Filistin’in ihtiyacı “himaye” değil özgürlük

Erdoğan’ın dilinin kurcaladığı yerde “nehirden denize özgür Filistin” değil, yeni küresel koşullarda eski hakimiyet alanına bir şekilde yeniden demir atma hırsı yatıyor. Erdoğan, “Bir zamanlar buralar bizimdi” derken, Filistinliler’e bir millet olmaya ve kendi kaderlerini tayine hak sahibi olmadıklarını, görebilecekleri en güzel rüyanın dedelerinin “Osmanlı köleliği” dönemine hasret çekmekten ibaret olabileceğini anlatmaya boşuna uğraşmıyor. Filistin’e kendi rüyasını görmeyi, “yeni Osmanlı” himayesini öneriyor: Erdoğan rejimine sığınmak, onun bölgesel pazarlıklarının kozu olmak.

Mezopotamya Ajansı’nın tutuklu editörü Sedat Yılmaz’ın cezaevinden yolladığı sorulara Ertuğrul Kürkçü’nün yanıtları ajans tarafından 23 Kasım’da yayınlandı. Soruların ve yanıtların geniş bir alana yayılması nedeniyle MA’nın kaçınılmaz olarak kısaltıp yayınladığı söyleşinin tamamını paylaşıyoruz.

* * *

“Hamas, tarihinin hatasını yaptı.” “MOSAD, AMAN gibi güçlü istihbarat örgütleriyle “gel gel” yaptı.” Veya “İsrail istihbaratının zaafı var” gibi sayısız senaryo ve tartışmalar yapıldı. Ancak ben bir aylık savaşın çıkardığı görüntü itibariyle aynı soruyu sormak istiyorum. 7 Ekim’de ne oldu, nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bir “Filistin-İsrail çatışması uzmanı” değilim, ancak Gilbert Achcar’ın “Aksa Tufanı” saldırısının hemen ardından ortaya koyduğu değerlendirmenin isabetli olduğunu düşünmüştüm. Türkçe çevirisi bianet.org’da “Davut ve Golyat’ın savaşı” başlığıyla yayımlandı. Üzerinden 45 gün geçtikten sonra da bu çözümlemenin bizzat çatışmanın gidişince doğrulandığına şüphe yok.

Akademik mesaisinin ve hayatının önemli bir bölümünü bu çatışmayı çözümlemeye adamış olan Lübnanlı sosyalist şarkiyatçı ve uluslararası politika uzmanının Filistin-İsrail çatışmasının bu evresine ilişkin tespitleri şöyleydi: “Bundan elli yıl önce iki Arap devleti, Mısır ve Suriye, İsrail’in altı yıl önce Haziran 1967 Savaşı’nda ele geçirdiği toprakları geri almak üzere konvansiyonel bir savaş başlatmışlardı. Oysa, Hamas’ın şimdiki karşı saldırısı Davut’un İncil’de anlatılan dev Golyat’a karşı mücadelesinin cüretkarlığını akla getiriyor. Hamas savaşçıları, Davud’un sapanıyla yaptığına karşılık gelecek şekilde, ilkel hava, deniz ve kara araçlarını birleştirerek, Gazze Şeridi ile İsrail devleti arasında kalan sınır bölgesinin tamamı boyunca şaşırtıcı ve son derece cüretkar bir saldırı gerçekleştirdiler.

“Tıpkı 1973’te Arap komşularına yönelik kibirli özgüveninin paramparça oluşu gibi, İsrail’in Filistin halkıyla ilişkilerinde ve Filistinli gerillalarla mücadelede elde bir saydığı güvenlik ve cezasızlık da ağır ve onarılamaz bir biçimde tahrip oldu. Bu açıdan bakıldığında, Hamas’ın Ekim karşı saldırısı, İsrail halkına ve devletine savunmasızlıklarının ve barış olmadan güvenlik, adalet olmadan barış olamayacağı hakikatinin kuvvetle hatırlatılması anlamına geliyor.”

Bağlantılı görülebilir ancak Netenyahu’nun Haması hafife aldığı veya Hamasın saldırısı itibarı ve siyasi gücü zayıflamış olan Netenyahu’yu kurtardığını düşünenler var. İsrail’de siyasi gelişmeler bu savaşla bağlantılı olarak nasıl gelişir?

Achcar’ın harekâtı, örneğin “Suudi Krallığıyla İsrail devleti arasında ABD’nin kotardığı yakınlaşmayı rayından çıkarmaya yönelik bir İran komplosu” olarak “Aksa Tufanı”nın hemen ertesi günü Batı’da ve Doğu’da ortaya atılan, “çözümleme” girişimlerini “alçakça” diye nitelemesi boşuna değildi.

Harekatın, kendi gücü ve etkisini, bunun Batı Şeria ve Gazze’de yarattığı maneviyatı ve direniş uzadıkça yaygınlaşan ve yoğunlaşan küresel ölçekteki “dekolonizasyon” ruhunun gerisindeki somut hakikati -Filistin’in varlığı ve haklarını- komplo teorileriyle inkâr girişimi, egemenlerin isyanın doğrudan doğruya ezilenlerin eziliyor olmasından kaynaklandığını görme ve kabullenmelerini önleyen iktidar körlüğünün sonucu olduğu apaçık. Achcar’ın isabetle mim koyduğu gibi, “Aksa Tufanı”nın ABD-İsrail merkezli okunuşu “her baskıcı hükümetin bir halk isyanına karşı gösterdiği tepkinin aynısı. [Bu tutum] ezilen insanların kendilerini ezenlere isyan etmek için yeterli gerekçeye sahip olmadıkları ve böyle bir hareketin mutlaka bir yabancı hükümetin görünmez eliyle teşvik edilmesi gerektiği varsayımına dayanıyor.”

Bu harekatın zamanlaması, icrası ve sonuçları bakımından Netanyahu hükümetinin “işine geldiği”, yolunda ortada gezdirilen spekülasyonlar da iddianın “kanıtı” olarak ileri sürülen her şeyin kendi kendini çürütmesi nedeniyle çöpe dönüşüyor.

Hamas’ın aralarında bir generalin de olduğu askerler ve sivillerden oluşan 240 kadar kişiyi rehin alarak ve İsrail’in verdiği sayılara göre çoğu “sivil” 1200 kişinin ölümüne yol açarak neden olduğu zayiat öylesine sarsıcıydı ki, daha sonra Gazze’ye ve Batı Şeria’ya yönelerek en az 14 bin sivil Filistinli’nin canını alan vahşi misillemeler bile bu darbenin Tel Aviv’de yarattığı şok dalgalarının önünü kesemedi. Geçtiğimiz hafta Muhalefet lideri Yair Lapid’in Netanyahu’nun istifasını istemesi ve bir “ulusal yeniden kuruluş hükümeti” kurulması çağrısı İsrail’de halkın ve kurulu düzenin gündeminin birinci maddesi oldu.

İran’ın Hamas’a desteğiyse retorikten öteye geçmedi. Her ne kadar 7 Ekim sonrasında İslam Cumhuriyeti’nin kimi yetkililerinin Tahran sokaklarında “Aksa Tufanı”nı kutlamak maksadıyla şeker dağıttıklarına ilişkin haberler çıktıysa da, İran, Filistin’e doğrudan bir müdahale olarak anlaşılabilecek her tür etkinlikten uzak durdu.

Özetle, “Aksa Tufanı”nın İsrail’e yönelik yıkıcı darbesinin bölgedeki güç denklemleri üzerinde kaçınılmaz etkileri olacağı açıksa da, girişimin gerçek neden ve sonuçlarının açıklanması bakımından komplo teorilerinin, saçmalıktan öteye gitmediği aşikar.

İsrail’in askeri acımasızlığı bilinen bir gerçek ancak bu kez farklı gözüküyor. Hem çok orantısız hem çok barbar, kadın, çocuk, sivil ayrımı yapmıyor hem de çok güçlü uluslararası bir destek var. Dünya bu hali nasıl kaldırıyor?

İsrail’in “sivil” kayıpların büyüklüğü ve sarsıcılığı gerekçesine sarılarak kopardığı yaygaranın ardından kanlı bir misilleme geleceğini öngörmek zor değildi. Ancak Netanyahu hükümetinin “savaş sonrası” bölge statükosunda Filistinliler için “soykırım” ve “tehcir” dışında hiçbir öngörüsü olmadığını saklamaya bile gerek görmeyişi, tepkinin uluslararası meşruiyetten yoksunluğu dolayısıyla kuruluşundan bu yana İsrail üzerine en büyük soru işaretini astı. BM Genel Kurulu’ndaki “insani ateş kes” oylamasında Avusturya, Macaristan, Çek Cumhuriyeti ve Hırvatistan dışında hiçbir AB ülkesi İsrail’in “hayır” çağrısının yanında yer almadı. “Aksa Tufanı”nı düzenleyenlerin amaçları ne olursa olsun, Netanyahu hükümetinin saldırıyı izleyen kaçınılmaz krize yanıt veremeyişi, savaştan çıkış için “Hamas’ı yoketmek” gibi imkânsız bir “plan”a kilitlenmiş olması, kriz sürecinde İsrail’in değilse de Netanyahu hükümetinin sonunun gelmesinin kaçınılmaz olduğunu düşündürüyor.

Dünya kamuoyunda, ilk on beş gün boyunca medyanın, yan tutarlığın da ötesinde enformasyonu sınırlayarak ve parçalayarak sunmasına bağlı olarak özellikle bir şenliğe yönelik saldırıda gerçekleşen sivil ölümler ve rehin alma haberleri dolayısıyla havanın Hamas aleyhine ve İsrail lehine oluştuğu bir gerçekti. Ancak, gerçeklerin inkâr edilemez çıplaklığı ve İsrail misillemelerinin ve İsrail Ordusu’nun Hamas’a atfedilen ihlalleri kat be kat aşan kıyıcılığı ve misillemenin mağdurlarının binlerce Filistinli masum kadın ve çocuk olması karşısında bu havanın dağıldığını söyleyebiliriz. ABD, Birleşik Krallık, Yunanistan, İtalya, İspanya, Portekiz, Avustralya vb. küresel kuzey ülkelerinde çok geniş bir Filistin’le dayanışma havası doğdu ve yükseliyor. BM Genel Kurulu’nda iklim tamamen Filistin’den yana dönmüş durumda. İsrail, “Hamas saldırılarının boşlukta cereyan etmediğini” ifadeden kaçınmayan BM Genel Sekreteri Guterres’i doğrudan doğruya hedef ilan etti. İsrail devlet vahşeti dünya Yahudiliğini de parçaladı ve Ortodoks Yahudilerle Siyonistler arasındaki uçurumu derinleştirdi.

O açıdan Filistin’in sonuçta yalnızca kamuoylarının sempatisi açısından değil siyaseten de yalnızlaştığını düşünmek için bir neden gözükmüyor. “İki devletli çözüm” önerisinin, gördüğü yaygın kabule karşın Filistin ve İsrail iradelerinin bölünmüşlüğü nedeniyle 15 yıldır gerçekleşememiş olması, şimdilerde İsrail’de “iki devletli çözüm”ü gözden düşürürken Filistin’de “nehirden denize” tarihsel Filistin’e ulaşma hedefini git gide popülerleştiriyor, bu hedef dünyada da sempatiyle karşılanıyor.

Kapitalist merkezlerde Filistin’in varlık ve hakları konusunda devletlerin tutumuyla halkların tutumu arasındaki makasın açılmakta olduğunu, halklar daha çok Filistin’in tercihlerine meylederken devletlerin İsrail’i önceleyen siyasetlerinin Batının gerçek politik panoramasını okumayı güçleştirdiğini söyleyebiliriz. Ancak bunların acil ve dolaysız sonuçları olmadığı, bunca “sempati”ye karşın ABD olur vermediği için “insani ateşkes”in hala sağlanamadığı da acı verici bir hakikat olarak orta yerde duruyor.

Türkiye’nin tavrını ayrıca ele almak gerekiyor. Kimisi yeterli ve doğru görürken, kimisi “aman biz bu işe karışmayalım” pozisyonunda duruyor. Birkaç başlıkla sormak istiyorum. Öncelikle İktidar cephesinin tavrını nasıl görüyorsunuz? Hakan Fidan’ın Antony Blinken’e yönelik mesafeli duruşu iktidar kaynaklarınca alkışlandı, bu konuda siz ne dersiniz?

İsrail’in Gazze’ye yönelik vahşi misillemeleriyle uluslararası kamuoyunun ilgi ve sempatisinin Filistin’e dönmesi sonrasında, Ankara ne kadar yüksekten atmaya başlamış olsa da Erdoğan rejiminin tutumunun esasen Tel-Aviv’e ayarlı olduğu bir vakıaydı.

Geçtiğimiz yıl İsrail Cumhurbaşkanı Herzog’un Ankara ziyaretiyle Türkiye ve İsrail’in, dört yıl önce geri çektikleri büyükelçilerini de karşılıklı olarak tekrar atamaları, Türkiye’nin hem İsrail hem de Mısır, Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan gibi İsrail’le ilişkileri iyileşen Arap ülkeleri ve diğer Ortadoğu ülkeleriyle ilişkilerini normalleştirmesi özellikle Doğu Akdeniz’de enerji kaynakları arayışı bağlamında İsrail’le işbirliği zeminlerini sağlamlaştırma perspektifiyle ilgiliydi. Erdoğan rejimi açısından “Aksa Tufanı” harekâtı hiç de beklenen ve arzulanan bir gelişme değildi. Hatta bir baş ağrısıydı.

Nitekim, “Aksa Tufanı” haberlerini TV’den izlerken “şükür namazı” kıldığı görüntüleri sosyal medyaya düşer düşmez İstanbul’da ikamet eden Hamas’ın sürgündeki lideri İsmail Haniye “nazikçe” ülkeyi terke davet edildi. Hamas’ın eski siyasi lideri Halid Meşal’in Katar’dan Türkiye ve diğer İslam ülkelerine yönelttiği “bir İslam Zirvesi gerçekleştirme” çağrısının da laftan öteye gitmeyeceği 11 Kasım’da İslam İşbirliği Teşkilatı ve Arap Birliğinin Suudi Arabistan’ın Riyad’da şehrinde yaptığı olağanüstü ortak toplantının hiçbir eylem kararı içermeyen sonuçlarından açıkça görüldü.

Ancak, Saray rejiminin gidişata bakarak havayı koklayarak ve eğilimleri yoklayarak, iç ve dış politika ihtiyaçları arasında denge kurmak üzere Filistin-İsrail çatışmasında “arabulucu” konumuna yerleşmeyi hedefleyen bir taktik yöneliş içine girdiğini söyleyebiliriz.

ABD’den Avrupa’ya dünyanın her yerinde sivil toplum, hak örgütleri ve ezilen halklar ayakta. Ancak Türkiye en cılızı. Üstelik iktidarın etrafında sayısız tarikat, cemaat, vakıf ve  benzeri varken. Bunlar neden harekete geçmiyor? Karar Gazetesi’nde Mehmet Ocaktan 6 Kasım’daki yazısında, Afrin operasyonu sırasında “Reis bizi Afrin’e götür” diyenlerin bugün Gazze için neden aynı davranışı göstermediklerine ilişkin “ikiyüzlülük” üzerine eleştrilerde bulunuyor. Belki bu yaklaşımı Türkiye’deki birçok kişinin ahlaki sorgulama açısından değerlendirmek gerekiyor. Bu yaklaşımlara ilişkin siz ne derseniz?

Erdoğan dış politika hattının esaslarını 14. Büyükelçiler Konferası’nda şöyle ifade etmişti: “Avrupa Birliği ve NATO müttefikleriyle pozitif gündemi sürdürmekte kararlıyız. […] Türkiye’nin her alanda daha çok üretip, daha fazla ihracat yapmaktan başka çıkış yolu bulunmuyor. [Büyükelçiler] Türk ürünlerinin tanıtımı, iş dünyamıza yeni pazarlar bulunması, ülkemize daha fazla turist çekilmesi noktasında girişimlerini [artırmalı].”

Erdoğan öte yandan “[Türkiye’nin] kimi Avrupa devletlerinde artık tahammül edilemez boyutlara varan İslam düşmanlığıyla mücadelenin […] sancaktarlığını yapma sorumluluğunu asırlardır olduğu gibi bugün de hakkıyla ifa edece[ğini]” de sözlerine eklemişti.

Erdoğan, bu çerçevede hem uluslararası kamuoyunda Filistin’den yana esen havayla yelkenlerini doldurmak hem de -AB Dış İlişkiler Yüksek Temsilcisi Borrel’in dile getirdiği şekilde “bu çatışmaya bir çözüm bulamayarak Avrupa ve ABD’nin içine düştüğü siyasal ve ahlaki başarısızlık”la arasına mesafe koymak açısından Berlin ziyaretinde önüne gelen fırsatı tepmedi. İsrail’in insanlık suçlarına ortak durumuna düşen Almanya’ya “bizim sırtımızda Holokost kamburu yok” demeye getirdi ve İsrail’i Gazze katliamı dolayısıyla Almanya kamuoyu önünde yerden yere vurdu. Ama öte yandan Ukrayna (ve Batı) ile Rusya arasındaki savaşta üstlendiği “arabulucu” rolünün faydalarını da hatırlatarak Hamas ve ABD/İsrail arasında “esir takası” ve Filistin’de “çatışma çözümü” konusunda rol sahipliği iddiasını göze sokmayı ve Scholzu’ da bu rolü değerlendirmeye davet fırsatını kaçırmadı.

Erdoğan ve Fidan’ın uluslararası ilişkilerde jestler, mimikler ve retorikle sürdürdükleri siyaset tarzı, gerçek kuvvet dengesi zeminlerinde muhatapları ile süregiden eşitsizliklerin iç politika maksatları çerçevesinde gösteriler yoluyla telafisini gözeten bir halkla ilişkiler stratejisinin parçası olarak okunabilir. Daha kısa bir ifadeyle bunu “yağmasan da gürle” siyaseti diye özetleyebiliriz.

Bununla bağlantılı olarak iktidarın elini kolunu bağlayan asıl meselenin çözülmemiş Kürt sorunu olduğu daha gerçekçi görülüyor. En küçük bir adımın geri dönüşünün çok sarsıcı ve ağır olacağını düşünüyor olabilir mi, Türkiye?

Erdoğan rejimi uluslararası ilişkileri, içeride arkasındaki karmaşık, ırkçı, dinci, ultra-milliyetçi, Yahudi düşmanı, Batı aleyhtarı koalisyonun rızasını tahkim için bir imkân olarak değerlendiriyor. NATO müttefikleriyle savaş ve çatışma söz konusu değil, komşuların topraklarını ilhak ve çatışma pahalı, ama jestler ve “bir zamanlar buralar bizimdi” edebiyatı sudan ucuz. Kameralar önünde “Blinken’le kucaklaşmıyorum” gösterisi biter bitmez kapalı kapılar arkasında Blinken’la diz dize “biz Hamasla bir konuşalım bakalım” mahremiyeti Erdoğan tarzında bükülmüş Türk dış siyasetinin olağan pratiği.

Erdoğan’ın bütün bu tartışmalar boyunca İsrail’e yönelik eleştirilerini Filistin ve Arap radikalizminin dilinden uzak, yumuşak bir “din kardeşliği” edebiyatı eşliğinde, İsrail’in varlığını ve meşruiyetini kabul, uluslararası savaş hukuku, Filistin meselesini kapsayan uluslararası anlaşma ve sözleşmelere uyum ve sınırların değişmezliği ilkesine yönelik vurgularla sürdürürken, derdinin yalnızca “kitaba uygunluk” olduğunu söylemek mümkün değil. Onun hukuku güçle sınama ilkesi herkesin bildiği bir sır. Ancak Erdoğan’ın Filistin meselesinin, hiçbir şekilde içerideki Kürt meselesiyle uluslararası gündemde eşitlenme ya da kıyaslanmasına yol açmama temkiniyle ve hatta iç politika gündeminin de gerilerine itilmesini sağlayacak bir imkân olarak değerlendirdiği, bu çerçevede içerideki İslami kitlesel protestoların “ne olur ne olmaz” mantığıyla sıkı bir rejim kontrolüne alındığı apaçık.

Suriye’de, Azerbaycan- Ermenistan arasındaki çatışmalarda Rusya ve Ukrayna arasındaki savaşta Türkiye’nin SİHA başarıları ve oynadığı rollere dair haberler görüyorduk. Haklı olarak birçok insan “Türkiye bu başarılı SİHA’larını neden kardeş Müslüman Filistin halkının yardımına göndermiyor?” diye soruyoru. Sahi neden bu etkin caydırıcı ve “oyun bozan, kuran” teklonojik gelişmeler kullanılmıyor?

Ankara’nın Filistin ve Gazze konusunda izlediği ve uyguladığı siyasetin “İslam sancaktarlığı” retoriğini karşılamadığı ortada. Ne var ki, bu “sancaktarlık” Erdoğan’ın büyükelçilere “Bilal’e anlatırcasına” ifade ettiği şekilde “iş dünyamıza yeni pazarlar bulunması, ülkemize daha fazla turist çekilmesi” işleviyle belirleniyor. Hamas’a İsrail’i vurması için din kardeşiliği kapsamında bedavadan Bayraktar SİHA’sı armağan etmenin yeni pazarlar açmaya faydası yok, Hamas’ta da onu satın alacak para yok. Üstelik İran Hamas’a o açıdan know-how sağlama tekelini elde tutuyor zaten. Böyle bakınca rejimin kendi ortaya koyduğu iç ve dış politika hedefleriyle tutarlı olduğu, mevcut konumu yeterli bulduğu ve bu açıdan şimdiye kadar kendi ayağına ateş etmediği söylenebilir.

Savaşın bölgeye yayılma riski nedir, yayılırsa nerelere yayılır, kimler etkilenir? ABD, bir yandan savaş gemilerini gönderiyor bir yandan hava savunma sistemlerini artırıyor. Haliyle ne oluyor sorusu doğuyor ama benim asıl sorum, İsrail Hamas çatışması üçüncü bir tarafın ortaya çıkmasını caydırmak amacıyla bunu yaptığını söylüyor, ABD’liler. Bu üçüncü bir tarafı biraz somutlaştırır mısınız. Kimlere mesaj veriliyor?

Savaşın bölgeye yayılması riski, ilk bir ay içinde varsa vardı. Ancak bu olasılığın gizli ve açık diplomasi, politika ve askeri tedbirler yoluyla şimdi en aza indirgenmiş olduğunu söyleyebiliriz. ABD’nin dünya siyaseti başından beri esasen bütün enerjisini bu olasılığı bertaraf etmeye hasretmişti. ABD diplomasisi İsrail’le Lübnan Hizbullahı ve İran’ı hedef almaması ve -belki de Türkiye, Katar gibi ülkelerle de, Hamas’ı İsrail’in nükleer silahlara başvurmasına yol açabilecek kışkırtmalardan uzak tutmaları için görüşerek çatışmanın İsrail-Filistin ekseni içinde sınırlanmasına yoğunlaştı.

Nitekim, İsrail’in “nükleer silahları” meselesinin diplomatik mahfillerde gündeme gelmiş olduğunu “çocuktan al haberi” misali Erdoğan’ın Berlin konuşmasından okumak mümkün. Erdoğan’ın “Hamas’ın nesi var, İsrail’in nükleer silahları var ama söylemezler. Onlar hep yalan söylerler” diye durup dururken ortaya atmış gibi göründüğü sözlerinin böyle bir bağlamı olduğunu düşünmek için neden var.

Nükleer silah yüklü ABD donanmasının Doğu Akdeniz’deki varlığını giderek artırması, bir yanda İsrail’e “nükleer konuları bana bırak”, öte yandan İran’a “Hizbullah’ı devreye sokma” yolunda büyük harflerle verilmiş mesajlar olarak okunmalıydı. Dediğim gibi, bu olasılık vardı, ancak çatışma Gazze’de lokalize edilerek, Şerit’teki yerleşimlerin yerle bir edilmesi ve on binlerce Filistinlinin hayatının tarumar olması pahasına şimdilik ötelenmiş görünüyor.

“Üçüncü taraf” teriminin ABD dışişleri tarafından dile getirildiğini işitmedim ama, bunun, çatışma Hamas-İsrail parantezinden çıktığı takdirde İran, Suriye, ve Irak Şii güçlerini kapsayan “Direniş Ekseni”nin doğrudan savaş sahasına dahil olmaları kaygısını ima ettiğini düşünebilirim. Böyle bir gelişmenin zincirleme olarak, Suriye, Lübnan, Ürdün, İran, Rusya, Türkiye Çin’i de etkiyerek bir anda küresel bir krize dönüşmesi olasılığı başka dolayımları gerektirse de vardı.

Cumhubaşkanı Erdoğan, ara ara “Haçlı-Hilal” hatırlatmalarında bulunuyor. Bu söylemin altında ne var ve Avrupa’da nasıl yankı buluyor?

Türkiye’nin Erdoğan döneminde dış politikada “yüksek perdeden” konuşması artık kanıksandı. Ancak, eski tabirle “Hilal-Salip” (Hilal-Haç) ikiliğine dayalı “provokatif” olduğunu sandığı konuşmalarının özellikle Avrupalı muhatapları ve Avrupa kamuoyunda herhangi bir hükmü yok. Bütün yakın dönem araştırma ve yoklamalarının gösterdiği gibi Avrupa çoktan post-Hristiyanlık evresine geçti. Batı, Kuzey ve Orta Avrupa’da 16-29 yaş arasındaki nüfusun yüzde 70’inin dinle bir ilgisi yok. Hristiyan adı taşıyan partilerin seçmenlerinin bile Hristiyanlıkla ilgileri muğlak. Hristiyanlığın tarihsel merkezinde Hristiyan değerler artık siyasete yön vermiyor. İşin ironik yanı, Erdoğan’ın en iyi anlaştığı “Avrupalılar” başta Putin olmak üzere, Rusya, Macaristan, Polonya gibi, illiberal, LGBTİ düşmanı Doğu Avrupa “Haçlı” statükosu liderleri.

Bu söylemsel “ikilik”, iç tüketim ihtiyaçları göz ardı edilirse, karşıya alınan “Haçlılar”dan çok, esasen Erdoğan’ın kendisine nüfuz alanı aradığı Sahra Altı, Afrika Boynuzu ve Orta Afrika’daki Fransa, İngiltere, İtalya’nın terk ettikleri uluslararası alandan yalıtılmış eski sömürgelerin siyasi İslam’ın nüfuzu altındaki, egemen güçlerine hitabı amaçlıyor. Şiiler arasında ve Vahabi dünyasında bu çeşit siyasetin alıcısı yok, daha doğrusu onlar Erdoğan’ın rakipleri.

Ne var ki, Hamas’ın “Aksa Tufanı” harekâtı, hareketin din eksenli kurgusuna ve idelojik yapısına karşın, çatışmanın merkezi Filistin’de olsun, Arap ve İslam ülkelerinde, Batı’da ve Amerika kıtasında olsun, bir İslami çıkış, bir İslami kurtuluş atağı, veya bir İslam Devleti arayışı olarak okunmadı, Filistin Kurtuluş Örgütü’nün (FKÖ) artık doyuramadığı özgürlük özlemlerinden beslenen Filistin yurtseverliğinin İsrail’in apartheid rejimine karşı bir onur ayaklanması olarak karşılık buldu. O nedenle “Aksa Tufanı”yla birlikte Filistin’de, Arap Direnişi’nde ve uluslararası antisömürgeci dayanışma evreninde, öteki dünyaya özgülenmiş bir İslami cihat özlemi değil, “nehirden denize” özgür Filistin hedefi parıldar oldu.

Türkiye etkin bir aktör olup olmamakla ilgili düşünceniz çerçevesinde neyi nasıl yaparsa etkin bir aktör olur?

Bununla birlikte Erdoğan Türkiyesinin, “nehirden denize özgür Filistin” idealiyle neden barışamayacağını hiçbir şey Gazze trajedisi karşısında Cumhurbaşkanı sıfatıyla konuşan Erdoğan’ın sözleri kadar yalınca ifade edemez. Erdoğan çatışmanın tarihsel bağlamı hakkında konuşmaya kalktığında şu incileri yumurtlamıştı: “İnsanlığın en eski yerleşimlerine, medeniyetlerine beşiklik eden Kudüs merkezli coğrafyadaki her kökenden ve inançtan insanlar ecdadımızın idaresinde asırlarca barış ve huzur içinde yaşamıştı.” 

“Maalesef bu bölge Birinci Dünya Savaşı’nın ardından orayı terk etmek zorunda kalmamızla birlikte kanın, gözyaşının, gerilimin, çatışmanın, işgalin eksik olmadığı bir yere dönüştü.”

Tarihsel hakikatler bağlamında “Ecdadın idaresi” denilen şeyin Osmanlı sömürgeciliği demek olduğu, “Birinci Dünya Savaşı’nın ardından orayı terk etmek zorunda kalmamız” diye ifade edilenin Almanya, Avusturya-Macaristan ve Osmanlı İmparatorlukları ittifakının Fransa, İngiltere ve Rusya ittifakıyla giriştikleri emperyalist savaşta yenilerek sömürgelerini elden çıkarmak zorunda kalmış olması demek olduğunu Filistinliler elbette biliyor. Osmanlı geçmişine dönme özlemiyle tutuşan bir Filistin muhayyilesi hiç olmadı. Ama bu safsatanın içeride müşterisi çok.

Dolayısıyla Erdoğan’ın dilinin kurcaladığı yerde “nehirden denize özgür Filistin” değil, yeni küresel koşullarda eski hakimiyet alanına bir şekilde yeniden demir atma hırsı yatıyor. Erdoğan, “Bir zamanlar buralar bizimdi” derken, Filistinliler’e bir millet olmaya ve kendi kaderlerini tayine hak sahibi olmadıklarını, görebilecekleri en güzel rüyanın dedelerinin “Osmanlı köleliği” dönemine hasret çekmekten ibaret olabileceğini anlatmaya boşuna uğraşmıyor. Filistin’e kendi rüyasını görmeyi, “yeni Osmanlı” himayesini öneriyor: Erdoğan rejimine sığınmak. Onun bölgesel pazarlıklarının kozu olmak.

Burada gene Gilbert Achcar’ın “askeri açıdan çok daha üstün bir zalime karşı Filistin halkı için gerçek anlamda etkili mücadelenin tek yolu[nun], bu üstünlüğü aşabilecekleri zemini seçmek” olduğu yolundaki “Birinci İntifada” dönemi hatırlatmasına dikkat çekmek isterim.

Achcar, “Cenin veya Nablus’ta genç Filistinlilerce örgütlenen yeni yeraltı silahlı direnişi, kitlesel hareketin önceliğine dayanması ve onu teşvik edecek şekilde tasarlanması halinde kitlesel halk hareketine etkin yardımda bulunabilir” derken, Filistin Direnişi’ni bu ölümcül İsrail misillemesi sonucunda ağır bir zayiat vermesi kaçınılmazlaşan bu çatışma sonrasına nasıl geçeceğini düşünmeye davet ediyordu.

“Filistin mücadelesi öncelikle İsrail’in baskısına, işgaline ve yerleşimci-sömürgeci yayılmasına karşı kitlesel siyasi eyleme dayanmalıdır. Filistin halkının güveneceği bölgesel destek, İran -buna Türkiye’yi de ekleyebiliriz- gibi zalim hükümetlerin desteği değil, bu baskıcı rejimlere karşı mücadele eden halkların desteğidir.

“İsrail toplumunun, siyasetin durmaksızın kaçınılmazca aşırı sağa sürüklenmesine neden olan Siyonizm mantığından kurtuluşuyla birleştirilmesi gereken Filistin kurtuluşunun hakiki potansiyel geleceği burada yatmaktadır.”

Barış için ne yapılabilir?

Türkiye’nin mevcut statüko dahilinde Filistin’in kurtuluşu için yapabileceği en önemli ve değerli hamle, parçalanmış bir eski Osmanlı sömürgesi olarak Filistinle neredeyse aynı kaderi paylaşan Kürtlerin kendi kaderlerini tayin hakkını tanımak ve bu tanımanın gereğini yerine getirmekten ibarettir. Böyle bir kabul üzerine yükselen bir yeni rejim kaçınılmaz olarak bölgede özgürlükçü bir yeni dalganın, ve sömürgecilik karşıtı bir dış siyasetin kaynağı haline gelerek tüm bölgesel güç denklemini değiştirecektir.

Böyle bir Türkiye henüz yok, ama kurucu dinamikleri her şeye karşın hareket halinde. Erdoğan’ın Filistin’in kurtuluş mücadelesinin seküler ve sol damarı 1980’lerde İsrail’in Beyrut işgaliyle koparılırken, onlarla omuz omuza mücadele ederek hayatlarını Filistin davasına armağan eden Türkiye ve Kürdistan devrimcilerinin açtığı yolu tıkamaya, Filistin’e İslami kabuller üzerinden yeniden nüfuz çabası boşuna değil. Buna kanacak olanların aklını başına toplaması için “Mavi Marmara” hikayesi bir ibret belgesi olarak oracıkta duruyor.