Bir “şok ve dehşet” uygulaması gündemde. Maksat, mücadele azimlerini kırmak üzere Kürt halkına ve öncülerine havsalalarının alamayacağı bir güçle yüklenerek taktik veya stratejik olarak karşısındakilerle hiç bir şekilde başa çıkamayacakları inancını içlerine yerleştirmek. Özetle son 35 yılın tarihini geri bükmek…
50 yaşındaki Osman Şiban ve 55 yaşındaki Servet Turgut, 11 Eylül’de Van’ın Çatak ilçesinde operasyona çıkan askerlerce gözaltına alındılar. İki gün sonra Van Bölge Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nin yoğun bakım servisinde bulundular. Hastaneye getirenler “helikopterden düştü” demişlerdi. Van Valisi, “kendileri düşmüş” diye tevile kalkıştı. Çatak kırsalında nereden düşmüş, düştükleri yere neyle çıkmış olabilirlerdi? Osman Şiban’ın kan çanağına dönmüş gözleri, kırık kaburgaları ve bütün kemiklerine, kaybolan hafızasına rağmen söyleyebildiği iki kelime her şeyi anlamamıza yetti: “Bizi attılar…”
Bu vahşetin “bir dönüm noktası” olduğunu söyleyenler var. Ama, helikopter Kürtler’e karşı bir yargısız infaz silahı olarak ilk kez kullanılıyor değil. İnsan Hakları İzleme (HRW) kuruluşunun 1995’te yayınladığı “Türkiye’ye Silah Transferleri ve Savaş Yasaları İhlalleri” raporu üç Kürdün 10 Mayıs 1994’te Lice’den havalanan bir helikopterden atılarak öldürülüşünün tanıklığa dayalı öyküsüne de yer veriyordu.
Kendisi de helikopterden atılacakken, bir cephaneliğin yerini gösterme vaadiyle canını kurtaran “T.P.” adındaki bir başka tutsağın anlatımına göre, 30 yaşındaki Abdurrahman adlı erkek ile 21 ve 23 yaşlarındaki Zelal ve Bermal adlı kadınlar, T.P. ile birlikte sorgu merkezi olarak kullanılan Lice Yatılı Bölge Okulu’nda işkenceden geçirildikten sonra bir “Cobra” helikoptere bindirilmişler; Yolçatı köyü üzerinden geçtikten sonra bir başçavuş Abdurrahman’ı helikopterden atmış ve düşüşünü diğerlerine zorla izletmişti. Ardından kadınlar soyunmaya zorlanmış, reddedince zorla soyulup, sarkıntılığa uğratılmış ve aşağı atılmışlardı.
Binlerce benzer sahneden oluşan 1990’ların “düşük yoğunluklu savaş”ının hedefi “Kürt kırsal nüfusunun kökünü kazıyarak PKK’nin kırsal alandaki lojistik destek şebekesini ortadan kaldırmak”tı. 1984-1995 arasında bu politikayla 2 bin 200 Kürt köyü kısmen ya da tamamen yerle bir edildi. 2 milyon dolayında insan göçe zorlandı ama ne tarih, ne toplum ne coğrafya değişti.
2015-16’daki “çöktürme harekatı”nın ardından bu kez Kürdistan’ın üç parçasında bir kez daha “düşük yoğunluklu savaş”a dönülüyor. Öyle görülüyor ki, Kuzey’de 1990’ların kitlesel yıkım stratejisinin yerini uzun erimli bir toplumsal çürütme ve bezdirme stratejisinin alması planlanıyor. Kurumların lağvı, mezarlıkların tahribi ve dilin yasaklanmasına siyasi şahsiyetlerin güpegündüz kaçırılıp işkence edildikten sonra bırakılmaları; gençlere işkence eşliğinde ajanlık dayatmaları; genç kadınlara tecavüz ve sarkıntılıklar eşlik ediyor. Bütün suçlular cezasızlıkla ödüllendiriliyor. Derken vahşet yeniden insanları canlı canlı helikopterden atmaya varıyor. Bir “şok ve dehşet” uygulaması gündemde. Maksat, mücadele azimlerini kırmak üzere Kürt halkına ve öncülerine havsalalarının alamayacağı bir güçle yüklenerek taktik veya stratejik olarak karşısındakilerle hiç bir şekilde başa çıkamayacakları inancını içlerine yerleştirmek. Özetle son 35 yılın tarihini geri bükmek…
Bu akıl ve tarih dışı stratejileri icrada sorumluluk üstlenen tüm askeri ve siyasi yetkililer er ya da geç insanlığa karşı suçlardan sanık olarak yargılanacaklar. Doğrusu, bu, mevcut Anayasa ve yasalarda bir değişikliği bile gerektirmeyecek. Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanunu‘nun 35. Maddesi açık: Askerin görevi “yurt dışından gelecek tehdit ve tehlikelere karşı […] vatanı savunmak, caydırıcılık sağlayacak şekilde askerî gücün muhafazasını ve güçlendirilmesini sağlamak […]” Hepsi bu kadar. Ama TSK, vergisini veren, topluma karşı bütün yükümlülüklerini yerine getiren ve askere giden yurttaşlarının toplumsal talepleri ve hak iddialarına karşı kanunsuz bir savaş yürütüyor. TSK “tek eri kendi memleketinin vatandaşlarına karşı savaşmaya hazırlamak” için “sahra talimnameleri” çıkarıyor; hükümetler bu yurttaş savaşını tahkim için başka ülkelerle askeri anlaşmalar imzalıyor, yurttaşlarına karşı başka devletlerle ittifaklar kuruyor; onlarla yurttaşlarını öldürmek için ortak operasyonlar sürdürüyorlar.
Helikopter, işte bu insanlık suçunun, devletin yabancı devletlerle yurttaşlarına karşı kurduğu suç ortaklığının simgesidir. Toplumsal muhalefet, bu suç orta yerde dururken hayıflanmak ve yazıklanmakla vakit kaybedemez. Şimdi görev, devletin yurttaşlarına karşı savaşına ortak olan ülkelerin demokratik kamu oylarını, insan hakları kuruluşlarını, muhalefet partilerini ve barış güçlerini hükümetlerini bu suç ortaklığından caydırmaları için harekete geçirmektir. ABD, İtalya ve Fransa’nın demokratik güçleri, Türk Silahlı Kuvvetlerine, envanterindeki 370 saldırı ve genel maksat helikopterini veren hükümetlerini bu hava araçlarının Türkiye’de cinayet aleti olarak kullanılmasından sorumlu tutmalı ve bu suça son vermelidirler.
Erdoğan ve Ergenekoncu paşalarına dünyanın “tek”ten büyük ve insanlık diye bir şey olduğunu gösterebiliriz, göstermeliyiz!
_________________________
Yeni Yaşam, 24 Eylül 2020
Yorum yazabilmek için oturum açmalısınız.