23 yaşında bundan 52 yıl önce bir solukta bunları söyleyebilmek ve sonra hayatını vermek -bu çok büyük bir insanlık. Burada bir ders var bunu sindirmek lazım. Gerisi yeni yollar, fikirler, işler… Fakat karşısında mücadele ettiğiniz güçler sizi hep bir şekilde sınar. O sınavda bu dersi her zaman hatırlamakta fayda var.
Mezopotamya Ajansı’ndan Rukiye Adıgüzel’in Ertuğrul Kürkçü’yle Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idamını çevreleyen tarihsel arka plan ve bugüne yansımaları üzerine söyleşisi 5 Mayıs’ta ajans tarafından servise kondu. Özgün tam metni 1960’lar, 1970’ler ve 2000’lerin sol siyasal mücadelesine ilişkin zengin malzeme sunan söyleşi günlük bir yayının içermesi neredeyse olanaksız hacmi dolayısıyla ajans tarafından ister istemez kısaltılarak yayınlanabildi. Bu söyleşinin daha geniş zamanda değerlendirilmesine olanak verecek şekilde çevrimiçi ortama aktarılmasında yarar bularak ve MA’nın da hoşgörüsüne güvenerek yayınlıyoruz. Özgün halinde sorularla bölünmüş olan söyleşiyi burada yayımlarken metni sorular yerine ara başlıklarla böldük.
* * *
Öğrenci yoldaşlığından devrimciliğe
Tanışmamızın öyle herhangi bir bilinen anı yok. Biz zaten başlangıçtan beri aynı şehirde değildik. Deniz ve arkadaşları da başlarda aynı şehirlerde değildi. Ben ODTÜ öğrencisiydim, Ankara’daydım. Deniz İstanbul Hukuk Fakültesi’ndeydi. Ama Yusuf ve Hüseyin ODTÜ’deydiler. Tabii Yusuf ve Hüseyin’i bizim üniversitedeki devrimci hareket içinden tanıyorum. Deniz’i ise Ankara’ya gelip gitmeleri sırasında ortak arkadaşlarımız vasıtasıyla tanıdım. Biz devrimci hareket içinde ayrı politik odaklarda olmamıza rağmen arkadaştık ama günlük mesaimiz o kadar bir arada geçmiyordu. Fakat biz hepimiz aynı devrimci hareketin üyeleri olduğumuz için birbirimizi tanıyoruz. Arkadaşlarımız öne çıktıkça onları herkes ve biz de daha iyi tanır olduk. Bizimki bir öğrenci yoldaşlığı. O zamanın devrimci hareketi sınırlı ölçüde üniversitelerde gelişiyordu. Türkiye’de 4-5 kentte üniversite vardı. Bugün her halde 81 kentin hepsinde bir üniversite veya fakülte var. O zamanlar İstanbul, Ankara, İzmir, Adana, Eskişehir ve Trabzon’daydı Türkiye’nin bütün üniversiteleri. Bu çerçevede biz daha birbirine yakın, daha sık görüşen, daha sık alanda siyaset ya da mücadele yürüten arkadaşlardık. Ama Deniz hepimizden hem boyu biraz daha uzun hem de bir adım önde bir arkadaşımız olduğu için onu herkes tanırdı. Diğer arkadaşlarımızla birbirimizi tanıyorduk. Ama Deniz’le de bu vesileyle tanışmış olduk. Yusuf ve Hüseyin’le 1967’de Deniz’le 1968-69 yıllarında tanıştık.
Öğrenci lideri olarak Deniz Gezmiş
Deniz Gezmiş’in, [onu devrimci gençlik hareketinden ayıran] şahsi bir mücadelesi yok. Deniz Gezmiş öğrenci hareketinin içinde, başında, önünde olan bir arkadaşımızdı. Türkiye devrimci hareketi bir ortaklıklar hareketidir. Bir ortak yapıdan çıktık hepimiz. Büyük çoğunluğumuz kendi bulunduğumuz fakültelerdeki Sosyalist Fikir Kulüplerinin (SFK) üyeleriyiz. Fikir Kulüpleri Fikir Kulüpleri Federasyonu’nda (FKF) birleşiyordu. Daha sonra FKF Türkiye Devrimci Gençlik Federasyonu’na (Dev-Genç) dönüştü. Deniz Gezmiş de bu organizmanın bir parçasıydı. Deniz daha çok İstanbul’daki hareket içerisinde, özellikle İstanbul Üniversitesi’nin işgali döneminde öne çıktı. […]
Deniz’i Deniz olarak, öğrenci hareketinin önüne taşıyan 1968’deki İstanbul Üniversitesi işgali ve aynı yıl, yazın Amerikan 6’ncı filosunun İstanbul’u ziyareti dolaysıyla patlak veren öğrenci protestoları içerisinde oynadığı istisnai roldü. Deniz genellikle şöyle bilinir -şöyle bir efsane var- “Deniz eylem adamıdır, ama şu düşünce adamıdır, filozoftur.” Aslında Deniz dendiği gibi sadece “eylemci” değildi. Ne kadar derin düşünen bir insan olduğunu idam sehpasına çıktığında anladık. O özlü sözleri son soluğunda söyleyebilmesi için insanın, çok düşünmüş, tartmış, kendini ve dünyayı çok bilmiş olması gerekirdi. Fakat Deniz hem yapısı hem mizacı gereği hem de kitleler dönüp baktıklarında daima bir baş yukarıda gördükleri bedeni, postürü, duruşu, heyecanıyla kendisini aslında bu mücadeleye çok önceden beri hazırlamış bir insandı. Bir fedai ruhuna sahip oluşuyla insanları kendine baktıran, mıknatıs gibi çeken bir karakteri vardı. Hani, “Karizma nedir” diye sorduğunuzda, “bir odaya girdiğinde herkesin dönüp baktığı kişidir” denir ya. Bu yalın basit ama doğru anlatım. Deniz öyle biriydi.
Bir başka siyaset
Çok kısa zamanda çok fazla mesuliyet üstlendi ama bu mesuliyetleri taşıyabilmek açısından ise bizim devrimci hareketimiz henüz o kadar güçlü değildi. Evet üniversitelerde yaygındı ama bugünle kıyasladığımızda mesela bizim bir HDP’miz yoktu, milyonlarca insanın içinde kaynaştığı. Siyaseten TİP vardı fakat biz TİP’in siyasete müdahalesini devrimci harekete eşlik edemiyor diye görüyorduk. O yüzden de kendimiz arayış içerisindeydik. Denizler ise bu arayış içerisinde, “Başka bir siyaset mümkün” diyorlardı. Bu terimlerle söylemedilerse de başka bir siyasetin mümkün olduğunu fiilen ifade ettiler. Yani eylemin içinden doğacak bir yeni siyasetin… Deniz dolayısıyla her şeyiyle bu arayışın ikonu haline geldi. Ona baktığınızda görürdünüz: Evet yeni siyaset nasıl bir şey olmak istiyor? Deniz’di bunları şahsında toplayan… Bunu da çok kastetmiş, “Ben lideriniz olayım, başınıza geçeyim, size yol göstereyim” diyen biri de olmuş değildi. İnsanlar Deniz’i önlerine taşıdılar. Deniz’de insanları arkasına kattı. Böylelikle öğrenci hareketi içerisinden çok doğal bir lider doğdu. Zaten ben 68’in öğrenci hareketinin önde gelen bütün unsurlarının kendi bulundukları öğrenci mekanlarının, akademinin, üniversitenin, öğrenci yurtlarının, kampusların habitusu içerisinde doğal olarak öne çıkmış insanlar olduğunu söyleyebilirim. O zamanın öğrenci hareketinin liderleri ya da önde yürüyenleri arasında çaka çaka giden kimseyi bulamazsınız. Sınavları vermeye gelince iki eylem arasında sınavını verip, eyleme devam eden insanlardık. Daha çok edebiyatla, güzel sanatlarla şu ya da bu şekilde ilgilenmiş, dolayısıyla bir çeşit belagat kazanmış, sözü dinlenen insanlardı. Deniz de bunların hepsinden kendinde bulunduruyordu.
Devrimci öncü olarak Deniz
Ama en önemlisi bugün geriye dönüp baktığımız zaman, bir yol açmak için, kimsenin daha önceden gitmediği bir yolu açmak için en çok yaşam enerjisi, ikinci olarak cesaret lazım gelir. Bu ikisi de Deniz’de bolca vardı. Deniz sonunda büyük bir devrim olacak, iktidarın başına geçecek, devrimi yönetecek biri, yani bir çeşit Fidel Castro gibi görmedi kendini. Hiçbirimiz de öyle değildik. O daha çok devrim için hayatını vermiş biri olarak tasavvur etti kendi [öyküsünü] Nitekim öyle de oldu. Bir “fedai” derken tam olarak bunu kastediyorum. Çünkü Türk devleti başkaldırıya karşı bin yılın deneyimine öylesine sahiptir ki, çizgiyi aşan hemen herkesin bunu hayatıyla ödediği Türkiye’de bilinen bir derstir. Ancak hayatta kalanlar başarmış olanlardır ki, o zaman zaten iktidardırlar. Kurtuluş Savaşı’nı yapan kadro öyledir. Sultanlığa karşı bir hamle yaparken -evet- kelle koltukta yapmışlardır ama onların kazanmaları ihtimali bizim kazanmamız ihtimalinden çok daha yüksekti. Çünkü onlar orduyu başka bir istikamete sevk etmeye çalışıyordu. Deniz ise kendisine bir “halk kurtuluş ordusu” kurdu. Hiçbir ordu ikinci bir orduyu affetmez -bu aslında sadece simgesel olsa bile… O nedenle Deniz bütün bunları bilmiş, hissetmiş, anlamış, göze almış bir insandı ve bunun sözünü çok az ederdi. Sıra ona geldiğinde, celladıyla karşı karşıya geldiğinde bunu telaffuz etti.
Eşitler arasında birinci
O, herkesin dönüp baktığı, fikrini merak ettiği, onayını almak istediği bir insandı. Bugün 6 Mayıs’ta arkadaşlarımızı anarken Hüseyin’le Yusuf’un ister istemez Deniz’in heybeti karşısında gölgede kaldıklarını görüyoruz. Deniz hem kırda hem kentte ismini duyduğunuz zaman dönüp bakacağınız biriydi. Hüseyin ve Yusuf her yerde varlardı, Deniz her yerde yoktu. Ama, öndeydi, sözü dinleniyordu, öğrenci hareketinin lideriydi. Diğer arkadaşlarımız daha çok öğrenci hareketinin işçileriydiler. Fakat hakkını teslim etmemiz gerekir ki, bu üç arkadaşımızın hayatlarını feda ettikleri mücadelenin örgütleyicisi, fikri önderi, o teşkilatı toparlayan insan Hüseyin İnan’dı. Bu yanı çok az bilinir. Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu’ndan mahkeme savunmalarını bir kenara bırakırsak geriye bir yazılı belge kaldı: “Türkiye Devriminin Yolu”. Bunu cezaevindeyken Hüseyin İnan yazdı ve Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu aslında yola çıktıktan, birçok ferdini kaybettikten ve idam sehpasının eşiğine geldikten sonra kendi yaptıklarını anlamlandıran bir metinleri oldu ki, bunu da Hüseyin İnan yazmıştı. Dolayısıyla Deniz o hareketin popüler lideriyse, Yusuf onun sahadaki işçisi, Hüseyin de teorik ve örgütsel lideriydi. Bu açıdan baktığımızda biri olmasa diğeri olmazdı.
Hepimiz “aynı paltonun altından çıktık.”
Her ne kadar ben bu hareketin değil de Türkiye Halk Kurtuluş Cephesi’nin, Dev-Genç’in bir ferdiysem de, biz hepimiz Rusya’da edebiyatta Gogol’ün rolü için dendiği gibi “aynı paltonun altından çıktık.” Hepimiz Dev-Genç’liyiz neticede ve birbirimizi biliyoruz. Sonunda onları idamdan kurtarmak için Kızıldere’de 10 arkadaşımız hayatlarını feda etmiş oldular. Ben de onlardan biriydim ve bugün tesadüfen yaşıyorum. “Buna değer miydi?” diye sorduğunuzda, “evet” değerdi. Sadece şahsi meziyetleri dolayısıyla değil, teşkil ettikleri anlam dolayısıyla. Rejimin, devletin başkaldırana, itiraz edene, haddini bildirme, onu darağacına çekme iddiasına meydan okumak, bu meydan okuyuşu cezalandırana bir kere daha meydan okumak farz olduğu için bir kere daha meydan okundu…
1968’de devrimci hareket kozasını patlattı, ortaya çıktı. 1972’de ölen ölmüş, idam edilen idam edilmiş, geriye bundan bakiye bir devrimci hareket kalmıştı. Ondan sonrası 1974’ten sonra yeniden gelişen harekettir. Fakat önceki 6 yıl içerisinde hepimiz birer öğrenciyken, Türkiye’nin geleceğinde yeni bir ülke, yeni bir hayat olabilir diyen heveskar gençlerken, apansız devrim savaşçıları haline geldik ve karşıdevrimin en sert çekirdeğiyle karşı karşıya kaldık ve o zaman öğrendik ki, biz bir devrim için hazırlanmadan önce devlet çoktan karşı bir devrim için hazırlanmıştı. Gerilla ortaya çıkmadan önce kontr-gerilla örgütü kurulmuştu. ABD, Türkiye gibi ülkelerde ortaya çıkacak olan halk muhalefetleriyle ilgili bir doktrini, planı, çerçeveyi Türk Genelkurmayına çoktan vermişti. NATO’nun bünyesinde bir Gladyo hareketi başlamıştı. Her türlü sosyal protestoyu, her türlü muhalif hareketi ezmek için komplo, kışkırtma, işkence, zulüm… Bu Gladyo hareketi hakikaten Türkiye’de neredeyse doruğuna vardı. Bu Gladyo faaliyeti olmasaydı, Türkiye’de demokratik gelişimin yolu açık olsaydı, siyasetin önü faşist hareketle kesilmiş olmasaydı Alparslan Türkeş ve komandoları hem TİP’i hem Dev-Genç’i hem devrimci hareketi hem ultra-milliyetçi olmayan bütün siyasi akımları tehdit etmeseler, kurşunlamasalar, onları mukabeleye sevk etmeselerdi… Süleyman Demirel hükümeti işçi hareketiyle başa çıkamadığı için, sermayenin çıkarlarını korumak için muhalefetin sesini kesmek üzere zulme girişmeseydi, siyasi gelişme yolu açık olsaydı hepimiz için belki başka bir yön, bir kader olurdu. Biz “illaki, böyle yapalım” diye kurgulanmış değildik. Fakat şartlar sözüne sadık birer devrimci gibi kalmak için bu yolu seçmeyi gerektirdi ve Denizler de o yolda yürüdüler, hayatlarını kaybettiler -Bizim kuşağımızdan başka yoldaşlarımız gibi.
Devrimci hareketin özeti olarak Deniz
Ama dediğim gibi bu bir kuşağın hikayesi. Deniz aslında bunun bütün olumlu taraflarını da açmazlarını da, tecrübesizliğini de kendini aşmışlığını da, gençliğini de olgunluğunu da -hepsini- kendi üzerinde taşıyan, bir bütün olarak devrimci hareketi kendi şahsında temsil edebilen bir arkadaşımızdı. O yüzden boşuna onun hakkında konuşmuyoruz. Tabii ki, Yusuf ve Hüseyin için de bunlar geçerli. Fakat örneğin onların son sözlerine baktığımızda Deniz Gezmiş’in idam tutanağına geçirilmeyen, tutanakta “sakıncalı sözcükler” diyerek ayıklanmış hala hepimizin kulaklarında çınlayan 16 kelimede – “Yaşasın tam bağımsız Türkiye! Yaşasın Marksizm Leninizmin yüce ideolojisi! Yaşasın Türk ve Kürt halklarının bağımsızlık mücadelesi! Kahrolsun emperyalizm!” – bütün bir devrimci hareketin programını özetleyebilmiş bir arkadaşımız olduğunu görüyoruz ve böyle bir feraset kolay ele geçen bir şey değil. O yüzden Deniz hep Deniz, ve hiç unutulmaz.
Deniz’in ayak izleri
Doğrusu ben Denizlerle olan arkadaşlığımdan da hep kazançlı çıktım. İki türlü kazançlı çıktım. Birincisi, hepimiz gibi önümde bir örnek vardı, ayak izlerine basarak yürüyebileceğimiz, hayat karşılığı verilmiş bir örnek. İkincisi de bunun yarattığı etki vardı. Askeri cezaevlerinde her zaman “düşmansınızdır”. Vanlı bir asker çok zulmedince, “Niye böyle yapıyorsun?” dediğimde, “Bu kapıdan giren herkes benim düşmanımdır” demişti aksanıyla. Malatya Cezaevi’nde de bir tanesi vardı. Herkese zulmediyordu, fakat bana biraz daha az ediyordu. Ben “Niye?” diye sordum. “Sen Deniz’in arkadaşısın ben sana vuramam. Eşim bana dedi ki, ona bir şey yaparsan bir daha eve gelme.” Düşünün Deniz Ankara Kapalı Cezaevi’nde idam sehpasında hayatını verirken, Malatya’nın bir köyünde bir genç kadın onu burasına yerleştirdi ve eşine de, “Onun arkadaşına bir şey yaparsan, eve gelme” dedi. Bu hiçbir şeyle ölçülemeyecek bir etki. Bunun metresi, santimi, kilosu, hacmi vesairesi yok. Bu bir tarihsel kazanım ve doğrusu ben bu mücadelede onların varlıkları ve ortaya koydukları dolayısıyla hem kendim için bir örnek elde etmiş oldum hem de bunun halktaki etkisini gözleme fırsatına sahip oldum.
1971 devrimciliği
O açıdan önümüzde büyük bir yol açıldı. Bugün hala tartışılır: “Öyle mi olsaydı, böyle mi olsaydı, o yoldan mı, bu yoldan mı?” diye. Bunlar hepsi siyaset teorisinin meselesi. Ve boşuna konuşulmaz bunlar tabii ki. Ama siyasi hakikat şudur: Bir avuç faşist ve halk düşmanı dışında bütün toplum nezdinde onların haklı oldukları ve bu sonu hakketmedikleri, onlara zulmedildiği noktasında halk birleşmiştir. Tayyip Erdoğan kendisine meşruiyet yaratmaya çalışırken boşuna gözyaşları akıtmıyordu, devrimciler için. Çünkü halktaki bu karşılığı alması gerekirdi. Onu sessizleştirmesi, kendi yanına çekmesi gerekirdi. Buradan da ölçebilirsiniz, yeminli bir karşı devrimciyi, zalimi devrimcilerin anısı önünde saygıyla eğilirmiş gibi yapmaya iten sebebi düşünürseniz bunun halkın gönlündeki yeri konusunda fikir sahibi olursunuz. Öncüler böyledir: Daima üzerleri kirlenir, ayakları çamurlanır, elleri kanar ve belki de çoğu zaman hayatlarını kaybederler ama bir yol açılmış olur. Bugün de artık o yoldan nereye gidileceğine bakmak gerekiyor. Burada da birden çok yorum var ama her halde 2023 yılında hala herkes şurada birleşiyordur ki, bu arkadaşlarımız Türkiye halklarının ortak iyiliği için, zalim, sömürücü ve yıkıcı bir rejime, iktidara karşı bir başkaldırıyı pratiğe koydular. Bu öyle bir şey ki, bin yıl öncenin baba İshak İsyanlarından bugüne kadar gelen Anadolu haklarının zulme, sömürüye ve haksızlığa karşı itirazlarına eklenen bir 20’inci yüzyıl halkası oldu. Bu halkayla zincir tamamlandı. Mezar sessizliği Türkiye’de son buldu.
Kürtler ve Denizler
Kürt özgürlük mücadelesi bu [deneyimi] kendi diline tercüme etti. Kuzey Kürdistan’a gittiğimizde her köye, mahalleye gittiğimizde, her geniş ailede bir Deniz muhakkak buluruz. Birinin çocuğunun adı Deniz’dir. Ve bugün kız ya da oğlan bu Denizlerin hepsi şimdi artık özgürlük hareketinin hemen hemen hepsi içindeler. Büyüdüler kocaman insanlar oldular ve birçok Deniz’le tanışıyoruz. Çünkü özgürlük hareketi de burada kendisini ortak mücadeleye bağlayabilecek bir damar buldu. Ve bu ortaklıktan hem kendisi için bir model kurdu hem de buradan güç kazandı ve Türkiye devrimci hareketiyle bir diyalog kurdu. HDP bu diyalogdur aslında. Deniz’in sözlerinin ve yaklaşımın Kürtçeye ve Kürtlerin haline tercümesinden ortaya çıkmıştır. Tabi ki, kendi geleneğiyle bütünleşmiş, kendi komünalitesi içinde onun suyuyla yıkanmış ama bugün bu ortak dil bugün bizi işte sizinle buluşturuyor, konuşturuyor. Bu az şey mi? Bu bağ başka türlü kurulamazdı ve kurulamadı da zaten. Öbür türlüsü tarikat ya da medrese beraberliğiydi. Bu geleneksel topluma ait bir ilişkiydi. Modern bir ilişki, bugüne ait kentsel bir dönüşüm dinamiğinin bir parçası olan bir ilişki bu vesileyle kurulmuş oldu.
Sosyalizm mücadelesinde Denizler
Deniz, Hüseyin ve Yusuf’un ve 1968-72’deki devrimcilerin ölümleriyle-İbrahim zindanda işkencede, Mahir ve arkadaşlarımız Kızıldere’de, Sinanlar Nurhak’ta ve Denizler idam sehpalarında can verirken- uğrunda mücadele verdikleri hedef sosyalizmdi. Bundan şüphe edilemez. Bundan daha net ve açık hiçbir şey olamaz. Hem fikirleri, ortaya koydukları programları ve eylemleri dolayısıyla hem de düşmanlarının onlara nasıl davrandığına bakarak da bu sonuca iki yönlü olarak varabiliriz. Devletin de teşhisi buydu. Ve güya “komünizmin kökünü kazımak” üzere bu imha yolunu seçmişlerdi. Bunu bile bile, buna göğüs gererek sosyalizmin bir fedayı gerektirdiği bilgisi ve sezgisiyle, insanların bütün ömürlerini adamadan böyle bir mücadeleyi sonuca ulaştıramayacaklarını, çizilmiş sınırlar içerisinde kalınarak, sadece o sınırlar içinden kalınarak daha fazla bir şey yapılamayacağını, dolayısıyla sınırların göğüslenebileceğini göstermek üzere girişilmiş bir taktik hamle olarak görmek lazım o eylemleri. Yani o gün yapılanın tekrarı olarak değil ama o gün tutulmuş yolun takibi bakımından bugünün devrimcisiyle Deniz Gezmiş’i birbirinden ayıran hiçbir şey olmaması gerekir. Sınıfsız, sömürüsüz, ordusuz, generalsiz, patronsuz, sermayesiz bir toplum olabilir ama halksız, işçiler, kadınlar ve gençlerin oluşturduğu bir halklar bahçesi olmadan bir toplum kendini koruyamaz, geliştiremez, muhafaza edemez. Hepimizin farklı ama hepimizin eşit olduğumuz yeni bir hayattır peşinde koşulan. Bu özgürlüğün mutlaklaştığı bir gelecektir. Öyle olduğu için de herkesin özgürlüğü bizim özgürlük mücadelemizin konusudur -sadece işçinin kurtuluşu değil. Çünkü işçi sınıfı insanlığı kurtarmadan kendini kurtaramayacağı için devrimci bir sınıftır. Ve onun devrimcileri 1970’lerde bir isyanı tercih ettiklerinde bu isyana anlam veren tek şey hedeftir. O hedef bugün de o günkü kadar saydamdır, aydınlıktır. Bence o nedenle sosyalist hareketin bütün damarları 1972 kahramanlarını kendilerinin bir parçası sayarlar ve hep öyle saymalarını bekleriz. Ama sadece sözde değil, fiiliyatta da, sadece fikriyatta değil, harekette de böyle olmasını ve tabii şimdi onları aşmasını bekleriz. 1970’lerin dünyasında değil, bambaşka bir dünyadayız. Ama değişmeyen bir tek şey var: Özgürlük kavgası ve sermayenin küresel hakimiyeti. Bu ikisi arasındaki mücadele yepyeni biçimlere bürünecek, kadınların burada ayrı bir rolü olacak. Doğa için müadele edenlerin ayrı bir yolu olacaktır. Halkların hakları, inanç özgürlüğü için mücadele edenlerin ayrı bir yeri var. Ama bunların hepsini sosyalist bir politika bir birine bağlayacak ve onu güncel koşullarda yeniden keşfetmeye çalışıyoruz.
Benim gördüğüm kadarıyla sosyalistler bu mirası sahipleniyorlar. Bunu inkâr eden kimseyi görmedim. Fakat şartlar, ortam, insanlığın hali bir nebze değişti. İki sebep var. Birincisi 1968 dünyada 20’nci yüzyılın son devrimci dalgasıydı ve bu dalganın içinde şekillendi her şey. Ondan sonra bir ara dönem geçirdik. Ardından, sosyalizmin dünyada kazanılmış kalelerinin yıkıldığı yeni bir dönem açıldı. Tabii bu umutsuzluk ve karamsarlık çağında muhalefet bizimki gibi umudun ve gelecek ufkunun daha açık olduğu döneme göre daha içine kapanık, daha sinikti. Ama insanlar hangi yılda doğacakları seçemezler ki. Biz de 1968’de 20 yaşında olacak şekilde o doğalım diye kararlaştırmamıştık. Ama içinde doğmuştuk ve aydınsanız, gençseniz, maddi çıkarlarla bu dünyaya kazık çakmış değilseniz, uçup gitmek istiyorsanız ister istemez esen rüzgârdan, değişen iklimden, ortada gezen kurtuluş teorilerinden nasipleniyorsunuz, bunların içinde yol alıyorsunuz. Fakat gençlik size “tarihin sonuna geldik” diyen bir egemenlik rejiminin ve onun hoparlöründen yayılan fikriyatın hâkim olduğu bir dönemde bunu çelen düşüncülerin bastırıldığı bir dönemde tabii ki, kendiliğinden aynı yola giremezdi. Fakat 10 yıllık bir bocalama döneminin ardından şimdi yeni çağın kendi devrimci hareketi gelişiyor. Hem sırtına alıyor bu mirası hem de dönüştürüyor. Şimdi düşünsenize 1968’de “kırdan kente ilerleyen” bir devrim stratejisinden konuşurken Türkiye nüfusunun yüzde 70’i köyde yaşıyordu. Şimdi Türkiye nüfusunun yüzde 80’i kentlerde yaşıyor. Devrimin ya da sosyal yaşamın mekânı değişti. Türkiye’de hemen hemen herkes işçileşti. O zaman “işçinin önderliği ideolojik midir, fiili midir” diye tartışıyordunuz. Şimdi işçinin içine karışmadığı hiçbir halk hareketi yok. Çünkü herkes bugün ücretlidir. Sonuçta zenginler ve mülk sahipleri dışında herkes bu toplumun amelesi ya da işsiz amelesidir. Böyle olduğu için tabii ki bir işçi sınıfı fikriyatı için zemin daha gelişkin. Fakat kapitalizm de şekil değiştirdi. Fabrika merkezli bir kapitalizmden bilgi-bilişim eksenli bir kapitalizme doğru geçiyoruz. Dolayısıyla işçi sınıfının kompozisyonu hali, tavrı değişiyor. Türkiye’de de geri bir kapitalizm olmakla birlikte 81 ilde üniversitesi olan üniversite öğreniminin esas haline geldiği bir üretim ve bilişim sürecindeyiz.
1968-71’den 2000’lere
Bu 20’nci yüzyıl sosyalizminin kazanımlarının yenilgiye uğradığı dönemlerde dünyadaki bu nispi karışıklık dönemi içerisinde kurtuluş hareketleri yeniden dünya gündeminde kendi yerlerini açmaya başladılar. Hem Latin Amerika’daki kurtuluş hareketleri yön değiştirdi. Güney Afrika’daki apartheide karşı mücadele hareketi yeni bir momentum kazandı. Türkiye’de de hem bölgesel dinamikler hem Türkiye ve Kuzey Kürdistan dinamikleri çerçevesinde yeni bir değişim rüzgarı ortaya çıktı. Türkiye’deki mücadelenin tamamen yıkıldığı, devletin her şeye hakim olduğu fikri güç kazanırken -ki ben o yıllarda tahliye olmuştum. 14 yıllık hapis sürem dolmuş ve serbest bırakılmıştım. Ve bizim serbest bırakılmamıza yakın, yani benimle 12 Mart’ta cezaevine girmiş ve idamla hüküm giymiş, 74’teki afla cezaları 30 yıla çevrilmiş olanların cezaları bitmişken, biz çıkarken- yeni bir hareket başladı ve bu hareketin bütün motivasyonunun aslında 1972 devrimcilerinden geldiğini öncülerinin onu kendi lisanına -yani anlayışını fikriyatına- tercüme etmek için verdiği uzun gayretlerin soncu olduğu görüldü. Hareket kendini bir “işçi partisi” olarak kurdu. Yani kendisini geleneksel ulusalcılığın ötesinde özgürlükçü, anti-emperyalist, demokratik ve sosyalist bir hat üzerine yerleştirdi. İkincisi de köylü isyanları geleneği yerini uzayan bir halk mücadelesine bıraktı. Buna göre yeniden örgütlendi ve de eski bakış açısından bakan sol da egemen sınıflar da buradaki gelişim dinamiğini çok iyi okuyamadılar. Özal ve o zaman iktidardakiler bunun eski Kürt isyanlarından biri olduğunu düşündü. Süleyman Demirel 93’te, “Bu 28’inci Kürt isyanı” demişti. Bu bir yanıyla belki bu doğruydu ama onlardan çok farklıydı. Ne Şex Said’inkine ne Seyit Rıza’nınkine benzeyen modern çağın hem öğretilerinden hem mücadele usullerinden yararlanmış hem de hiçbirinde görülmedik ölçüde kadın dinamiğinin başat hale geldiği yepyeni bir hareketle tanıştık. Kürdistan devrimci hareketinin 1971-72 Türkiye devrimci hareketiyle bir miras alışveriş içerisinde olduğunu söylesem de bu boyut bizde hiç olmayan bir şeydi. Kadının hem mücadeleci hem de dönüştürücü varlığı hem de onun varlığının yarattığı yeni devrimci imkanlar bence Kurdistan özgürlük hareketiyle birlikte ortaya çıktı ve bugün Kurdistan’ın bütün parçalarını sardı. Hepimiz biliyoruz. İran’daki rejim mücadelesinde kadınlar bir adım öne çıktıklarında hareketin sloganı dünya sloganı haline geldi: “ Jin, jiyan, azadi.” Bu bir tesadüf değil, bir tercihti. Bu çok dahiyane bir şey. Yani geleneksel toplumları dönüştürmek bakımından kadının mücadele kapasitesinin ve yollarının açılmasının nasıl patlayıcı imkanlar yarattığını hep birlikte görüyoruz. Türkiye’deki rejimin de giderek kadını inkar eden bir rejim haline geliyor olması burada Kemalistle siyasal İslamcının yan yana geliyor olması da tesadüf değil. Laikliğin güya en sıkı savunucuları kadının önde yürüdüğü bir devrimci hareketi bastırmak için Tayyip Erdoğan’la ortaklık kurabiliyorlar. Bu buluşun önemini buradan çok iyi görebiliriz.
Kürt Özgürlük Hareketi ve Denizler
Sadece bununla sınırlı değil. aynı zamanda siyasetin kurgusu bakımından Türkiye demokratik ve sosyalist güçlerinin bir program meselesi haline bir türlü getiremedikleri Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkı meselesinin çözümü konusunda da çok esaslı bir teklifle geldi özgürlük hareketi. “Tamam kendi kaderini tayin hakkı mutlaka ayrılıp, ayrı devlet kurmakla sonuçlanmayabilir ama bu hak, haktır önce bu hakkın teslimi gerekir sonra bu hakkı nasıl kullanacağımıza biz karar veririz” diyerek bir ortaklık perspektifi sundu. Bu Türkiye siyasetinde yepyeni bir fay hattı oluşturdu. 2 kutuplu Türkiye siyaseti 3 kutuplu bir hale geldi. Bugün HDP ve şimdi onun bayrağı altında seçime girdiği Yeşil Sol Parti iki hakim sınıf eğiliminin ötesinde bir üçüncü imkanın Türkiye’de mevcut olduğuna dair çok somut bit gösterge oluşturuyor. O açıdan bunu takip eden bir üçüncü kutup aslında 1971’in devrimci geleneğini Kürt halkının tarihi amaçlarıyla birleştirdiğimizde ortaya çıkan muazzam kimyayı bize anlatıyor. Ve Türkiye’nin umududur bugün bu 3’üncü dinamik. Bu diktatörlüğü devirmek için şimdi dışımızdaki iki ittifaktan biri daha öne çıktı ve biz, faşizmi devirsin diye önünü açtık ama bu kendi yolumuz hakkında tereddüte düştüğümüzü hiç söylemiyor. Tam tersine bu yol açıldığı zaman Türkiye 3’üncü yolun ana muhalefet olduğu ve kendi tercihlerini toplumla paylaşacağı yeni bir siyasi mekâna ulaşacak. Bunun için uğraşıyoruz. Böyle baktığımızda tabi ki, uzun bir süreden 1972-2023, 51 seneden bahsediyoruz. Bu 51 senenin son 15 senesi aslında bu dönüşüme tercüme edildi ve bence artık 1970’lerin devrimci hareketini bu manada aşmış durumdayız.
Ben çok isterdim 18-19 yaşında bir insanken teorik olarak milyonlardan değil, hakikaten bizimle örgütlenmiş milyonlardan söz etmeyi. Ama o zaman onlardık, yüzlerdik, binlerdik. Şimdi milyonlarız. Bu muazzam bir aşama. Türkiye’nin bütün siyasi topografyası değişti ve evet Öcalan HDP’nin -Sebahat’le benim başkanlığa geldiğimiz- kongresine gönderdiği mesajda “72’nin emanetini bugüne kadar taşıdım. Şimdi size devrediyorum” derken sadece edebiyat yapmıyordu. 72’nin neredeyse bütün devrimci damarları HDP’de Kürt özgürlük mücadelesinin bütün damarlarıyla birleşebileceği bir siyasi mekan yarattı. Bu dahiyane bir şeydir. Bu hiç kimsenin kabul etmediği, olacağına inanmadığı, imkan vermediği bir şeydi ve bunun hala sonuçlarıyla zaman zaman yüzleşiyoruz. Mesela Özgürlük hareketi kendini ortaya koyuncaya kadar Türkiye’de Kürt yoktu. “Onlar Kürt değiller, Türkler. Sadece lehçeleri farklı”dan başladı. “Kart kurt derken Kürt olmuş”a geldi. “Var ama din kardeşimizdir” oldu. Nihayet “Kürtler Kürttür” diye “realite” kabul edildi. Fakat şimdi ikinci aşamadayız. “Kürtler Kürttür. Sosyalistler Türktür. Kürtler sosyalist değildir ve olamaz”a geldik. Ben bu kadar dehşet verici bir unutkanlık göremiyorum. Hangi Kürt derneğine girseniz, Türkiye, Avrupa ya da dünya dan herhangi bir her yerinde orada Öcalan’ın portresini görürsünüz, Seyit Rıza’yı görürsünüz. Ondan sonra Deniz Gezmiş’i, İbrahim Kaypakkaya’yı, Yılmaz Güney’i görürsünüz. Mahir Çayan’ı görürsünüz. Bu sosyalizme, Türkiye devrimci hareketinin mirasına bağlılığın günlük hayata tercüme edilmiş halidir. Bu konuda tereddüdü olan bir Kürt yurtsever tanımıyorum.
Kürt yurtseverliği ve sosyalizm
Kürt yurtseverliğiyle, sosyalizm arasında kopmaz bir bağ var. Kürt yurtseverliği aslında köklerini Kürt komünalizminden alıyor. Ortak yaşam damarlarının ayakta kaldığı yerlerde bu hareket gelişti. Niye önce en şehirleşmiş yerlerde değil de, Botan’da gördük hareketin parladığını? Çünkü komünal damarlar en çok orada canlıydı. O nedenle bu ikisi arasında bir aidiyet kuramayan, buna bir mana veremeyen birinin ne Türkiye ne Kürdistan sosyal hayatı hakkında bir fikri olabilir gibi gözüküyor bana. Oysa Kürtler hem kendilerini hem dünyayı çok yaratıcı bir şekilde düşündüler ve bunun yordamını hem Marksizmden edindiler hem de buna kendi deneyimlerini, tarihsel tecrübelerini kattılar. Kadın hareketi böyledir, halk hareketinin kendisinin komünal bir istikamette ilerlemesi böyledir. Bunlar yepyeni yanıcı maddeler olarak Türkiye devrimci hareketi ile birleşti. Tabi ki, kendi deneyimleri, dinamikleri var. Kürt özgürlük mücadelesi başka bir yol takip etmeyi de talep edebilir, önümüzdeki on yıllarda ama mümkün mertebe birlikte, ortaklaşa mücadele yürüttüğümüz dönemlerde öğrenmeye çalışmak bizim için çok önemli ve artık roller biraz da değişti. 1971-72’de şöyle düşünülüyordu: “Türkiye’de sosyalizm olunca elbette Kürtler de kurtulacaktır. Ama şimdi Kürtler kurtulmadan sosyalizm olamayacağı bilgisine eriştik. Çünkü her ikisini de baskı altında tutan rejim bunun önündeki en önemli engel. Dolayısıyla Kürtlerin mücadelesinde hem sosyalizm var hem de daha geniş alanlarda sosyalist mücadelenin çok sağlam bir müttefiki var. Tüm bu açılardan baktığımızda bugün Kürtlerin devrimci hareketinin siyasi arenaya girişiyle beraber 1971-72’den değişik, farklı, yepyeni yanları olan fakat her iki bileşenin ortak mücadelesinde ve fikriyatında yaşamaya devam eden 71-72 dersleriyle sonraki hayatın pratiklerinin ortaya çıkarttığı yeni bir durum var. O yüzden eskiyi “biz neydik o zamanlar” diye anlatamayız. Çünkü her geçen gün daha ileriye gidiyoruz. Ama o ayak izleri olmasaydı da onlara basmadan buraya gelemezdik. O yüzden o açıdan da baktığımızda evet hem farklıyız hem aynıyız. Aynı istikamette devam ediyoruz. Ama çok daha geniş bir alan üzerinde. Çok daha çoğul.
Miras?
O miras var olan statükoyla yetinmemektir. Size dayatılmış hayatı sorgulamaktır. Özgürlüğü her an aramaktır ve özgürlüğü çelen her şeyle eşit ölçüde mücadele etmektir. Kadının özgürlüğünü çelen, işçinin, Kürdün özgürlüğünü çelen her şey aslında aynı kökten kaynaklanıyor. Sömürgecilik, kapitalizm, emperyalizm ve partiyarka bunların hepsi aynı kökten kaynaklanıyor. Dolayısıyla biz şimdi burada bu mücadelelerin hepsini birbirine kaynaştıran, birbiriyle bağdaştıran bir yeni dönemdeyiz. Ve bu dönem bize yepyeni imkanlar açıyor. O nedenle evet bizim deneyimiz Türkiye’de statükoyu yardı. O manada, sosyalist manada ilk devrimci hamleydi. Ama bugüne baktığımızda şimdi burada ortaya çıkan özgürlük dinamikleri o kadar farklı ve o kadar çok yeni fikir gerektiriyor ki, burada eskiyi tekrarla yetinirseniz düşünmeden konuşabilen bir papağan durumuna düşmeniz kaçınılmaz olabilir. Oysa biz çok dil konuşan insanlar gibi olmalıyız.
Farklılıklarımız
Bence farklılıkta mesele yok. Ne kadar insan var o kadar fikir var. Ezilen sınıfların ne kadar sektörü var o kadar çok var oluş felsefesi ve o kadar kurtuluş perspektifi var. Bir kadının kurtuluştan anladığıyla bir erkeğin kurtuluştan anladığı şeyin aynı olabilmesi için kadının kurtulmuş, erkeğin de egemenlikten kurtulmuş olması lazım. Farklı bakacaklardır. Bir köylünün özgürlük ve gelişmeye bakışıyla, bir kentlinin bakışı aynı şey değildir. Cezaevinde tanıştığım bir arkadaşım, Dersim köylerinde propaganda yaparken bir eve misafir olmuş. Devrimcilere en önce kadınlar ilgi göstermişler. Yaşlıca bir kadına devrim fikri çok cazip gelmiş fakat o devrimi neye tercüme etmiş? Onun için Dersim’in köyünde devrim Dersim’i görebilmekmiş: “Devrim olduğunda Dersim’i görebilecek miyim?” diye sormuş. Bu bana çok öğretici gelmişti. Şimdi böyle: Ne yoksa önce o. Herkes için bu tasavvurlar farklı farklı olacak. Bu farklılıklar sınıflara, geniş topluluklara yayıldıkça bunların siyasi muhalefet hareketlerine yansıları olacaktır.
Önemli olan bu farklılıkları bastırmak değil. Bunlardan anlamlı ortaklıklar çıkarmaktır. Mesela HDP böyledir. HDP’nin seçim koalisyonuna bakın özgürlük hareketi, Türkiye sosyalist ve devrimci hareketlerinin birçok bileşeni ve Kurdistani özgürlük hareketleri ya da Kurdistani demokratik hareketlerden oluşan çok geniş bir koalisyon. Belki her katılan kendiyle milyonlar getirmiyor ama her gelen kendiyle beraber bir fikir getiriyor. Ve bu fikrleri bir noktada toparlamak mümkün. Ben bu parçalılıktan hiçbir zaman şikayet etmem. Çünkü şikayet ettiğin zaman bu parçalar ortadan yok olmuyor. Sovyetler Birliği’nde bir tane parti vardı: Sovyetler Birliği Komünist Partisi. Yıkıldığı zaman içinden 10 farklı parti çıktı. Çünkü 10 farklı fikir zaten oradaydı. Çare bastırmak değil, burada anlamlı ortaklıklar kurmak. Ben bunu öğrendiğimizi düşünüyorum. Sadece demokratik ve özgürlükçü akımlar arasında birbirini meşru görmemekten kaynaklanan dışlamaların riskli ve tehlikeli olduğunu görüyorum. Bunun için tabii ki sosyalizm anlayışımızı geliştirmemiz, çoğulculuğu ve onun meşruluğunu kabul etmemiz gerekir. Üstelik sadece sosyalist hareketler için değil, düşünce düzeyinde bütün düşünce akımlarının kendilerini ifade etmeye hakları olduğunu kabul etmeden bir demokratik zemin oluşturamayız. Bu tartışma biraz bize soğuk savaştan miras kalan, o dönemin sosyalizm anlayışından miras kalan bir tekçiliğin bugün çözülmekte olan hali ama hala tam olarak çözüme ulaştığımızı söyleyemeyiz. Ama ben bu görüş genişliğinin HDP’de olduğunu söyleyebilirim. Ve bu kazanım bizlerle beraber yaşayacak. HDP kapatılabilir yerine başka bir şey kurulabilir fakat onu meydana getiren paradigma ve bunun altındaki dinamikler baki kaldıkça bu deneyim bizim asli deneyimimiz olacak. Ben şahsen şöyle söylüyorum: “Biz HDP’yle dünya sosyalizm ve toplumsal kurtuluş mücadeleleri literatürüne bir katkıda bulunduk. Bunun kıymetini bilelim.”
Son sözler
Deniz’in son sözleri daha öne çıkıyor. Çünkü hem teoriye hem pratiğe hem bugüne hem geleceğe müracaat ediyor. Bir adım önde. Diğerleri de en az onun kadar önemli. Çünkü onlar da içten gelen bir haykırışla hem mücadelelerinin haklılığını hem de düşmanın zalimliğini yüzüne karşı haykırıyorlar. Bir değer farkı yok aralarında. Fakat Deniz’in sözlerinin içindeki en önemli şey Türkiye sosyalist siyasi hareketi ve genel siyasi hareket içerisinde çok mühim bir anda Kürtlerin adının varlığının, haklılığının ve ortaklığının ilk kez altı çizilerek telaffuz edildiği bir siyasal söylem bu. O kadar kıymetli ki, Deniz’le beraber Kürtlerin adı ve mücadeleleri siyaset sahnesine büyük sükûn döneminin ardından yeniden ortaya çıktı. TİP daha önce Kürt kentlerinde mitingler düzenlemişti. Fakat onların adı “Doğu mitingleriydi”. Kürtler kendi adlarıyla TİP programında kendilerine yer bulduklarında bundan ötürü TİP kapatıldı. Bu kapatmayla bir sessizlik dönemi açıldığı sanılırken askeri diktatörlüğün darağacı altında hayatının son anında Deniz’in bu farkı ve bu farklılığın çıkartacağı imkanı, ortaklığı ifade etmiş olması son derece önemlidir. Birçok insan derki, “Deniz aslında yaşasın Türk ve Kürt haklarının bağımsızlık mücadelesi derken Kürtlerin kendi kaderini tayin hakkını değil her ikisinin emperyalizme karşı ortak bağımsızlık mücadelesini anlatmak istiyordu.” Varsın öyle demiş olmak istesin. Ya da “kendi kaderini tayin hakkını kastetmiş olsun. Bu şuura sahip olmamış bir halkın başka bir halkla ortak mücadelesi söz konusu olabilir mi? Zaten öyle olamayacağı için bu telaffuz çok çarpıcıydı. İkincisi yaşasın “marksizmin, leninizmin yüce ideolojisi” diyerek kendisini bütün öteki vatansever, demokratik, özgürlükçü, eşitlikçi düşünce sahipleriyle farkını anlatmaya çalışmıştır, yani insanlığın kurtuluşuna kadar bitmeyecek bir mücadelenin tarafı olduğunu. Bu muhteşem bir şeydir. Türkiye’de sosyalistlerin onlarca yıl çalışıp, adım adım, köy köy, kasaba kasaba dolaşarak anlatmak istediği fikri bir seferde ve her yerden duyulacak şekilde ama hayatı pahasına anlatmaktır. Bence bu Deniz’in çok büyük bir hizmetidir sosyalist mücadeleye, Kürt halkına ve tabii ki Türkiye’nin bütün halklarına ve kapitalizme, emperyalizme karşı mücadele edenlere. O nedenle neresinden baksanız yere göğe sığdıramayız. 20’lerinde bir insandan bahsediyoruz. Şimdi ben 75’imdeyim konuşuyorum. Ama 23 yaşında bundan 52 yıl önce bir solukta bunları söyleyebilmek ve sonra hayatını vermek bu çok büyük bir insanlık. Burada bir ders var bunu sindirmek lazım. Gerisi yeni yollar, fikirler, işler… Fakat karşısında mücadele ettiğiniz güçler sizi hep bir şekilde sınar. O sınavda bu dersi her zaman hatırlamakta fayda var.
Türk sağının tavrı
Bu bir tarihi hesaplaşma. Sonuçta bunun bir hukuk kisvesine bürünüp bürünmemesi teknik bir mesele. Fakat Deniz yakalandığı gün aslında kendi hakkında verilmiş bir hükmün icra edileceğini biliyordu. Hepimiz de bunu hissetmiştik. Tarihi mücadelelerde hesaplaşma böyle yürüyor. Çünkü rejim isyancıyı ancak isyandan vazgeçerse bağışlayabilir. Aslında yüz ihtimalden 99’unda o da olmaz. Koşullar değişir o başka. Mesela biz geriye kalanlar. Türkiye’de geride kalanların idam edilmemeleri, Denizler hayatlarını vermiş oldukları içindi. Onun için bizler idam edilmedik. Ecevit hükümeti idamlara “yeter artık” deyip bir af çıkartmak zorunda kaldı. Rejim buna ihtiyaç duydu. Çünkü generallerin kendileri de yasayı ihlal etmişlerdi. Bir darbe yapmışlardı. Onlar da idamlık suçla baş başaydılar. Dolayısıyla Ecevit, “Bir sünger geçiriyoruz geçmişin üzerinden, bunları siliyoruz” dedi. Böylelikle siyasi idamlar faslı 12 Eylül’e gelininceye kadar kapanmış gibi oldu. Yoksa hukuk tekniği açısından baktığınızda aslında avukatlar mahkemede yaptıkları savunmalarda ve askeri Yargıtay üyelerinin çok önemli bir bölümü kendi yargılarında Denizler’in fiilinin idamı gerektirmediği, yani hukuken ve kanunen idam edilemeyecekleri konusunda son derece açık bir hukuki tezle karşı karşıya bıraktılar rejimi. Ama bu hukuki kanaati askeri Yargıtay çoğunluğu kabul etmedi. Çünkü genelkurmay bastırdı bunun için. Yani Türkiye’nin güvenlik aygıtı hem de Türkiye sağı, Denizlerin idamıyla önceki darbede 27 Mayıs’ta Demokrat Partiyi kapatan ordunun Demokrat Partinin 3 liderinin -Menderes, Zorlu ve Polatkan- idam etmesinin diyetinin ödeneceğini, öcünün alınacağını düşündüler ve “3’e 3” sloganlarıyla girdi Adalet Partisi o zaman bu idam oylamalarına. “Soğuk savaşın talihsiz bir olayı” diye bir şey yok. Soğuk savaş bütün NATO üyesi ülkeleri kapsıyordu. Türkiye dışında hiçbir ülkede insanlar bir mücadeleye giriştikleri için idam edilmediler. Burada bir mesnet yoktu. Bu Türk sağcılığının, karşı devrimciliğinin Amerikan çıkarlarıyla birleşmiş olan kara yüzüydü ve bu kara yüz Türkiye’nin yüz karası olarak tarihe izini bıraktı. Süleyman Demirel eğer haklı bir şey yapmış olduğunu düşünseydi bunu sonsuza kadar savunabilirdi. Mesela devrimden sonra karşı devrimcilerle hesaplaşan devrimciler bu hesaplaşmadan ötürü özür dilemezler, buna mazeret aramazlar. Demirel, “bu bir tarihi mücadeledir. Ancak böyle bitebilirdi” diyebilirdi. Ama Türkiye varlık, yokluk kavgasında değildi. Sosyalizm Türkiye’yi ortadan kaldırmazdı, “vatana” bir zararı yoktu. Türkiye Sosyalizm yolundan da ilerleyebilirdi. Bu da modern çağın muhtemel gelişim tariklerinden biriydi. Bunu teklif etmiş olmak, hatta silahla bile teklif etmiş olmak hukuken kimsenin idam edilmesini gerektirmezdi. Dolayısıyla “soğuk savaş vardı böyle oldu” lafı ancak bir anti-komünistin kendini kitlelerin gözünde aklayabileceğini sandığı üstün körü bir laftan ibarettir: “Benim elimde değildi.” Eh, senin elinde değildiyse, o zaman bu “Ben aslında dünya kapitalizminin çıkarlarının hizmetindeydim” demektir. Bu “Ben yaptım” demekten de kötü bir savunma.
Türkiye’nin değişmeyen bir siyasi egemenlik rejimi var. Aktörler, laflar değişiyor ama işçi sınıfının varlık ve kendisini özgürleştirme hakkı hep inkar ediliyor. İnsanların kendi anadilleri ve kültürlerini geliştirme ve kendi kaderlerini tayin hakkı inkar ediliyor. Nihayet kadınların kendi varlık ve kimliklerini eşit hakla gerçekleştirmelerinin önü kapatılıyor. Bu ülkede bir tek inancın, İslam’ın Hanefi yada Sünni mezhebinin hakkı bütün inanç ve hakların özetidir ve diğerlerinin hiçbir hakkı yoktur. Yani kapitalizmin Türkiye’deki varoluş rejimi olarak “Türk-İslam sentezi” denilen erkek egemenlikçi ve Kürtlerin haklarının inkarı üzerinde yükselen, bir devlet şekli var. AKP-MHP ortaklığı aslında 12 Mart’taki ve 12 Eylül’deki darbelerin bütün güvenlik icraatını devraldı. AKP-MHP rejimi kurulmadan önceki süreci, “çözüm dönemi”ne son verildiği süreci hatırlayın .-“iç güvenlik yasası”nın çıkarıldığı dönemi, insanların sorgusuz sualsiz kurşuna dizildikleri dönemi düşünelim. 12 Mart’ta 12 Eylül’de neler olmuşsa, aşağı yukarı bunların hepsi daha lokal ve parçalı olarak daha uzun bir seyir içerisinde gerçekleşti. 12 Eylül’cülerin yapıp da Tayyip Erdoğan ve Bahçeli’nin yapmadığı ne var kendinize sorun. Sonuçta tekçi ve egemenlikçi, türcü, cinsiyetçi bir hakimiyet biçiminin farklı kalıplar halinde sürdürülmesinden ibret. O nedenle aslında bütün öteki baskı rejimleri de birbirinin tekrarıdır. Ama Türkiye’de özellikle 20’nci yüzyılın 2’nci yarısından itibaren bütün baskıcı rejimler esasen dünya kapitalizminin “bekası” esası üzerine kendilerini kurmuş oldukları için sonuçta işçi düşmanı yüzleri son derece açıktır. Türkiye’de de mevcut hakimiyet rejimini sürdürebilmek için Kürtlerin haklarını inkâr etmeden ileriye doğru tek bir adım atamayacakları için sömürgeci bir rejim olmaya mahkumdurlar. Rejimler nundan ötürü bir süreklilik gösteriyor. Özeti budur. Tayyip Erdoğan’ı bu manada Kenan Evren’den ayıran hiçbir şey yoktur. Süleyman Demirel’i de Kenan Evren’den ayıran hiçbir şey yoktur. 12 Mart rejimi Süleyman Demirel’in önüne getirdi, “Denizleri idam edelim mi, etmeyelim mi?” diye. O da “Edelim” dedi. daha başka ne desin? Ben da daha onun için başka ne diyeyim?
14 Mayıs seçimleri hakikaten tarihi önemdedir. Erdoğan açısından bir kader seçimidir. Çünkü bir faşist iktidar kurmak için çıktığı yolda geriye savrulmak iktidarın doruklarından tarihin çukuruna doğru düşmek ihtimali son derece yüksektir. Hatta bence kesinleşmiştir. O kesinleşmiş hükmü geciktirmeye veya bundan kurtulmaya çalışacaktır. Bunun böyle olup olmayacağını 14 Mayıs’ta göreceğiz. Benim kanaatim halkın ona bu cezayı kesmiş olduğudur. Ve 14 Mayıs’ta bu ceza infaz edilecektir. Ama bunlar laftan ibaret değil: Milyarların, trilyonların söz konusu edildiği maddi varlıkların, Türkiye’ye tek başına hükmetme iddiasının yani özgürlük ve esaret kavgasının anlam bulacağı sonuçlar bunlar. O açıdan son derece trajik olaylara gebedir Tayyip Erdoğan açısından. Son 7-8 yılda büyük baskı altında kalan, hak ve kazanımları gasp edilen, siyasi özgürlükleri ellerinden alınan, sürgüne, hapse, şiddete, yoksulluğa, işsizliğe mahkum edilen on binlerce, yüz binlerce insan için de haklarına kavuşma imkanının yeniden önlerinde açılması demektir. Bu değişim, iktidar değişti diye derhal, otomatikman sonuçlanacak değildir. Bir mücadele söz konusudur. Fakat şimdikinden farklı olarak, iktidar bu mücadeleyi engellemekle değil, bu mücadelenin önünü açmakla görevli olacaktır. Vaadi budur. Öyle olduğu için HDP ve onun etrafında oluşan İttifak, 3’üncü kutup, yol iddiası burada ağırlığını parlamentoda bir başarı elde etmek ve başkanlık rejiminin siyasi meşruiyetini ortadan kaldıracak bir siyasi hamle için Tayyip Erdoğan’ın ve onun Cumhur İttifakı’nın karşısına koymuştur.
Bir tek hedefimiz var tek adam rejimini yıkmak. Bunun için bütün gücümüzle, imkanlarımızla seçime katılmalıyız ve her iki ittifakta da ittifak listelerinin birinci partisine mührü vurmalıyız. Parlamenter düzlemde elimizdeki en önemli imkan budur. Ondan sonrası bizim kendi mücadelemizdir. Kadınlar, işçiler, Kürtler, gençler, doğa kendi yolunda yürüyecek. Ve hepimiz tek bir denize doğru akmaya bakacağız. Ama önce bu seti yıkmamız gerekiyor.
Yorum yazabilmek için oturum açmalısınız.