MAHMUT TEMİZYÜREK
Gerçekçiliğine kazandırdığı mizah, mizaha kattığı romantik büyü, hakikatli söze duyulan özlemle çoğalıyor, hayal edebilme cesaretinin her an her eylemde yaşanabileceğine inandırıyordu dinleyenleri.
“Ben en fazla 35’ime kadar yaşarım sanıyordum” diyordu, 63 yaşında yaptığı bir konuşmasında Ertuğrul Kürkçü. 30 Mart 1972’de Kızıldere’de, Denizler idam edilmesin diye göklere şahlanan eylemlere imza atan öncü gençler arasındaydı.
Devletin imha makinelerince hunharca parçalanıp tarihe gömülen arkadaşları arasında yaşamaya mahkûm edilen de tek o idi. Bu ülkede sosyalist mücadeleye gönül vermiş sayısız insanın ölüm günüdür 30 Mart ya da 6 Mayıs 1972. Ama doğum günü de aynı zamanda.
Birçok insan tanıyorum, 6 Mayıs günü, “onlar öldüyse ben varım” diyerek başladı yeni bir yaşama. Bundan daha fazlasına tanık olduk. Ölenlerin ukdeleri toprağın altında kalmadı hiçbir gün. Kalmadığı gibi, ülkenin her yanında çığ gibi yankı buldu.
Hepimiz Kızıldere’de akan kanın ürpertisinde uyandık; özgür bir toplumsal gelecek isteyen hiç kimse, devrim zafere ulaşmamışsa olağan bir ömür yaşayamayacak bu ülkede. Kimilerine, ölenlerden arta kalmak, yaşıyor olmak bile”hırsızlık” gibi geldi, gelir de. Kendini sakınan oldu, sakınmayan oldu.
Ertuğrul Kürkçü, o gün bir rastlantıyla ölümden dönmüştü. İdam hükmü onu bekliyordu. Görmediği işkence, hissetmediği acı, kapatılmadığı hücre kalmamıştı. İçerideyken aklı dışarıda, devrimci mücadeledeydi.
Yazdıklarıyla, çevirdikleriyle, içerinin zulmüne karşı direnişlerle geçirdi bu 14 yılı. Çıktığında da ülkenin kocaman bir hapishaneye dönüşmüş olduğunu gördü. Hapisten çıktığı gün “bundan sonraki hayatını” soran gazetecilere yanıtı, “Tarihin yapımına katılmaya devam edeceğim” oldu.
Sözüyle eylemi bir bütün olan her insanın yaptığı gibi, sosyalizmin düşünce ve davranışını, yaşamının kılavuzu yaptı. “Hemen her günü”nün geri kalanı çok azdır ama bu günler de her türden hapishaneden bunaldığı günlerdi. Gene de yılgınlığın kahredici basıncına boyun eğmeyenlerin mizah anlayışını taşıdı dilinde, gönlünde her zaman. Devrimci bir hayatı her koşulda sürdürebilmenin simgesi ve sözcülerinden biri oldu bugüne kadar.
Sözü neydi Kürkçü’nün? Daha yeni bir konuşmasında ifade ettiği gibi, “çocukların aç uyumadığı, kadınların dayak yemediği, emeğin sömürülmediği, insanın horlanmadığı, gençlerin işsizlikten, gelecek kaygısından bunalıp hayata küsmediği, hiç kimsenin seçtiği kimliğinden, inançlarından dolayı baskıya maruz kalmadığı, halkaların eşit ve özgürce yaşadığı bir dünya” özlemi.
Hepsi bu kadar işte; hepsi bir çift söz aslında. Bu sözün içine dünyanın tüm sorunları vardı; kapitalizmin insan ve doğa üzerindeki vahşeti, yabancılaşmanın insanı insanlıktan çıkaran, insan olmanın temel koşulu olan vicdanın kaybolduğu, bilincin köreldiği insan ilişkileri, üretim ve mülkiyet, aile ve adalet, toplum ve devlet; eşitlik ve özgürlük yoksunluğundan çivisi çıkmış dünya, çıldırmış her şey.
Gençliğinde bağlandığı sosyalist dünya özleminin vazgeçilmez hakikat değerini, sosyalizm adına yaşanmış hiçbir yabancılaşma gölgeleyemedi.
35 yaşına kadar kendine biçtiği ömrün geri kalanını, mücadele içinde düştüğü yere kadar sürdürmeye kararlı bu delikanlı, son seçimlerde tarihsel bir görev üstlendi.
Mersin’e ikinci gidiş hamlesiydi. 1970 yılında, öğrenciliği bırakıp işçi olma kararıyla gitmişti ilk kez. Ama gençlik hareketinin çığlaşan sorumluluğunun dayatmasıyla ayrılmak zorunda kaldığı Mersin’e, 40 yıl sonra dönmüştü.Barış, Demokrasi ve Özgürlük Bloku’nun meclis adayı olarak görev seçildiği gündü döndüğü gün.
Kürkçü, Mersin’in çehresini değiştirdi. Onun gençliğinde bildiği Mersin’in ekonomik, toplumsal ve demografik çehresi çoktan değişmişti.
1990’lar sonrasında yurtlarından devlet zulmü yüzünden kaçan Kürtler, çoluk çocuklarıyla yaşama tutunmak için canla başla çalışmışlar, yeni bir kent yaratmışlardı Mersin’de.
Yerel ve genel seçimlerde, oyları çalındığı için varlığı temsil edilemeyen bu yaralı halk, sonunda rakiplerine ağır bir yenilgi tattırarak Akdeniz Belediyesi’ni devralmışlar, büyükşehir belediyesine en güçlü aday olmuşlardı bile.
Akıl almaz provokasyonlar karşısında dimdik duran Kürt halkının yalnızlığı, yoksulluğu ve temsil yoksunluğu egemenlerce bir cezaya dönüştürülmüştü bu kentte. Mersin’i halklar kenti yapan özellikleri, Türkmen, Arap, Hıristiyan, Alevi, Sünni tüm halk ve inanç toplulukları, Kürt halkının “barış” çağrılarını kaygıyla, korkuyla izler duruma getirilmişti.
Halkların kardeşliğinin arasına her fırsatta devlet bölücülüğü girmiş, halkları birbirine düşman etmek için her yola başvurmuşlardı. İşte Kürkçü’nün rolü bu noktada başladı.
Binlerce insanı, sokağında, evinde, dükkânında, kahvesinde ziyaret edip elini sıktı, onları dinledi. “Halkların kardeşliği”nin ne anlama geldiğini anlattı. “Yaklaşıp 10 bin kişinin elini sıktım, yalnızca üçü elini vermedi bana. İkisi itikadından biri faşist zihniyetten” diyecekti daha sonra.
Seçim programı yalındı: “Barış”. Barış özlemi Kürt halkının yakıcı özlemiydi ve öncülüğünü bağrı yanık analar çekmekteydi. Kürkçü onların karşısında da sahiciliğini hiç bozmadı. “Benim ne kökenim Kürt, ne dilim Kürtçe. Ama biliyorum ki barışın dili bütün halklar için aynıdır. Ben sizin özleminizi meclise taşımaktan, sizin diliniz olmaktan gurur duyarım. Barış mücadelesini sizin için değil yalnızca, kendim için de olmazsa olmaz sayıyorum. Bu bir işe yarayacaksa bana oy verin” diyordu.
Vaat etmekten çok dünyayı birlikte değiştirmenin yollarını öneriyordu konuştuğu herkese. Örneğin, Mersin’de eğlence yerlerinde maganda kurşunlarına hedef olan, bu kaygıyı her gece yaşayan, bir arkadaşlarını bu nedenle yitirmiş olan müzisyenlerle yaptığı sohbet toplantısında, müzisyenler kendileri için ne yapabileceğini sorduklarında verdiği yanıt, hiç de tatmin edici değildi; ama sahici, inandırıcı bir yanıttı.
Özetle şunu söyledi: “Ben de sizler gibiyim. Ama birlikte mücadele edersek bu makûs talihimizi yenebiliriz. Sokaklar bizim, emekçiler, halklar bizi bekliyor. Sözümüz varsa söyleyecek kürsü, sesimiz varsa dinletecek insan buluruz, hiç kaygılanmayın” diyordu.Buna benzer sözler dışında hiç kimseye hiçbir vaatte bulunmadı.
Konuşmalarının hiç birinde “barış”tan başka bir söz vermedi kimseye. Barış ise, herkesle birlikte yaşanacak, herkesin emeği olarak gerçekleşecek, halkların rızasıyla kurulacak demokratik bir cumhuriyetin adı olmuştu.
Öğrendiği birkaç Kürtçe sözcüğü söyleyiş biçimi, (Bijî Aşiti, Bijî Azadi, Şewbaş Hevalno vb) kendisinden başka dost bulamayan halkın yüreğine su serpiyordu.
Kürtler, adaylarının “Kürt halkı için savaşmayana sosyalist denmez” sözüne öyle bir inanmışlardı ki, şarkı repertuarlarına “Enternasyonal”i de kattılar, “Çav Bella!”yı danslar eşliğinde söylediler.
O amansız sıcakta Kürkçü’nün yüreğine su serpen, yalnızca Mersin halkının ona gösterdiği yoğun ilgi ve muhabbet değildi. Eski yoldaşlarının, yaşayan devrimcilerin bloka canı gönülden destek vermeleriydi.
68’li, 78”li, yaşlı genç devrimci arkadaşları onu yalnız bırakmamış, geleceği birlikte kuracaklarının kararlılığını bir kez daha göstermişler, çalışmaların destek için kente gelmişlerdi.
Gençlik günlerinin buharı tütüyordu her birinin dilinde, gönlünde. Kürkçü’nün “sözcü”lük yeteneğine inanmaktaydılar.
Neydi Ertuğrul Kürkçü’yü farkı kılan?
Retoriğinde ne vardı da, sözleri ilk kez duyuluyor gibi taze ve sıcak geliyordu kalabalıklara?
Kalıp söz, kalıp davranış olmaksızın konuşuyor davranıyordu. Alışılmış propaganda dilinden uzaktı. Kullandığı her kavramın ardından onu canlandıracak bir gerçeği işaret etmeyi ihmal etmiyordu. Yuvarlak söz, temelsiz ajitasyon dilinden çok uzaktı. Akılcı bir dille konuşuyor ama her cümlesine yüreğinin vuruşunu da kattığını hissettiriyordu.
Gerçekçiliğine kazandırdığı mizah, mizaha kattığı romantik büyü, hakikatli söze duyulan özlemle çoğalıyor, hayal edebilme cesaretinin her an her eylemde yaşanabileceğine inandırıyordu dinleyenleri.
Sosyalizmin insana armağan ettiği dünyayı kuşatan yetkinlikteki devrimci bilinç, sulandırılmadan, vulgerleştirilmeden, güncelliğini ve somut hayatiyetini asla es geçmeden olağan bir sohbet diliyle yansıtılıyor, dinleyenlerde devrimci bir ruh uyandıracak çağrışımlara imkân sağlıyordu.
Onu izleyen bir okurunun sitesine yazdığı şu sözü, hitap ettiği insanların birçoğundan duydum “Elimde olsa da kendi ömrümden ona verebilsem.”
Halk bu seçimlerde yeni devrimci önderler tanıdı, onları bağrına bastı, ömürlerine yeni bir heyecan aşıladı. Geleceği birlikte kuracaklarına inananların, kendilerine güvenenlerin sayısı artık kitlesel düzeye ulaştı.
Ama şu da apaçık bir gerçek: Kürt halkı onu kendi oğulları gibi bağrına basmasaydı, ölümlerden dönmüş bu delikanlı, TBMM’de olamayacaktı. Mersin’in çalışkan devrimci öncüleri onu yoldaş bilmeseydi, gecelerini gündüzlerine katıp yoluna düşmeyeceklerdi. Onu, ölen kardeşlerinin, çocuklarının yoldaşı bildiler, bütün enerjilerini onun seçim çalışmasına verdiler. Sıra Türkiye’nin diğer ezilenlerinde…
(MT/BA)(Yazı Bianet’ten alınmıştır)
Yorum yazabilmek için oturum açmalısınız.