Özgürlükçü ve demokratik bir değişim uğruna mücadele eden herkes için 12 Eylül askeri diktatörlüğünce Anayasaya sokulan ve “din ve vicdan özgürlüğü” hakkıyla çatışan “zorunlu din dersi” uygulaması yerine özgürlükçü bir müfredatın nasıl gerçekleştirilebileceğine ilişkin kurucu önerilerle ileri çıkma yükümlülüğü getiriyor.
Anayasa Mahkemesi, zorunlu din dersi uygulamasının “Anayasaya’nın 24. Maddesi’ni ihlal ettiğine” karar verdi.
“Karar verdi de ne oldu”, diye sorulacak olursa, şimdilik şunun olması gerektiğini söylemekle yetinebiliriz.
Öncelikle, mahkemenin gerekçeli kararını açıklaması, bu kararı neye dayanarak verdiğini, kanıtlarını ve gerekçelerini ortaya koyması gerekiyor. Ancak şimdilik Mahkemenin “Anayasa’nın 24. maddesinin dördüncü fıkrasında güvence altına alınan ebeveynlerin eğitim ve öğretimin kendi dinî ve felsefi inançlarına göre yapılmasını sağlama hakkının ihlal edildiğine” karar verdiğini biliyoruz.
Gerekçeli kararın açıklanmasıyla birlikte iki başka Anayasa maddesi uyarınca yasama ve yürütme organlarının yani, TBMM ve Cumhurbaşkanlığının karara uyma zorunluluğu başlıyor.
Anayasa’nın 138. Maddesine göre, “yasama ve yürütme organları ile idare, mahkeme kararlarına uymak zorundadır”. Anayasa’nın 153. Maddesi uyma zorunluluğunu kuşatan bir başka hüküm daha getiriyor: Buna göre, Anayasa Mahkemesinin kararları “yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzelkişileri bağlar.” Yani hiç kimse, hiçbir makam, “ben bilmiyordum, duymamıştım” diyemez ve kararda öngörülen uygulama zorunluklarından kaçamaz.
12 Eylül rejimi “zorunlu din dersleri”ni bir Anayasa hükmü haline getirirken, 1980’lerin iki kutuplu dünyasının stratejik ihtiyaçlarından yola çıkıyordu. 12 Eylül rejimi, toplumu saran devrimci dönüşüm zihniyetini sahada silahlı güçle ezerken, yeni kuşakları tevekkül ve itaate yöneltecek bir öğreti olarak okullarda devlet İslamı’nı öğrencilere dayatma yolunu seçmişti. Bu ABD ve NATO’nun Sovyetler Birliği’ni kuşatmak üzere bir “Yeşil Kuşak” oluşturma stratejisiyle de uyumluydu.
Ancak, 12 Eylül rejiminin devlet İslamı dayatması kendisini doğrudan doğruya Sünniliğin bir yorumu olarak ortaya koymaktansa, Anayasanın “din ve vicdan özgürlüğü” hükümleriyle çatışma yaratmayacağını varsaydığı bir kılıfa büründürmüştü. Anayasanın 14. Maddesine eklenen hüküm şöyle diyordu: “Din ve ahlak eğitim ve öğretimi Devletin gözetim ve denetimi altında yapılır. Din kültürü ve ahlak öğretimi ilk ve ortaöğretim kurumlarında okutulan zorunlu dersler arasında yer alır. Bunun dışındaki din eğitim ve öğretimi ancak, kişilerin kendi isteğine, küçüklerin de kanuni temsilcisinin talebine bağlıdır.”
Güya, “belli bir dinin değil, bütün dinlerin, belli bir kültürün değil, bütün külürlerin” bilgisi öğrencilere sunulacaktı. Bilgiden neden zarar gelsindi. Ancak maddenin kendisi, uygulamanın böyle olmayacağını garanti ediyordu. İş, “öğretim”e yani uygulayarak öğrenmeye gelince, devlet yurttaşa hangi dini uygulayarak öğretecekti? Elbette, egemen mezhebi.
Bir bölümü evlerinde başka bir kültüre, başka bir din pratiğine göre, ya da bir dine bağlı olmayarak yaşayan çocuklara, okulda evdeki hayatlarının günah olduğu, günah işleyenlerin cehennemde cayır cayır yanacakları, İslam’ın öteki dinlerden üstün olduğu, dine inanmamanın günah olduğu, Aleviliğin ayrı bir inanç sistemi olmadığı öğretilmeye başlayınca elbette devlet ve yurttaşlar karşı karşıya gelecekti.
Devlet uluslararası ilişkilerini ve Lozan Antlaşmasındaki azınlıklarla ilgili hükümleri de göz önünde tutarak, Hristiyan ve Musevi yurttaşların itirazlarını uygun buldu. 1990’da, “Hıristiyan veya Musevi dinlerine mensup, ilkokul ve ortaokula giden öğrenciler, azınlık okulları hariç tutularak, sözkonusu dinlere bağlı bulunduklarını beyan ettikleri takdirde din kültürü ve ahlâk bilgisi derslerine girmeye mecbur edilemez.” diye bir karar alındı.
Ama böylece devlet, kilise veya havraya gitmeyen anne babalara ve çocuklarına yalan söylediğini de kabullenmiş oldu: Din derslerinde “bütün dinler değil, İslamiyet, ve İslam’ın bir yorumuna göre, İslami inanç pratikleri öğretiliyordu.”
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi birden çok kararında bu çelişkiyi Ankara’nın yüzüne vurdu: “Madem zorunlu din dersleri bütün dinlere eşit mesafede neden Hristiyan veya Musevileri muaf tutuyorsunuz” ve “madem onları muaf tutuyorsunuz, neden Alevileri, agnostikleri, dine inanmayanları, tanrı tanımazları tutmuyorsunuz.”
Anayasa Mahkemesinin kararı, işte bu konuda hüküm kuruyor. Zorunlu din derslerinin mevcudiyetini ihlal olarak görmüyor. Kararını dayandırdığı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin Türkiye’yle ilgili olarak verdiği ihlal kararları da “Zorunlu Din Dersleri, Din ve Vicdan Özgürlüğü Hakkı’nın ihlalidir” demiyor.
Şunu diyor: “Zorunlu din dersleri Sünni İslam’ın Hanefi yorumunun değer ve pratiklerini dayatmaktadır. Ya derslerin içeriğini değiştirin ya da bu dersleri almak istemeyen herkesi muaf tutun, yalnızca Hıristiyan ya da Musevileri değil. Bunun bir Anayasal yükümlülüğün ihlali olduğunu düşünüyorsanız o zaman çocuklara seçenek sunun.”
Kamu, maliyesini “Nas”a dayandırmayı marifet sayan, kendi itikatında olmayan yurttaşları kendi ebleh ekonomi politikası icabınca aç bırakmayı din icabı sayan bir rejimin, kendisini bu Anayasa mahkemesi kararıyla bağlı saymasını beklemek safdillik olur. Bu karar bir mücadele konusu olacaktır.
Ancak, toplumsal ve demokratik muhalefetin, başta Aleviler olmak üzere, devlet İslamı’na, devlet tarikatlarına dahil olmayan bütün yurttaşların din ve vicdan özgürlüğünü sürekli çiğneyen “zorunlu din dersi” uygulamasına seçenek sunmak zorunluluğu vardır.
Bu karar Türkiye bir büyük karar anına doğru giderken bütün toplumsal ve politik özneler için önemli bir tartışma kapısı açıyor. Özellikle özgürlükçü ve demokratik bir değişim uğruna mücadele eden herkes için 12 Eylül askeri diktatörlüğünce Anayasaya sokulan ve “din ve vicdan özgürlüğü” hakkıyla çatışan “zorunlu din dersi” uygulaması yerine özgürlükçü bir müfredatın nasıl gerçekleştirilebileceğine ilişkin kurucu önerilerle ileri çıkma yükümlülüğü getiriyor.
_______________________
Artı TV, 11 Nisan 2020
Yorum yazabilmek için oturum açmalısınız.