Biz merkeziyetçiler yada ademi merkeziyetçiler değil, demokratik özgürlükçüler olarak bir üçüncü kutup oluşturuyoruz. Üçüncü kutup Karadeniz’in köyündeki kadının kendisini kuşatan jandarmaya karşı ‘Devlet biziz’ söyleminde ifadesini bulan iddiadır. O kadının kendinde bu yetkiyi, bu gücü görmesidir; doğanın üzerine yerleşip toplum adına konuşan herkesin baktığı yerdir üçüncü kutup.
Faşizmle başa çıkmanın yolunun Kürtlerle ittifaktan geçtiğini söyleyen HDP Onursal Başkanı Ertuğrul Kürkçü, bir erken seçimi zorlayıp diktatörlüğü açmaza almak, dünya kamuoyunun da sürece dahil olabileceği büyük bir mücadeleyi başlatmak için tüm muhalefet partilerinin elinin taşın altına sokması gerektiğini belirtti.
Yürütmenin hegemonyası altında kaldığı, işlevsizleştirildiği ve toplumun temsiliyetinden uzak kaldığı eleştirilerinin odağındaki Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM), 101’inci yılını geride bırakıyor. 23 Nisan 1920’de Meclis’in açılışından bir yıl sonra kabul edilen 1921 Anayasası, Türkiye tarihinin en çoğulcu anayasası olarak tarif ediliyordu. Savaşın ardından oluşan atmosferde gelen 1924 Anayasası da Meclis’in kurucu niteliklerini yok eden bir işlev gördüğü ifade ediliyor.
Halkların Demokratik Partisi (HDP) Onursal Başkanı Ertuğrul Kürkçü, gelinen aşamada 1’inci Meclis’in ortaya koyduğu anlayışın da üzerine çıkılması gerektiğini belirtiyor. Türkiye’nin apaçık faşizme doğru gittiğini belirten Kürkçü ile Meclis’in tarihsel kırılma süreçleri, yeni dönemde neden Meclis’te kaldıklarını, son dönemlerde partileri üzerinden tartışılan demokrasi ittifakını ve sorunlarına çözüm reçetesi olarak ortaya koydukları Üçüncü Yol anlayışını Mezopotamya Ajansı’ndan Selman Güzelyüz konuştu
*. *. *.
23 Nisan’ın 101’inci yılına Türkiye çok derin sorunlarla giriyor. Bu bağlamda ilk Meclis’in demokratik ve çoğulcu yapısı inkâr edildi, nispeten demokratik içeriğe sahip 1921 Anayasası’nın yerine tekçi ve inkârcı anayasalar ikame edildi. Bugünden baktığınızdan Türkiye kurucu aklının bu makas değişikliği ne tür sıkıntılara yol açtı?
Birinci Meclis Türkiye Cumhuriyeti’nin en çoğulcu Meclisidir. Doğru ancak o da temel demokratik normlar açısından tartışma götürür. Bunun iki sebebi var: Bir kere savaş meclisidir ve savaş yönetmek hiçbir zaman demokratik bir süreç değil. Yasama, yürütme, başkomutanlık ve meclis başkanlığı yetkilerinin tamamen Mustafa Kemal’in elinde olması itibariyle, o dönem boyunca huzursuzluk doğurduğu ortada. Öte yandan geleneksel toplum ve Osmanlı Devleti’nde arta kalan siyasi toplumun unsurları, genellikle Meclis’e yansımıştı ancak aynı Meclis kapısı sosyalist-komünist milletvekillerine kapalıydı. Türkiye Komünist Partisi, bu Meclis’in egemenlik alanındaki gizli örgütler tarafından ortadan kaldırıldı. Mustafa Suphi ve arkadaşlarının katli bu dönemin eseridir. Öte yandan Yeşil Ordu Hareketi ve Çerkez Ethem’in siyasi toplum dışına sürüklendiği süreçtir. Bu süreçte, Pontus etnik temizliği devam ediyordu; Kürt isyanları Koçgiri başta olmak üzere bu dönemde başlamış ve ağır yıkımlarla sonuçlanmıştı. O nedenle bugüne nispetle daha demokratik olan bu anın bile kendi içinde sınırlı olduğu belli. Diyeceğim; her ne kadar çoğulculuk bakımından göze çarpan nitelikleri olsa da demokratik olduğunu o kadar güvenle söyleyemeyiz.
Zaten 1921 Anayasasının sonraki Türkiye Cumhuriyeti Anayasalarına nispeten yerel özerkliklere daha büyük önem veriyor olması da aslında bu çoğulluğu yansıtır. Batı vilayetlerinin işgal altında bulunması dolayısıyla cephe gerisinde sırtını Kürdistan’a dayamak zorunda kalan kurtuluş hareketi, ister istemez onların talep ve eğilimlerini göz önüne alıyordu. Dolayısıyla ilçelerin “muhtariyeti”nin, yani özerkliğinin Anayasa’da özellikle zikredilmiş olması bu açıdan çok önemlidir. Fakat bunun karşısında başka bir eğilim de vardı. Meclis kurtuluş savaşını esasen saltanatın ve hilafetin özgürleştirilmesi iddiasıyla meşrulaştırıp, kitleselleştirdiği için Kürt mebusların da Kürt milletinin de genel olarak Mustafa Kemal yanlısı tutumu esasında İslam kardeşliğinden kaynaklanıyordu. Dolayısıyla Birinci Meclis’te Kürtlerin Kürt kimlikleri itibarıyla hor görülmedikleri gerçek olmakla birlikte İslam dini karşısında Kürtlüğe fazla bir anlam yüklenmiş de değildi. 1924’te Cumhuriyet ilanından sonra Anayasa değişirken, bu izler de silindi. Anayasaya “Devletin dini İslam’dır” hükmü girdi ve özerklik şartı da anayasadan çıktı.
Bu olanların kısa sürede hayata geçirilmesinin nedenleri neydi?
Bir ulus devlet inşası fikri, anayasanın başında yazılmış olmasa da Anayasa değişikliği milletin birliğinin esasen merkezi bir idareyi zorunlu kıldığı, bu merkezi idarenin mutlak surette Ankara’nın elinde toplanması ve bu yetkileri asla ve kimseyle paylaşmaması gerektiğine dair bir iradenin ortaya çıkmış olmasının ürünüydü. Bu, artık savaş da bittiği, kimseye taviz verme ya da özellikle hoş görünme ihtiyacı kalmadığı için giderek kimliklerin, çoklukların önemsizleşmesi ve devletin tekliğinin birincil mesele haline gelmesi ihtiyacının sonucuydu. Savaşa rağmen göreli bir hoşgörü vardı ama savaş bittikten sonra düzeni tehdit ettiği varsayılan her iddiaya karşı acımasız bir hoşgörüsüzlük söz konusuydu. Sarkaç bu ikisi arasında gitti geldi.
PKK Lideri Abdullah Öcalan, Anadolu’da 1920’lerin başında verilen birçok kimlikle birlikte, Türklerin ve Kürtlerin beraber yer aldığı Kurtuluş Savaşı sonrasında demokratik cumhuriyet şansı doğduğunu ve 1920’de açılan Meclis’le birlikte, 1921 Anayasası’nda kurulacak yeni rejimin demokratik niteliklerinin söz konusu olduğunu ancak daha sonra İngiliz politikalarıyla Türkiye’nin asıl müttefiklerinden (Kürtlerden) kopartıldığını söylüyor. Bu değerlendirme bize neyi anlatıyor?
Aslında Türkiye Cumhuriyeti’nin 1923’te edindiği şekliyle bir tampon devlet olarak bulunduğu bölgede kalması ve Lozan koşullarıyla belirlenmiş sınırlar içinde durması, gerek İngiltere -ve daha sonra ABD- gerekse Rusya için optimal durumdu. O yüzden emperyalist politikalar bu optimal durumu sarsabilecek olan tüm gelişmeler karşısında merkezi hükümeti şu ya da bu şekilde desteklemek ya da onun sola açılışını frenlemekle ilgileniyordu. Gerek iç ihtilaflar, gerekse uluslararası ilişkilerde statükonun olduğu gibi kalması yönünde bir mutabakat olduğu söylenebilir. O çerçeveden baktığımızda, Öcalan’ın bu konudaki tespiti yerindedir. Çünkü eğer bu ulus-devlet, kimliklerin inkârı üzerinden yükselen bir otoriter rejim olarak ortaya çıkmasaydı, süreç ister istemez Kürtlerin yaşadığı tüm alanları etkileyecekti. Bu şekilde, Fransa’nın Suriye’de, İngiltere’nin Irak’taki petrol bölgeleri üzerindeki hakimiyetine rakip olabilecek dinamiklerin ortaya çıkması ve yeni kurulan cumhuriyetin nüfuz alanının bu ittifaklarla Osmanlı Meclis-i Mebusanının ilan ettiği “Misak-i Millî”ye doğru taşınması, pekâlâ söz konusu olabilirdi. Bu yüzden Lozan sınırlarının baki kalması, rejimin kendi iç gerilimleriyle bu sınırlar içinde sürdürülmesi onlar için en tercih edilen durumdu. Sovyetler Birliği açısından da mevcut koşullar yeterliydi.
Yüzyıl önce İngiliz politikasıyla Kürtlere yönelik inkâr politikasının devreye girdiğini, kadersizliğe terk edildiğini görüyoruz. Yine 12 Eylül’deki hegemonyanın ikinci inşasının denilebilecek yapının da İngiliz politikalarıyla şekillendiği yorumları var. Kürtlere ve sol sosyalist çevrelere yönelik en son tasfiye girişimi de yine MHP-AKP-Ergenekon üçlüsünün 2014 MGK’sinde alınan “Çöktürme Planı” ile güncellendi. Mevcut anlayışın dönemsel olarak güncellemesiyle devletin hangi ihtiyaçları karşılanıyor?
Özellikle 1980’lerden sonra bu geçmiş stratejileri güncelleyerek durumu sürdürmek, giderek imkansızlaşıyor. Fakat mesele devletin çoğulcu, çok kimlikli ve özgürlükçü bir yeni rejime kavuşması konusuna gelip dayandığında, eski ezber tekrarlanıyor. Eski ezberlerden biri ‘Devlet birdir bölünemez’, ikincisi ‘Devlet Türk’tür başka kimlikleri içeremez’, üçüncüsü ise ‘Devlet içinde devlet olmaz’, yani devlet yönetimi halk ile paylaşamaz. Oysa parlamenter rejim doğası gereği ister istemez iktidarı halk ile paylaşmak demektir. En azından onun oyuna müracaat etmek demektir. Çünkü sonunda dönülecek ve ondan onay istenecektir. Fakat kriz derinleştikçe ve memleket eskisi gibi yönetilemedikçe, yeni dinamikler ortaya çıktıkça, bu parlamento da devlete fazla geliyor. Çünkü 1990’lardan başlayarak 21. yüzyılda parlamento demek, Kürtlerin kendi kimlikleriyle, kendi dilleriyle, kendi talepleriyle, kendi ülküleriyle Meclis’e girmeleri ve diğer kimliklerin de önünü açmaları demektir. Yani aynı anda devlet hakimiyeti ne kadar tekleşmeye ve daralmaya eğilim gösteriyorsa, toplumsal ihtiyaçlar o kadar genişlemeye ve çoğulculuğa eğilim gösteriyor.
Bu paradoks kaçınılmaz bir biçimde olağanüstü bir rejim ihtiyacı dayatıyor. Bu kriz halinde bir rejim demektir. Aslını isterseniz, doğduğu andan beri kriz halinden olan bir rejim, şimdi krizini salt askeri yöntemlerle aşamayacağı bir noktaya gelmiş demek oluyor. O çerçeveden bakınca toplumda bu kadar çok kendilik iddiası yayılmışken, sadece Kürtler değil, kadınlar, Aleviler, diğer özerk-toplumsal kimlik ve varlıklar kendilerinin idrakine ne kadar varıyorlarsa, teklik iddiası tarafından o kadar birleştirilemez hale geliyorlar. Ya bunların varlıkları ve kimlikleri tanınacak ya da kriz devam edecek ve her yeni alt üstlükte krize olağanüstü bir rejimle müdahil olunacak. Buradaki ezber, sonuçta Türklüğün tehdit altında olduğuna dair bir alarm borusuyla Türkiye’nin batısını doğusuna karşı tahkim etme girişimi haline büründü. Türkiye’de tekçilikle meselesi olanların sayısı arttı. Kürtlerin yanı sıra, kadınların, doğanın, çiftçinin, işçinin meselesi var bu rejimle. Bunlar kısmi tavizlerle halledilemeyecek kadar temel meseleler. Zımni bir “Türklük Sözleşmesi” ile bu gerilimin altından kalkınamaz. Devlet Bahçeli’nin genel olarak bir rasyonelden yoksun çılgınca bir saldırganlığı teşvik eden ve tüm rejim rasyonellerini havaya uçuran saçmalığının kaynağında bu yatıyor. O çerçevede baktığımızda, sürdürülmesi imkânsız bir noktadayız. Eğer 1921’e atıfla konuşacaksak, 1921’de Cumhuriyet’e bol gelen statü, bugün gerçekleştirilse topluma dar gelir. Çok daha genişine kavuşabilmek adına bir başlangıç olarak referansta bulunabiliriz ama artık yüzde 80’den fazlası kentlerde yaşayan ve yerel topluluklara dayalı bir tasavvur içerisine sığmayacak kadar gelişmiş bir toplumsallığı ancak demokratik bir modernite anlayışı içerisinde toplamak mümkündür.
Gelinen aşamada demokrasinin sadece Kürtlerin ve inkâr edilen kesimlerin sorunu olduğu söylenebilir mi? Bugünkü koşullarda tekçiliği savunan ve kendisini devletin asıl sahibi gören kesimlerin hiç mi sorumluluğu yok?
Bu tüm Türkiye’nin sorunu. Çok açık ki Kürtler Türkiye toplumu için -özellikle de 1990’lardan bu yana- çok önemli cevherler ortaya koydular. Birincisi devletin tüm zulmüne rağmen ortak yaşama perspektifi geliştiren kesim sadece Kürtler oldu. Türkiye’nin batısı ancak çok daha sonra devletin sınırlı aklının ötesine geçerek, bunun sunduğu gerçek imkanları kavramaya başladı. HDP’ye son 10 yıl içinde batı kentlerinde gösterilen teveccüh de kısmen bununla ilgilidir. Çünkü Halkların Demokratik Partisi esasen Kürt halkı içerisinden yeşeren bir demokrasiyi, Türkiye’nin tümüne tercüme ediyor. İkincisi, Türkiye’nin merkezci Türkçü eğilimleri, esasen kendilerini laiklikle tanımlama gayretinde olsalar da Siyasal İslam’ın ve cihatçılığın Türkiye’de sınırlanabilmesi onların sayesinde değil, Kürtlerin Şengal ve Rojava’da DAİŞ ve El Nusra karşısında gösterdiği muazzam direniş sayesinde oldu.
Üçüncü olarak da 15 Temmuz darbe girişiminin AKP tarafından devralınarak sürdürülmesi koşullarında, tüm toplum olarak şunu gördük; Kürtlere sömürgecilik dayatıldığında Türkiye bunun bedelini faşizm olarak ödemek mecburiyetindedir. Faşizm ile başa çıkmanın yolu Kürtlerin sömürgecilikten kurtuluşları ile ittifak kurmaktan geçiyor. Fakat insanlar mevcut kalıplarla yaşamaya alıştırılmışlar o kadar ki, böyle bir geleceği tahayyül etmek onlara bilmedikleri bir okyanusa açılmak gibi geliyor. Bu açıdan eğer tezin sahibi biz iseki o zaman bu üçüncü kutbun inşası bakımından da halkı eğitmek, toplumun bu iki merkezci eğilim arasındaki parçalanmışlığına üçüncü bir kuvvet merkezi etrafında toparlanarak kendisini yeniden inşasını teklif etmemiz gerekir. Yani 1921-2021 sürecinde yani yüz yıl sonra bir yeniden kuruluşu ancak biz teklif edebiliriz. Bunun için de bizim her şeyden önce her iki kutbun ötesine seslenen bir dili, söylemi, bir yeniden kuruluş perspektifini ortaya koymamız gerekir.
Özellikle 15 Temmuz 2016 sonrası hem HDP hem de HDP’ye vücut veren kuvvetler, bir arada bu dinamiği ayakta tuttular ve toplumun faşizme teslim olmamasını sağladılar. Bu çok çok kıymetli bir başarıdır. 2023’e giderken burada diktatörlüğü saf dışı edebilecek tüm dinamikleri bir araya getirmek üzere asıl mesuliyet bu iki kutup dışına kalan kuvvetlere kalıyor. Şunun da altını çizmekte fayda var; bu kendi başına yetmez. Diktatörlüğe karşı sonuç alıcı bir ittifak için toplumun önünü aydınlatma sorumluluğu da bizim cenahtadır. Çünkü geleceği hayal eden, geçmişe bakmayan, gücünü geçmişten değil, yüz yıllık birikim üzerinden kendini yeniden kuracak olan bir Türkiye-Kürdistan ortaklığı hayalinden alan, bunu hayale cüret edebilecek, bunu siyasette tercüme edebilecek olan güç sadece burasıdır. Çünkü hem geçmişin bütün başarısızlıklarının farkındadır hem de geleceği umut etmekte çok daha büyük bir ufka sahiptir. Bunları söylerken kendimizi övmüyoruz, sadece nesnel olanı söylüyoruz.
Onursal Başkanı olduğunuz HDP, sürekli olarak üçüncü yol paradigmasının Türkiye’de, Ortadoğu’da ve dünyada yaratılan bir demokrasi seçeneği olduğunu ifade ediyor. Biraz açabilir misiniz?
Üçüncü Yol dediğimiz şey, gerçeğin adlandırılmasıdır. Bu bizim icat ettiğimiz bir şey değil. Belki bir başka ülkede, başka maddi ve manevi koşulların hüküm sürdüğü bir toplumsallıkta olmayan bir şey, Osmanlı devletinin, yani Türkiye, Anadolu, Kürdistan topraklarının modernleşmeye başlamasından beri, bu topraklarda sürüyor. Siyasal ve toplumsal kavga toplumun iki hâkim sınıf bloku arasında kutuplaştırılması ekseninde gerçekleşiyor. İşte İttihat ve Terakki ile onun karşıtları Hürriyet ve İtilafçılar. Ankara’da Büyük Millet Meclisi’nde Birinci grup ile İkinci grup. Tek Parti sonrasında CHP ve Demokrat Parti, Vatan Cephesi ve Güç Birliği… 27 Mayıs sonrasında CHP ile Adalet Partisi; 12 Eylül sonrasında ANAP ve CHP… Ve bugüne kadar geldik. Daimî olarak aynı gerilim kendisini üretti ve her iki kutup da özgürlükçü olmayan seçenekler oldu.
Fakat toplumun kendi çokluğunu, çok kimlikliğini, çok kültürlülüğünü ve çok sınırlılığını tanıyan, özellikle ezilen sınıfların kendi kendilerini yönetme ihtiyaçlarına cevap veren bir biçimde toplumun yeniden tertiplenmesi gerekiyordu. Bunun ipuçları 1965 seçimlerinden sonra kendilerini göstermeye başladılar. 1968 başkaldırısı ve onu takip eden devrimci mücadele dönemi, Kürdistan’ın özgürlüğü için mücadele eden hareketler, kadınların özgürlük mücadeleleri, Alevilerin özgürlük mücadeleleri… Bunların zaman içinde evrimleşerek bugüne gelişi: Üçüncü Yol, bunların hepsidir, her iki kutup tarafından inkâr edilen sosyal realitelerdir. Bunların kendilerine alan açma ve kendi kendilerini yönetme ihtiyacının toplumsal siyasete tercümesidir. Biz olsun dediğimiz için oluşan değil, oluşmakta olduğu için onu öyle adlandırdığımız bir toplumsal hareket var. Toplumu cendereye sokan ve onu sahici olmayan bir gelecek için ve sahici olmayan bir gerilim içerisinde kavuran bu iki kutupluluğa meydan okuyan bir üçüncü hat ihtiyacın, bu toplumsal hareket üzerinden adlandırılmasından ve tertiplenmesinden çıkıyor. Nitekim bu kadar ağır şiddet ve baskıya rağmen 10 yıldır HDP’nin desteğini geliştirerek, tecrübesini arttırarak, saygınlığını arttırarak ve kabulünü genişleterek toplumsal olarak ayakta durabilmesinin sebebi de bu sahiciliğe, gerçekte var olan ve varlığını iki egemen kutuptan birine borçlu olmayan bir toplumsallığa dayanıyor olmasıdır.
Biz merkeziyetçiler yada ademi merkeziyetçiler değil, demokratik özgürlükçüler olarak bir üçüncü kutup oluşturuyoruz. Aslında üçüncü kutup dediğimiz şey, Karadeniz’in köyündeki kadının kendisini kuşatan jandarmaya karşı ‘Devlet biziz’ söyleminde ifadesini bulan iddiadır. O kadının kendinde bu yetkiyi, bu gücü görmesidir; doğanın üzerine yerleşip toplum adına konuşan herkesin baktığı yerdir üçüncü kutup. Dolayısıyla HDP bu şuuru topluma kazandırmakla meşguldür ve bunun primini de toplumdan alıyor.
Üçüncü yol paradigmasının dinamiklerine yönelik baskıları da hız kesmeden devam ediyor ve bu dinamiklerden biri de HDP. Meclis kürsüsüne baktığımızda HDP önemli bir muhalefet yürütüyor. Son yıllarda, özellikle çözüm sürecinin bitirilmesinden sonra HDP Meclis’te de baskı cenderesine alındı; vekillikler düşürüldü, hapse atılan vekiller oldu. Bu tabloda sine-i millet hep gündeme getiriliyor; ancak HDP hep kürsüyü ve bulunduğu mevziiyi en iyi şekilde kullanmaktan yana tutum aldı. HDP’nin tutumunu ile performansını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Her zaman daha iyisi olabilir. O nedenle kimi eksiklikler olabilir. Fakat bununla yarışan başka bir güç yok. Hızını HDP’nin toplumsal dinamiklerinden alan başka bir politik hareket olmadığı için, HDP toplumun baktığı yerden pırıl pırıl parlıyor. Çok daha mükemmeliyetçi bakış açısıyla eleştirilerde bulunanlar oluyor, onların da başımız üstünde yeri var. Ancak bir yandan da herkes şunu düşünmeli; HDP’nin seferber edebileceği kadroların çok deneyimli, çok bilgili, çok daha az hata yapması, muhtemel binlercesi sürgünde veya hapiste. O nedenle yeni göreve gelen insanlar neler yapabileceklerini ancak yaparak öğreniyorlar. O yönden belki bir deneyimsizlik var ama partinin ortak aklı, meclise gönderdiği insanlardan ya da parti yönetiminden doğmuyor. Yukarıda dediğimiz gibi, partinin ortak aklı, onu meclise yönlendiren halkın aklı. HDP akıllarını genellikle bu zemin ve bu tabanla dayanışarak oluşturuyor.
“Sine-i millet”e gelince; çok fazla söylenen ancak hiç yapılmayan bir şeydir. Çünkü yapılmasın diye anayasaya konulan hüküm ortadadır. ‘Ben Meclis’ten gidiyorum’ dediğiniz zaman, buna karar verecek olan Meclis çoğunluğudur. Yani diktatörlük partilerinin ellerine kendinizi bırakırsınız. Yürürlüğe konulması meselesi onların ‘evet ben de kabul ettim’ demesine bağlıdır. O noktadan sonra tüm sürecin kontrolü onların eline geçer. Birinci mesele budur. Bu yüzden göründüğü kadar akıllıca bir yöntem olmayabilir.
Bu sadece HDP ile olabilir mi?
Sadece HDP ile olmaz. Tüm muhalefet hep birlikte hareket edeceksek, fiili bir durum, fiili bir kriz yaratacaksak, buyurun hep birlikte yaratalım. O zaman bir erken seçimi zorlamak, diktatörlüğü açmaza almak, dünya kamuoyunun da sürece dahil olabileceği büyük bir mücadeleyi başlatmakla olacaksa, evet tüm muhalefet partilerinin bu konuda elinin taşın altına sokması lazım. Alavere, dalavere, Kürt Mehmet nöbete… Bu baskılar başladığından beri, özellikle İYİ Parti’den bize şaşırtıcı bir teveccüh var. ‘Çekilsenize Meclis’ten. Önü açılsın.’ ‘Buyurun Sayın Akşener. Siz buyurun biz geliyoruz.’ Biz de böyle diyebiliyoruz. Çünkü bu çok şüphe uyandırıcı. Madem o kadar parlak bir teklif, neden bunun şerefini İYİ Parti üstlenmesin ki. Bu son dakikada akla gelen parlak fikirler cümlesinden stratejik bir anlayış HDP’ye yol göstermez.
Baskılar arttıkça toplumun bir kesimi tepkisel de olsa, ‘Meclis’te kalmanın ne faydası var’ diye soruyor. Ne cevap verirsiniz?
Aşağı yukarı şöyle özetleyebiliriz. Bir şekilde bir gösteri toplumunda yaşıyoruz. Ve bu gösterinin nispeten engelsiz yansıtabildiği tek alan halen Meclistir. Buradaki performans, söylem, takdim, mücadele sureti şu gün için bizimle ilgili engelsiz ve sahici bilginin topluma yansıyabileceği yegâne odak. Bu araçtan da yoksun kaldığınız zaman, sesimizi neyle ve kimle duyuracağız. Mevcut medya ile mi, mevcut yargı mekanizmasıyla mı yoksa mevcut akademi ile mi? O nedenle biz bizim olanı elden çıkartmadan önce, elimize geçecek olanın ne olduğunu hesap etmek durumundayız. Şu an için çekilmenin kalmaktan daha yüksek bir getirisi olduğuna dair en ufak bir belirti yok. Öbür türlü bakacak olursanız, vekillik kimseyi korumuyor. İşte vekillerimiz teker teker alınıp hapse götürülüyor. Bu kadar çok bizi vekaletten mahrum etmek isteyen bir rejime vekilliği altın tepside kendi elimizle sunmak, herhalde zekice bir şey olmaz. Kaldı ki HDP’de vekillik yapmak kelle koltukta yaşamaktır. Biz zaten milletin sinesindeyiz. Oraya gidememiş olanlar oraya gitmek için ellerinden geleni yapsınlar. Biz onların yollarını kolaylaştıralım. Bizi de davet ediyorlarsa, davetlerini tartışırız. Ama bize devletin istediği şeyi yaptırmak için bu kadar dil dökmelerine gerek yok.
Türkiye, kuruluşundan bu yana parlamenter sistemle yönetiliyor. Buna birçok kesim katılmazsa da en azından yasalar böyle diyor. Bugün ise Türkiye’ye has Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’yle yönetiliyor. Parlamentonun tüm yetkileri, yürütmenin yetkilileri bir kişi de toplanmış. Bugünkü rejime bakılırsa, Türkiye nereye gidiyor?
Türkiye apaçık faşizme doğru gidiyor ve götürülmek isteniyor. Fakat faşizm ile şiddet ya da devlet baskısı arasında özdeşlikten söz edemeyiz. Özel tipte bir baskı, faşizm. Bu kendisine boyun eğdirilmiş, yenilmiş olan halkın, kendisini yenenin değerlerini benimseyerek, onun istediği kalıba girmesi. Yani klasik modellerinde, İtalya’da Almanya’da olduğu gibi… Faşist öğretinin ve faşist çağrıların faşizmin kılıcı altında teslim alınmış olan işçi sınıfı, köylüler, muhalefet güçleri tarafından benimsenmesi böylelikle faşist iktidarın kitleselleşmesi ve milletin kendisi haline geldiğini iddia edebileceği bir güce kavuşması demektir. Türkiye’de aşağı yukarı 2015’ten beri bunun kavgası veriliyor. Ama şunu da görüyoruz; halkın direnişi, bilgeliği ve zekâsı sayesinde bu diz çöktürme operasyonu başarılı olamadı. Kürtler teslim olmadı, kitleler teslim olmadı, kadınlar teslim olmadı, büyükşehirler teslim olmadı, muhalefet genel olarak teslim olmadı. Halk bir adım geriye çekilerek profesyonel bir boksör gibi kendini şiddetli darbeden sakındı ve rakip boksör kendi attığı yumruğun hızıyla savruldu. Faşist diktatörlük yürüyüşü içeride bu dirençle karşılaştı ve başarısız kaldı. Uluslararası alanda da -her ne kadar ABD ve Avrupa’nın aktüel çıkarları için onun ömrünü uzatan tavizleri olsa da- uluslararası kredisi artık kalmadı.
Verilen bu mücadeleler sizce yeterli mi?
Bu koşullar altında, önümüzdeki dönem ya halk silkinip bu rejime son vermek üzere tüm güçlerini toplayacak ya da rejim bir yerden bulacağı enerjiyle yeni bir adım atacak. Şöyle ya da böyle önümüzdeki bir iki yıl içerisinde bu faşist diktatörlüğe gidişin önü kesilebilir. Bu konuda çabalamalıyız. Eğer faşizmi durdurmazsanız durmaz. Diktatörlüğü yıkmazsanız yıkılmaz. Onlar da son ana kadar bunu yaşatmak için çabalayacaklardır. Çünkü diktatörlük partileri öteki partiler gibi değildir. Onlar bir seçim kaybedince muhalefete geçip geleceğe bakmazlar. Onlar seçimi kaybettiklerinde her şeyi kaybetmiş olacakları için bir seçimi yaptırmamayı bile düşünebilirler. O yüzden Türkiye’yi adil ve demokratik bir seçime taşımak ve orada rejimi yenmek sorumluluğu doğrudan doğruya muhalefetindir. Gelecek, bu bir iki yıl içinde muhalefetin başarısına bağlı olarak şekillenecektir. Değilse, rejim faşizm yolunda yürüyüşünü sürdürme iradesine sahiptir.
2015 yılından bu yana iktidarın baskıları artarken, muhalefetin hala aynı yöntemlerle ve aynı söylemlerle çoğu zaman iktidarın arkasında sıralandığı eleştirileri yapılıyor. Bunu neye bağlıyorsunuz ve bu tutum neye yol açıyor?
Bu tutum muhalefetin derinlik kazanmasını önlüyor. Muhalefet derinlik ve tümleşiklik kazanamıyor. Öte yandan bu muhalefetin içerisindeki kimi unsurlara ‘Aslında iktidardakilerden daha çok milliyetçilik yaparsam ödüllendirilebilirim’ hevesi veriyor. Dolayısıyla iktidarın bütün argümanlarının yeniden üretilmesine yol açıyor. Demin konuştuğumuz gibi, bu esasen bu memleketin çoğul toplumsal doğasına müracaat etmek ve oradan kuvvet devşirmek yerine nüfusun dar bir bölümüne ve devlet geleneğine yaslanarak muhalefet etme anlayışının ürünü. Böyle olduğu için de sonuçta toplum bir türlü örgütlenemiyor. Oysa hakiki bir muhalefet hareketi, toplumu örgütlemeyi seçer ve toplumu örgütlemeye giriştiği zaman da aslında burada ne kadar büyük bir çokluk olduğunu ve ne kadar büyük bir talep çeşitliliği olduğunu görür, bu tür tekçiliklerden siyasi sebeplerle de uzak dururdu. Bu dolayısıyla öte yandan muhalefetin toplumsal mücadelelerden uzaklığının da bir görüntüsü. Fakat halk o kadar darda, o kadar bunalmış durumda ki kendisini iktidardan ayırdığı takdirde, böyle bir muhalefeti bile ödüllendirmeyi düşünebiliyor.
Çünkü çok büyük bir açmazla karşı karşıya. Fakat bu, halkın zihnine de öte yandan ‘Peki gelecekler de ne olacak?” sorusunu çengel gibi asıyor. Bakın bugün Türkiye’nin ikinci büyük partisi kararsızlar partisi olmuş durumda. Sıralama Cumhur İttifakı, CHP diye gitmiyor. Cumhur İttifakı, kararsızlar, CHP, HDP diye gidiyor. Muhalefetin düşünmesi gereken şey budur. Tüm bunlara baktığımız zaman muhalefetin yaklaşımı devletin meselelerini değil, toplumun meselelerini gündeme getirmek olmalı. Bunun gerçekleşebileceği heyecanını ve cesaretini ortaya koyması lazım. Halk bu tür şeyleri ödüllendiriyor. Hatırlayın Kemal Kılıçdaroğlu “Adalet yürüyüşü yapacağım” dediğinde bu halkta karşılık buldu. İnsanlar ‘evet’ dediler. ‘Yürüsün görelim biz de değerlendirelim’ dediler. Fakat örneğin seçim hırsızlıkları, anayasa oylamasındaki tertip ve düzenler, 2017 Anayasa oylamasında, 2018 yılındaki Cumhurbaşkanlığı seçimindeki düzensizlikler… Tüm bunlar karşısında muhalefet maalesef meydan okuyan bir tavra girmedi. Bu durumlar da halkta kararsızlık yaratan şeyler.
Son dönemlerde sıklıkla “Demokrasi ittifakı” vurgusu yapılıyor. Bunun bir seçim ittifakı olmadığı, köklü alternatif bir ittifak fikri dile getiriliyor. Demokrasi ittifakına neden ihtiyaç duyuluyor?
Aslında başından beri söylediğimiz şeyin nihai ifadesi bu. Şu an Türkiye’de teşekkül edilen toplumsal bilinç, toplumsal ve politik şuur şu: Bu rejim iktidardan indirilemedikçe, Türkiye’nin önü açılmayacak ve sorunlarımız da çözülmeyecektir. Bu konuda bir kanaat hasıl olmuştur toplumda. Demokrasi ittifakı, böyle düşünenlerin harekete geçmesi ve birlikte hareket etmesinin genel çerçevesidir. O nedenle bunun evet bir siyasi cephesi, rejimi ve rejim partilerini yenilgiye uğratma cephesi vardır ama bu o kadar köklü bir meseledir ki sadece seçim sandığında hallolmayacak büyük toplumsal ihtiyaçların bir siyasi dönüşümden sonra ortaya çıkabilecek yeni dönemde çözüleceğine dair umutları örgütlemesi gerekir. Bu umutları olmasa, insanlar hareket edemezler. Yani sadece olumsuz şeylerle, ‘o olmasın’ diyerek olmaz. Ne olmasın ve ne olsun? Demokrasi ittifakı bunun cevabını içermelidir. O nedenle Demokrasi ittifakı, ‘Tayyip Erdoğan rejimi olmasın, özgürlükçü bir demokrasi olsun’ diyen bütün eğilimleri bir arada hareket ettirmeye ve toplumu harekete geçirmeye yöneliktir. Bu olmadıktan sonra herhangi bir seçim ittifakı zaten gülünç olur. Netice alamayacaktır. Çünkü toplumsal bir hamle olmadan kazanılamayacak bir büyük meseleyle karşı karşıyayız.
İkinci konu şudur; seçimlerin nasıl olacağı bilinmiyor. Hangi tarihte olacağı, mevcut yasalarla olup olmayacağı ve partilerin başına ne geleceği bilinmiyor. Çünkü rejim CHP’yi de kapatmayı istiyor. Bütün bu çatışmalar nasıl neticelenecek? Dolayısıyla bunları görmeden partiler arası ilişkileri merkeze alarak bir siyaset inşa etmek ne mümkün ne de akıllıca olur. Üçüncüsü bu manada parlamento ve Cumhurbaşkanlığı seçimleri için kurulabilecek olan ittifakın ne şekilde teşekkül edeceği, kimlerin nasıl roller alabileceği ancak bütün bunlardan sonra görülecek olan şey. Bir fikrimiz var da söylemiyor değiliz. Ortada veriler yok. Ama faşizmle her gün yüzleştiğimize göre, İstanbul Sözleşmesi kaldırıldığına göre, mesela buna nasıl cevap vereceğiz. Ancak kadınlardan başlayan bir toplumsal ittifakla buna cevap vereceğiz. Kanal İstanbul’u nasıl durduracağız? Ancak İstanbul’da yaşayanlardan başlayarak bütün Türkiye bu çılgınca ve yıkıcı hamleye birlikte karşılık verdiği takdirde, büyük çoğunluğunun iradesini hiçe saydığı için buna bir demokratik ittifakla yanıt vereceğiz… Böyle devam edebiliriz tüm meseleler hakkında. Nihayetinde seçim güvenliği için ittifak etmemiz lazım. Ben bu konuda sürekli Şenyaşar ailesini örnek veriyorum. Şenyaşarlar’a bakınız ve ‘hayır’ demenin Türkiye’deki bedelini görünüz. ‘Şenyaşarların başına bir daha bunlar gelmeyecek’ diyebilecek geniş bir toplumsal ittifak gerekli. Biz demokrasi ittifakı derken, bunu kastediyoruz. Bu rejimin sonlandırılması ve Türkiye’nin demokratik bir siyasal yapıya kavuşması meselesidir. Bu kapitalizm-sosyalizm meselesinden farklı bir konu. Bu konu memleketi şu parti yönetecek bu parti yönetecekten çok daha farklı. Diktatoryal rejimden çıkmak istiyoruz. Bunun için bir demokrasi ittifakı arıyoruz.
HDP’nin burada rolü ne olacak?
HDP kendisine düşen rollerin hepsini oynamaya talip. Mantıklı bir plan çerçevesinde hiçbir rol düşmeyecekse, hiçbir rol oynamaz. Bütün rolleri oynaması gerekiyorsa da onları oynar. Yeter ki bu Demokrasi İttifakı, toplumun gerçek katılımıyla ortaya çıksın ve roller dağılsın. Tabii ki ben burada varsayımsal bir şey söylüyorum. İyice anlaşılsın diye uca kadar taşıyorum. HDP’yi içermeyen, onun kapasitelerini sonuna kadar değerlendirmeyen bir ‘demokrasi ittifakı’ zaten ne ittifaktır ne de demokratiktir. Ama yine de demek istiyorum ki biz varlığımızı büyük çoğunluğun demokratik geleceği için değerlendirmeye her zaman açığız. Her parti de böyle davranırsa, bence bir problem kalmaz. Fakat ağır gittiğini söylemeliyim. Toplumun aktive olması lazım. Erken bir seçim olacaksa, bir yıl kadar zamanımız var. Erken seçim olmayacaksa, 2 yılımız var. İki yıl bütün bunları yapmak için az bir zaman ve deli gibi çalışmamız lazım.
Yorum yazabilmek için oturum açmalısınız.