Kürkçü, TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu’nda Avrupa Birliği Bakanlığı üzerine yapılan görüşmelerde: “Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarına dünyanın en ileri demokrasilerinde var olan hakları hak olarak görmedikten yurttaşlarını işkenceden, keyfî cezalandırmadan koruyamayack, ifade özgürlüğünden mahrum edecek olduktan sonra ister Şanghay Örgütü’ne ister Avrupa Birliğine üye olun, o ülkenin başka türlü bir ülke olması için biz mücadele etmeye devam ederiz.” dedi.
ERTUĞRUL KÜRKCÜ (İzmir) – Sayın Başkan, Sayın Bakan, sevgili arkadaşlar; Avrupa Birliği Bakanlığının stratejik planına baktığımızda, şahsen beni hayrete düşüren bir durumla karşı karşıyayım. Çünkü Cumhurbaşkanının, Kabinenin sözü kuvvetli üyelerinin, Avrupa Birliği Bakanlığı dışındaki hemen hemen bütün bakanların “Avrupa Birliğiyle stratejik ortaklık” diye bir şeyin söz konusu olmadığına, “Avrupa Birliği ortaklığı” fikrinin değerden düştüğüne ve bunun Türkiye’nin geleceği bakımından bir ufuk oluşturmadığına dair çok kuvvetli iddiaları ile Bakanlığın 2022’de müzakere sürecinin neredeyse tamamlanmasına kadar giden bir eylem planı ortaya koyması arasında ben ciddi bir çelişki olduğunu düşünüyorum. Bu çelişki Sayın Ömer Çelik’i zor duruma düşürmez; aslında bu, Türkiye’nin daha önceki taahhütleriyle, tarih aldığı günden başlayarak önüne koyduğu yürüme doğrultusuyla örtüşüyor ama diğer tez son derece güçlü ve son derece “arrogant”, iddialı, zorlayıcı bir tarzda ifade edildiğine göre, o zaman bu çelişkiyi nasıl yorumlamalı?
Ben doğrusu Sayın Bakanın, Avrupa kurumları söz konusu olduğunda, özellikle Avrupa Konseyi söz konusu olduğunda “Burası bizim evimiz, biz kurduk. Burada biz yabancı değiliz, kendi evimizde konuşuyoruz.” demesini bütün bu yaklaşıma nazaran son derece önemli buluyorum çünkü biraz önce dinlediğimiz konuşmalarda, işte, “Türk’ün bağımsızlığını, kendi karakterini ortadan kaldırmaya çalışan bir Avrupa saldırısına maruz kaldığımız” yaklaşımı ile bu, “kendimize bir ortak ev, insan hakları, demokrasi ve hukukun üstünlüğüne dayalı bir ortak ev kurma” hedefi arasında derin bir farklılık görüyorum. Ama siz Hükûmetin bir üyesisiniz, bu tezlerin sahipleri de Hükûmeti destekliyorlar öbür taraftan; dış politikasını, esasen, doğru buluyorlar. Dolayısıyla, bir bulanıklık içindeyiz; bunu aydınlatmak gerekir.
Hakikaten “Türkiye kendisine nerede bir gelecek arayabilir ve bunun için kurmak zorunda olduğu ilişkilerin zemini ne olabilir?” sorusuna tabii ki uluslararası düzende, küresel iklimde ortaya çıkan bütün değişiklikleri göz önüne alarak her seferinde yeni bir cevap vermek mümkün.
Özellikle Sovyetler Birliğinin yıkılmasından sonra esasen neoliberal ekonomi siyasetlerini takip eden, kapitalizmin karargâhı olan ülkeler dünyanın tamamen kendi hâkimiyetleri altına girdiğini düşünmüşlerdi ama kısa süren bir bocalamadan, on yıllık bir geçiş sürecinden sonra Çin’in ve Rusya’nın yeni büyük oyuncular olarak bir kere daha, arkalarındaki büyük tarih, coğrafi avantajlar, sosyal ve kültürel gelişmişlik üzerinden yeniden dünya ekonomisini belirleyen roller, dolayısıyla dünya siyasetini, askerî dengeyi belirleyen roller oynamaya başladıkları da apaçık. Bir ülkeyi yönetenler bütün bunları hesaba katacaklardır mutlaka fakat bu, bir temel prensibi salınıma bırakmaz: Bizim için, Türkiye’de yaşayanlar için ve Türkiye ’de yaşayacaklar için özgürlük ve refah -bu ikisi- beraber olmadıkça hiçbir uluslararası ittifak bizim için anlamlı ve değerli değil.
Avrupa’yla ilişkiler bakımından esasen Avrupa Birliğinin bir mutluluk vaadi, bir cennet olmadığını bilecek kadar çok dünyayı, tarihi, siyaseti bilenler buna eleştirel ve mesafeli yaklaştılar, yaklaşmaya da devam ediyorlar. Fakat bir tek Avrupa olmadığı gibi bir tek Türkiye de yok. Biz esasen bir “sosyal Avrupa” fikrinin bütün bu çalkantı içerisinde bizim için en önemli ufuk olduğunu düşünüyoruz; Türkiye içerisinde de bu fikre yabancı olanlar, bu fikri savunanlar var. Belki de Türkiye hiçbir zaman Avrupa Birliğinin üyesi olmayabilir ama bir, sosyal Avrupa; ikincisi demokratik Avrupa cephesiyle Türkiye’nin ilişkileri güçlenebilirse eğer, Türk dış siyaseti, Türkiye dış siyaseti buna özgülenebilirse, Türkiye hiçbir zaman Avrupa Birliğinin üyesi olmasa da, Türkiye’de yaşayanların, yurttaşlarımızın -büyük çoğunluğu emekçi ve yoksul olan insanlarımızın- özgürlük ve refah arayışları bakımından Türkiye’nin içinde kendileri için bir dizi avantaj doğacağı yaklaşımıdır Avrupa ilişkilerine anlam katan. Yoksa, Avrupa Birliği, Avrupa Birliği üyesi ülkelerin içerisinde çok büyük bir kuvvetle eleştirilen bir ortaklıktır ve o yüzden Avrupa Birliğinin, özellikle Brüksel’in son derece ağır bir eleştiri bombardımanı altında kaldığı doğrudur. Fakat Avrupa Birliği üyeliğini talep eden bir ülkenin, bir yönetimin bunun her şeyden önce egemenlik devri olduğu gerçeğini unutmaması gerekir. Sadece Avrupa Birliği değil, Avrupa Konseyine de üye bir ülke olarak biz örneğin yargısal egemenliği Avrupa Konseyiyle paylaşıyoruz. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi en üst temyiz kuruluşu hâlindedir neredeyse. Dolayısıyla bir yandan egemenlik paylaşmak, bir yandan da bu egemenliği paylaştığına pişman olmak Avrupa’nın değil, bizim, Türkiye’yi yönetenlerin çelişkisi. O yüzden, Türkiye’nin geleceği bakımından bu çıpayı önemsiyorsak o zaman dönüp bakacağız.
Doğrusu ben Avrupa’yla acılaşan ilişkilerin esasen 20 Temmuz 2016’nın ağır damgasını taşıdığını düşünüyorum. Türkiye’de şartlar onu gerektirmediği hâlde bu çapta bir olağanüstü hâl ilanı, olağanüstü hâl kararnameleriyle Türkiye’nin bütün temel siyasi düzenini baştan sona değiştirme ve olağanüstü hâl altında gidilen bir Anayasa oylamasıyla Türkiye’nin siyasi rejimini değiştirme ve bunu yaparken ağır bir hile ve yolsuzluk izleniminin hem uluslararası gözlemciler hem Türkiye’de oy kullanan yurttaşlar tarafından ortaya çıkmış olması esasen insan hakları eksenli bütün tutamak noktalarını havaya uçurmuş durumda. O yüzden, ilişkiler hakikaten sizin dediğiniz gibi ihya olacaksa “Biz kriterleri birçok ülkeden daha fazla yerine getirdik.” demenin doğrusu bu hakikatler karşısında bir inandırıcı tarafı yok. Çünkü Kopenhag Kriterleri bakımından koşulların hiçbir zaman tam olarak yerine gelmediği bütün ilerleme raporlarında var. Bunlarla ilgili her seferinde kavga çıkıyor ama nihayet objektif kriterler var. Oraya da gelmeden önce, 2004’te Türkiye Avrupa Konseyine geri dönerken yani gözlem sürecinden çıkartılırken önüne konulmuş bulunan 12 ev ödevinden sadece 1,5’unu yerine getirdi yani ombudsmanlık tesis edildi. Bir de o kurallar arasında eşitlik yoktu. Şimdi bakarken söylerim fakat ceza yasasının reforme edilmesi, Anayasa’nın değiştirilmesi, yerel yönetim reformu, göç ve mülteci yasasının değiştirilmesi, Türkiye’deki azınlıkların haklarının güvence altına alınması, seçim barajının kaldırılması, kadın okuryazarlığı ve kadına yönelik şiddet konusunda köklü reformlar gibi meselelerin hiçbirisi henüz halledilmiş değil. Bunlar halledilmemişse zaten Kopenhag Kriterleri tamamlanmamış demektir ki bu onların çeşitli varyasyonlarıyla dolu. Maastricht kriterlerinin bir bölümü yerine gelmiş ama bir bölümü değil.
Bütün bu koşullar altında o zaman dönüp şuna bakmamız lazım, sizin söylediğiniz söze geri döneceğim: Avrupa bizim kendi evimizse, kendi evimizde rahat yaşayamıyorsak, kendi evimizde bütün bu kriterler yerine gelmemişse yani evi dağıtıyorsak bizim kendi kendimize dememiz gerekmez mi “Evi toplamalıyız.” diye? Bunun için hiçbir olağanüstü koşul vesaire bizi sınırlamamalıdır çünkü sık sık karşılaştırılan olağanüstü hâl ilanları vesaire bakımından Türkiye’den başka hiçbir ülke 4 madde dışındaki, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin bütün maddelerini, adil yargılanma vesaire dâhil deroge etmedi, birkaç maddeyi deroge ettiler, biz hepsini ettik. Yani “Ne yapsan haktır.” hâline gelmiş durumda olan bir olağanüstü hâl rejimi altında -demin de söylendi- bütün yasaları, her şeyi değiştirdik ve en temel Anayasa oylamasını bunun altında yaptık ve ben şahsen yüzde 51 “hayır” diyenlerin kazandığına inanıyorum. Hiçbir Yüksek Seçim Kurulu kararı beni tersine olduğuna inandıramayacak kadar çok şüpheyle doluyum. Bir seçimin orta yerinde oy kullanma usulüne dair kanunu bunu yapmaya yetkisi hiçbir zaman olmayan bir kurul değiştirdiği gün ben burada şüphe doluyum. Benim duyduğum şüpheyi dışarıdan bakanlar duyuyorlar. AGİT raporu, Avrupa Konseyi raporu bunların hepsi ortada ve bunların hiçbirisine doyurucu bir cevap verilemedi. O zaman ben şunu demek istiyorum: İstersek Avrupa Birliğine üye olmayalım. Avrupa Birliğine üye olmayan Avrupa ülkeleri var, Norveç üye değildir, İsviçre üye değildir, İzlanda üye değildir, biz de olmayabiliriz ama bir insan hakları kulübüne üye değilsek bu Türkiye yaşanmaz bir yer hâline gelir. Şanghay İşbirliği Örgütünde bu güvenceler Türkiye halkları için yok, başka yerlerde bu güvenceler yok. O yüzden, bir insan hakları ortaklığı nerede ve nasıl kurulmuş olursa olsun bunun içinde yer alalım. İsterse Avrupa Birliğine üye olmayalım ama Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarına dünyanın en ileri demokrasilerinde var olan hakları hak olarak görmedikten sonra Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarını işkenceden, keyfî cezalandırmadan, ifade özgürlüğünden mahrum edecek olduktan sonra ister Şanghay Örgütü’ne ister Avrupa Birliğine üye olun, o ülkenin başka türlü bir ülke olması için biz mücadele etmeye devam ederiz. Umarım sizin dediğiniz olur. Hakikaten bu stratejik hedefler hiç değilse gerçekleşebilir ama şunu size söylemek isterim: Almanya ve Fransa’nın, başından beri hâkim güçlerin Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliğine razı olmadıklarını bile bile girdiğimiz sürecin orta yerinde “Bir dakika, bunlar razı değiller.” demek hiçbirimiz için inandırıcı olmaz. Biz sonuçtan değil, daha çok süreçten ümitli olarak buraya girmişsek süreci sürdürmek en akıllı siyaset olabilir, yoksa Şangay’da, Rusya ile Çin arasında Türkiye’ye kimse bir yer ve alan ikram etmiyor, oralar çoktan kapatılmış yerlerdir. Teşekkür ederim.
Yorum yazabilmek için oturum açmalısınız.