Kayyım sorununun AKP-MHP iktidarının yozlaşmış Anayasal rejimin kendisine tanıdığı tiran yetkilerinden “demokrasi” yüzü suyu hürmetine vazgeçmesini bekleyerek ya da Anayasa Mahkemesi, Danıştay veya AİHM’e başvurarak çözülemeyeceği ve yargıyı doğrudan doğruya kendi egemenliğiyle eklemlemiş bir iktidarın temel meselelerde yargı yoluyla hizaya getirilmesini beklemenin beyhudeliği ortada.
Hakkari’ye kayyım atanması, genel olarak demokratik kamuoyunda kuvvetli bir ilk tepkiyle karşılaştı. Özellikle ana muhalefet partisi, kayyım saldırısını güçlü ifadelerle eleştirdi. CHP heyeti Hakkâri’de yaptığı açıklamada “Kayyım ataması Hakkâri halkının iradesini yok sayarak adeta belediyeye çökme operasyonudur” dedi.
Bu tutumun, genel güncel politik denge bağlamında demokrasi güçleri cephesinde dayanışmayı pekiştirdiğine kuşku yok. Ancak, bu yaklaşımın tarihsel ve stratejik bağlamda hiç değinmediği iki önemli çatışma dinamiğini tartışma dışı bıraktığı da görmezlikten gelemeyiz.
Birincisi, Kürt halkının kimlik ve haklarının siyaseten idrakine vardığı son 20 yıl boyunca kendi kaderini tayin hakkı bağlamında taleplerini yerel yönetimler düzeyinde yansıtarak kimlik iddiasını pekiştirmesinin, merkezi devleti nasıl karşı koyacağını bilemediği bir meydan okumayla yüz yüze bırakmış olmasından kaynaklanan sınır tanımaz saldırganlıktır.
Özellikle 2015 sonbaharında Kürt Sorunu’nunu çözüm sürecini sona erdirip “ayaklanma bastırma” uygulamaları çerçevesinde HDP/DEM Belediyelerine el koyarak, Kürt yerel yönetimlerini -ana muhalefetin de onayıyla- birer askeri/idari koloniye dönüştürmeye giriştiğinden beri Ankara, yerel yönetim mücadelesini bir siyasal süreç olarak değil bir “örtülü savaş” olarak görüyor. Yerel yönetimleri müstahkem mevkiler, Kürt Belediyeciliğini düşman olarak okumaya dayalı bu anlayış, mevcut Anayasa’da merkezi hükümetlere tanınmış olan keyfi, hukuk dışı hükmetme yetkilerini de son haddine kadar kullanarak bu gayri meşru ve kirli savaşın araçları haline getiriyor.
Ana muhalefet soruna bu özgül çatışma bağlamı dışından yaklaştığı ölçüde, rejimin kayyım siyasetinin gerisindeki mantığı perdeliyor. Böylece, Kürt Sorunu’nun çözümsüzlüğünün “ayaklanma bastırma” uygulamaları kapsamında sürdürüle geldiği hakikati karşısında dilsizleşiyor. Kürt Belediyelere yönelik “çöktürme harekâtı”nın dayandığı sömürgeci zihniyeti karşısına almaktan kaçınmakla iktidarı sahici siyasal sorularla kuşatmadan siyasal meseleyi hukuka havale ederek, sonuçta haklı olanın güçsüz kılınmasına katkıda bulunuyor.
İkincisi, ana muhalefet, kayyım atamalarına rejimin seçilmiş yerel yönetimleri görevden almaya yönelik mutlak vesayet yetkisinin Anayasal hukuksuzluğu açısından yaklaşmıyor. Uygulamaya görevden alma açısından değil, görevden alınan belediye başkanları ya da organlarının ikamesinde Erdoğan yönetiminin tasarruflarının keyfiliği açısından itiraz ediyor. CHP Genel Başkan Yardımcısı Zeliha Aksaz Şahbaz, Hakkâri’de partisi adına yaptığı açıklamada şöyle diyordu:
“Belediye başkanını görevden alma durumu tüm belediyelerde olabilir; fakat demokratik olan belediye meclisinden belediye başkanı vekili ya da başkanının seçilmesidir.”
Günümüzde hükümetin Kürt belediyelere “kayyım” tayiniyle dışa vuran bu yapısal kriz, esasen yürürlükte olan 12 Eylül Anayasasının yerel yönetimlerle ilgili 27. Maddesinin aşağıdaki kurgusunda içkin:
“Mahalli idareler; […] kamu tüzel kişileridir. […] Mahalli idarelerin seçilmiş organlarının, organlık sıfatını kazanmalarına ilişkin itirazların çözümü ve kaybetmeleri konusundaki denetim yargı yolu ile olur. Ancak, görevleri ile ilgili bir suç sebebi ile hakkında soruşturma veya kovuşturma açılan mahalli idare organları veya bu organların üyelerini, İçişleri Bakanı geçici bir tedbir olarak, kesin hükme kadar uzaklaştırabilir.
Görevden uzaklaştırılan DEM Partili Başkanlar yerine AKP’li Valilerin atanmasının hukuksuzluğu apaçık. Ancak, bundan önce seçilmiş belediye başkanlarını keyfi olarak görevden alma yetkisi var. Bu Anayasa hükmünün hukuk dışılığıyla yüzleşmeyen ana muhalefet, merkezin yerel üzerinde Anayasayla tanınmış mutlak vesayetini eleştiri dışı tutarak siyaset mantığı gereğince kendileri işbaşında olduklarında bu vesayeti işletmekten imtina etmeyeceklerini de ifade etmiş oluyor. Kürt Sorunu’nun demokratik siyasal çözümü ve yerel yönetimlerin özerkliği bahsinde rejimin merkez güçlerine aynı zemini paylaştıkları ya da bu nedenle merkezle bir çatışmaya girmeyecekleri mesajını da iletiyor.
Türkiye’de -ve dolayısıyla Kürdistan’da belediye örgütlenmeleri -daha genel bir ifadeyle yerel yönetimler- tarihsel bir arka plan üzerinde doğal ve kendiliğinden oluşmuş toplumsal kurumlar değiller. Yerel yönetimler, bir demokratik ve özerk yerinden yönetim organı olarak toplumsal tahayyüle, Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliğine başvurusuyla birlikte son 30-40 yıl içinde Avrupa mevzuatı bağlamındaki kimi düzenlemelerin kamusal tartışma konusu olması dolayısıyla dahil oldu.
Ancak, Anayasa’nın 126. Maddesi, yerel yönetim-merkezi yönetim ilişkisinin Türkiye’de temelde bir vesayet ilişkisi olduğunu kuşku götürmez bir biçimde kayıt altına alıyor:
“Merkezî idare, mahallî idareler üzerinde […] kanunda belirtilen esas ve usuller dairesinde idarî vesayet yetkisine sahiptir.”
Belediyeleri kuşatan, idari, mali ve yargısal denetim ağlarının temelinde yerel yönetimlere tanınan özerkliğin egemenlik tekelini merkezi yönetimle paylaşma, merkezin yetkilerini devralma eğilimi doğuracağı kaygısı yatıyor. Başka bir deyişle, denetim ağları, yerel yönetimlerin, özyönetim organları olarak, merkezi yönetim tekelinde bulunduğu kabul edilen egemenlik alan ve düzeylerine eş koşmaları riskine karşı bir önlem olarak şekilleniyor.
Bu kapsamda yerel yönetimleri eninde sonunda Ankara’nın kolonisi konumuna indirgeyecek ölçüde araçsallaştıran merkezi devletin “yetki/egemenlik” iddiasından türeyen “kayyım” sorunu, esasen başlı başına bir yerel yönetim sorunu değil, yerel yönetim düzleminde kendisini açığa vuran bir rejim sorunu olduğunu apaçık ortaya koyuyor.
Bu sorunun AKP-MHP iktidarının yozlaşmış Anayasal rejimin kendisine tanıdığı tiran yetkilerinden “demokrasi” yüzü suyu hürmetine vazgeçmesini bekleyerek ya da Anayasa Mahkemesi, Danıştay veya AİHM’e başvurarak çözülemeyeceği ve yargıyı doğrudan doğruya kendi egemenliğiyle eklemlemiş bir iktidarın temel meselelerde yargı yoluyla hizaya getirilmesini beklemenin beyhudeliği ortada.
Bununla birlikte, iki dinamiğin birlikte işlemesiyle sürdürülecek demokrasi mücadeleleriyle mevcut gidişatın orta vadede yerel yönetimler lehine, merkezi devlet aleyhine yeni bir dengeye oturmasını sağlamak mümkün.
Birincisi, “Kürt milletinin kendi kaderini tayin hakkı”nı inkâr etmeksizin, egemen devletin topluma zerk ettiği “bölünme” paranoyasının ve paranoyanın yol gösterdiği savaşın akıl dışılığını sergileyen; genişleyen yerel özerkliğin, merkezi devletin israf ve tahakkümünü gidererek ülkenin tamamına bir özgürlük ve refah dinamiği olarak geri döneceğini ortaya seren bir aydınlatma seferberliğine eşliğinde toplumsal muhalefet güçlerinin barışı merkeze alan bir ortak demokratik değişim stratejisine yükselmesine ön ayak olmaktır.
İkincisi, AKP ve CHP’nin gereğini yerine getirmemekle birlikte teorik ve siyasal olarak inkâr da etmedikleri Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’nın hem merkezi hükümet hem yerel yönetim uygulamaları düzeyinde yansıtılmasına yönelik uygulama kararları alınması doğrultusunda eleştiri ve tartışma ve Anayasanın 27. Maddesi’nin değiştirilmesi için kampanya yürütmektir. Türkiye, Avrupa Konseyi Yerel Yönetimler Özerklik Şartını bazı çekincelerle imzalamıştır. Şart, imzacı devletleri özerk yerel yönetim kurumunun içinde yer alması gereken demokratik anayasal ve yasal zemini esas alarak merkezi yönetimin rolünün azaltılmasına ve bu bağlamda merkezi yönetimin yerel yönetimler üzerindeki denetimin en az seviyeye indirmeye çağırmaktadır. Türkiye’nin bütün çekincelerini tek imzayla kaldırması da mümkündür.
Üçüncüsü, Kürdistan Belediyeleri’nde işbaşındaki DEM yönetimlerinin, “ana dilinde belediyecilik”, “halkçı belediyecilik”, “kadın belediyeciliği” vb. alanlarında hiç zaman kaybetmeksizin dönüştürücü icraata girişmesi, belediyeleri şeffaflaştırması, istihdam ve yatırım olanaklarını hakkaniyetle değerlendirmesi, özetle “yap da görelim” diyenlere yaptıklarını ve yapabileceklerini göstermek için hiçbir fırsatı kaçırmaksızın güçlü ve süreğen bir açıklama, propaganda, halkla ilişkiler kampanyası yürütmesidir.
Yasa tanımaz AKP-MHP rejimi, aldığı 31 Mart yerel seçim darbesinden bu yana sürekli olarak, güç, itibar ve nüfuz kaybı içindedir. Topluma sunacağı bir kazanımdan, kuracağı bir hayalden yoksundur. Demokratik ve toplumsal kurtuluş hedeflerine sımsıkı tutunarak sebatla sürdürülecek, akılcı, tutarlı ve çoğul bir direniş, Hakkari’deki kayyımın ilk değil sonuncu kayyım olduğunu gösterecek, kayyımlar gidecek halk kendi kendisini yönetmek üzere yerel ve merkezi yönetim organlarına yürüyüşünü başarıyla tamamlayacaktır.
Yorum yazabilmek için oturum açmalısınız.