıyönetim altındadır ve nihayet silahlı kuvvetler sınırlar dışında operasyon halindedir. Neresinden bakarsanız bakın, olağanüstü rejimle yönetilen bir ülkeden bahsediyoruz. Şu an dünyanın çeşitli ülkelerinde önemli itirazlar, protestolar var. Şili’deki başkaldırı bunun için çarpıcı örnek. Lübnan’dakileri izliyoruz. Daha geriye gittiğimizde, Sudan’da da toplum büyük değişimden geçiyor. Halen 10-12 kadar ülkede büyük toplumsal hareketlilik olduğu doğru. Türkiye ve Kürdistan’la kıyasladığımızda, iki büyük fark var bu ülkelerle aramızda: Bu ülkelerin çoğunda devlet içinde ikilik var. Kanatlar arasındaki çatışma ister istemez toplumsal mücadelelere de soluk borusu açıyor. Ya da diğerlerinde esasen büyük bir iç gerilim olmasına rağmen genel olarak işleyen siyasi haklar rejimi var, dolayısıyla bu, kitle hareketlerinin önünü açıyor. Türkiye’deki görece durağanlığın, teslimiyet ifadesi olarak görülmesini asla yerinde ve doğru bulmam. Gerek 2018 Parlamento Seçimleri, gerekse 31 Mart 2019 Yerel Seçimleri ve bu seçim kampanyaları etrafında oluşan kitle mobilizasyona baktığımızda, Türkiye’de toplumsal ve politik muhalefetin güç biriktirdiğini, rejimin siyaseten güç kaybetmekte olduğunu ve dengelerin her saniye değişmekte olduğunu görüyoruz. Karamsarlığa yer yok. Türkiye, özellikle 2015’ten beri diktatörlüğe teslim olmama noktasında büyük başarılar gösterdi. Türkiye ve Kürdistan kendi meşrebince direnişini sürdürüyor. Daha stratejik bakmak ve inisiyatifi demokratik kampın önüne geçerek alma konusunda üçüncü kutbun daha çok çaba göstermesi gerektiği doğrudur ama Türkiye’de kabullenmişlik, boyun eğmişlik havası değil, güç biriktirmek için sabırla, iğneyle kuyu kazma iradesi var. Bütün bu koşullarda Türkiye’nin hâlâ değişime gebe ülkeler kategorisinde yerini koruduğunu düşünüyorum. Bu değişimin de çok uzak olmayan bir gelecekte gerçekleşeceğine dair çok sayıda belirti var. Bunlar arasında Kürt mücadelesinin kendini koruyup geliştirmesini, kadın hareketinin büyük kavgasını ve büyük şehirlerde süren kent yoksulları ve emekçilerin mücadelesini hep bir arada değerlendirdiğimizde, mücadelenin sosyal tabanının daimi bir oluşum halinde ve kazanın fokurdamakta olduğunu söyleyebiliriz.
Yorum yazabilmek için oturum açmalısınız.