HDP Onursal Başkanı Ertuğrul Kürkçü, Türkiye’nin yeni siyasi durumunu, Öcalan’la diyalogu, CHP’ye yönelik operasyonları ve yeni rejimin kendini tahkim etme çabalarını ANF için değerlendirdi: “Muhalefetin dengeyi tamamen kendi tarafına yıkabileceği en esaslı olasılık, silahlı mücadele yöntemini devreden çıkarma konusunda tarihsel liderliğinden, savunma birliklerine, kadın güçlerine ve ülkelerde ve diasporadaki tüm dinamiklerine istikamet vermiş olan Kürt Özgürlük Hareketi’nin ‘demokratik siyaset ve hukuki boyutun tanınması’ talebini karşılayacağına yönelik bir taahhüdü siyasal programına içermesi olabilir.”

İmamoğlu’nun tutuklanması sıradan bir yargı süreci değil siyasal bir kırılma
ANF’nin Ertuğrul Kürkçü’yle söyleşini, başlık, spot ve arabaşlıklarını yeniden düzenleyerek yayınlıyoruz.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanmasının olası etkilerine yönelik sorusunu Kürkçü, şöyle yanıtladı: “Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanması herhangi bir belediye başkanının tutuklanması değildir. Eğer bir örnekle pekiştirmemiz gerekirse, 2018 seçimleri öncesinde tutuklanıp cezalandırılmasıyla cumhurbaşkanı adaylığı önlenen şimdiki Brezilya Başkanı Lula’nın başına gelenlerle karşılaştırabiliriz. Lula, 2018 seçimlerinde en güçlü adaydı ve anketlerde açık ara öndeydi.Tutuklanmasıyla birlikte seçim yarışından diskalifiye edildi; bu da Erdoğan, Trump, Putin familyasından politik bir figür olan Bolsonaro’nun rakipsiz kalmasını sağladı. Lula cezaevindeyken Bolsonaro, 2018-2023 yılları arasında ‘kötü ünlü’ başkan olarak Brezilya’nın başına geçti. 2021’de Brezilya Yüksek Mahkemesi, Lula’nın yargılandığı mahkemenin yetkisiz olduğunu ve adil yargılanma hakkının ihlal edildiğini saptayarak mahkûmiyetleri bozdu. BM İnsan Hakları Komitesi de 2022’de, Lula’nın siyasi haklarının haksız yere elinden alındığını resmen kabul ve ilan etti.
Lula’yı mahkum eden yargıç Adalet Bakanı olmuştu, Adalet Bakan Yardımcısı İmamoğlu’nun savcısı oldu
Lula’yı mahkum eden yargıç Sérgio Moro, daha sonra Bolsonaro’nun Adalet Bakanı olmuştu. İmamoğlu davasının Başsavcısı Akın Gürlek de bu göreve, onun gibi Adalet Bakan Yardımcılığı’ndan geldi. Gürlek, Ocak 2023’te Bakan Yardımcılığı’na atanmasından önce İstanbul’da çeşitli ağır ceza mahkemelerinde hâkimlik ve mahkeme başkanlığı yapmış ve hepsinde Erdoğan rejimiyle çatışan siyasi şahsiyetler aleyhine verdiği haksız kararlarla öne çıkmıştı.
Mahkeme başkanlığı yaptığı bu türden davalar arasında Selahattin Demirtaş ve Sırrı Süreyya Önder’in Newroz konuşmalarından, CHP İstanbul İl Başkanı Canan Kaftancıoğlu’nun sosyal medya paylaşımlarından, Sözcü yazarları Emin Çölaşan ve Necati Doğru’nun, ‘bilerek ve isteyerek Fettullah Gülenciler’e yardım etmek’ten ve başta Başkan Selçuk Kozağaçlı olmak üzere tahliye edilen ÇHD yöneticilerinin tahliyelerinin geri alınıp, ‘terör örgütü üyeliğinden’ mahkum edildikleri davalar ile CHP milletvekili Enis Berberoğlu hakkında Anayasa Mahkemesi’nin verdiği ‘hak ihlali’ kararının uygulanmamasına karar verdiği dava da vardı.
Gürlek, 2022’de Gezi Davası kapsamında tutuklanan Osman Kavala ve diğer yedi sanığın tutukluluklarına yapılan itirazları reddeden İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi’nin de başkanıydı.
Akın Gürlek’in Brezilya modelinden şimdilik tek eksiği yazışmalar
Brezilya örneğinde daha sonra medyaya düşen mesajlaşmalarda (Vaza Jato skandalı), yargıç Moro’nun savcılarla birlikte Lula ve diğer İşçi Partisi liderlerine kumpas kurduğu ayan beyan ortaya çıkarılmıştı. Akın Gürlek vakasının Brezilya modeliyle özdeşliğini tamamlamak açısından şimdilik tek eksiği, kumpas çevresinde Saray ve mahkemelerle gerçekleştirmiş olduğundan kuşku duyamayacağımız yazışma ve konuşmalar.
Bütün bu nedenlerle Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanması, Erdoğan’ın öyle olmasını çok istediği gibi sıradan bir ‘yolsuzluk’ davası olarak görülemez. İmamoğlu’nun tutuklanması, 19 Mart’ta İstanbul Belediyesi ve CHP’ye yönelik olarak gerçekleştirilen darbe teşebbüsünde -şimdilik- darbenin hedefindekilere verdirilen tek ama en önemli zayiat.
19 Mart darbesi: 15-20 Temmuz’dan sonraki ikinci büyük saldırı, en büyük kırılma
Saray rejiminin mutlak iktidar hedefiyle sürdürdüğü operasyonlar dizisinin sonuncu halkası olan bu darbe, gayri meşru bir iktidar tablosu oluşturan olaylar ve darbeler sürecinde önem sırası bakımından -15-20 Temmuz darbesinden sonra- ikinci büyük saldırı. Sonuçları itibarıyla ise, 15-20 Temmuz darbesinden çok daha büyük bir siyasal kırılmaya yol açtığını söyleyebiliriz. Erdoğan ve AKP, 15-20 Temmuz’da meşruiyetini çoktan yitirmiş Fettullah Gülen Cemaati’ni darbeye iterek siyaseten açığa düşürmüş ve Gülencilerin meşruiyetinin son bulduğu noktada, Türkiye’nin politik müesses nizamının tamamını -CHP dahil- yanına çekerek rakibini mutlak bir yenilgiye uğratmıştı. Bu sayede süreçteki tüm yasa ve hukuk dışılıklar elle tutulur bir kırılmaya yol açmaksızın hesaptan düşürülebilmiş ve temize çekilebilmişti.
15-20 Temmuz’un oluşturduğu yeni kuvvet dengesi üzerinde Erdoğan liderliğinde oluşan AKP-MHP-Ergenekon ittifakının ana muhalefete yönelik 19 Mart darbe teşebbüsü, bambaşka bir güç dengesi ikliminde cereyan etti: İktidar bloku, çaptan düştüğü, iktisadi krizin belirleyici rol oynadığı çoklu kriz koşullarında toplumun rızasını kaybettiği, iktidarı elde tutmak açısından zoru örten bütün dolayımlardan soyunmak zorunda kaldığı bir dönemde, rakibine gayrimeşru bir saldırıya giriştiğinde, 15-20 Temmuz 2016’da yanında bulamadığı tüm nüfusu karşısında buldu.
Gidişat bu aşamada dur(a)maz
İmamoğlu cezaevine atıldığı gün, onun Cumhurbaşkanı adaylığını onaylamak için bilerek ve isteyerek oy kullanan 15-16 milyon insanın varlığı, yeni kuvvet dengesi açısından çok somut bir göstergedir. Rejim, bir adım daha atmanın iç savaşın kapısını ardına kadar açacağını görerek, İmamoğlu’nu esir almakla yetinip geri çekilmekten başka çıkar yol olmadığını idrak etti. Ancak, gidişat burada duramaz.
Muhalefet dengeyi kendi tarafına “demokratik siyaset ve hukuki boyutun tanınması” talebini tanıyarak yıkabilir
Darbeye direnişe ön ayak olanlar, darbecileri karargâhtan çıkarıp yargı önüne koymadıkça ayağa kalkan milyonların taleplerini tatmin edemez. Rejim, mevcut ikili iktidar durumu sürdükçe iç ve dış politikada gerilemeye ve çaptan düşmeye devam edeceğinin farkında olarak bir karşı atakla psikolojik, moral ve politik üstünlüğü geri kazanmaya mecbur olduğu görüşüyle, oyunu konvansiyonel siyaset alanının dışına taşımayı deneyeceği bir çare arayışına girecektir. Gidişat bütün sonuçlara açıktır.
Muhalefetin dengeyi tamamen kendi tarafına yıkabileceği en esaslı olasılık şudur: Silahlı mücadele yöntemini devreden çıkarma konusunda tarihsel liderliğinden, savunma birliklerine, kadın güçlerine ve ülkelerde ve diasporadaki tüm dinamiklerine istikamet vermiş olan Kürt Özgürlük Hareketi’nin ‘demokratik siyaset ve hukuki boyutun tanınması’ talebini karşılayacağına yönelik bir taahhüdü siyasal programına içermek.
Bu tanınma için Anayasa’nın 90. Maddesi kapsamında uluslararası sözleşmeler yeterli zemin sağlıyor
Bunun için muhalefet, bu talepleri Anayasa’nın 90. Maddesi kapsamında Türkiye’nin tümüne taraf olduğu BM Şartı, BM İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, BM Barış Hakkı Bildirgesi (BM Genel Kurulu’nun 19 Aralık 2016 tarihli, 71/189 sayılı kararı), Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı ve AB Kopenhag Kriterleri temelinde karşılayacağını açıkça taahhüt ederek, Kürt sorununun adilane çözümüne temel teşkil edecek bir toplumsal müzakerenin gereği olan, ifade ve örgütlenme özgürlüğü önündeki tüm engelleri kaldıracağını ve bir genel af ilan edeceğini taahhüt etmesi yeterlidir. Muhalefet bu adımıyla, Türkiye’de ‘çözüm ve müzakere’ için kalıcı ve sürekli bir yol inşa etmiş olacak ve Kürtlerin gelecek öngörüleri içindeki yerini alacaktır.”
Rejim Kürtlerin aklı ve ruhuyla kumar oynuyor
Öcalan’la görüşmelerin hemen ardından CHP’ye yönelik kapsamlı operasyonların demokratik siyaset ve toplumsal uzlaşı açısından yarattığı risklere yönelik bir soruyu yanıtlayan Kürkçü, “Bu ölümcül bir risk” dedi. “Rejim, Kürtlerin aklı ve ruhuyla kumar oynuyor. Onlardan Türkiye’nin genelinde, muhalefeti de kendisinin ‘dizayn ettiği’ otoriter-totaliter bir yeni rejime yönelirken, aynı egemenlik altında daha özgür ve müreffeh bir toplumda yaşayabilecekleri inancına bağlanmalarını istiyor.
Bu gelişmeler, Kürtlerin ‘diyalogun’ sahiciliğinden en hafif tabirle, ‘derin bir şüphe’ye kapılmalarına neden olur. Kendilerine yapılanların CHP’ye de yapıldığını gören Kürtlerde, bu gerici gündeme yedeklenmek istendikleri duygusu ister istemez yayılır. Barış adına yapılan fedakarlıkların hiçbir barışçı sonuca ulaşmadığı gibi, tersine halka şiddet uygulayan bir rejimin kazanç hanesine yazılmakta olduğu sezgisi, büyük kitleleri siyasetten uzaklaştırır. Umutsuzluğu ve demokratik siyasete yabancılaşmayı peşi sıra sürükler” dedi.
Kürt siyasal hareketi, Kent Uzlaşısı ve muhalefete operasyon
Ertuğrul Kürkçü, Kürt Siyasal Hareketi ile müzakere sinyallerinin verildiği bir dönemde, özellikle Kürt siyasetinin önerisiyle gündeme gelen ‘Kent Uzlaşısı’ adı altında ana muhalefete yapılan operasyonun gölgesinde, Kürt sorunun çözümü olasılığını şöyle değerlendirdi:
“CHP belediyelerine yönelik yargı taarruzunun dayandırıldığı iddianame şöyle diyor: ‘Kent uzlaşısı formülünün teorisinin terör örgütü yönetimince yapıldığı, demokratik özerklik sisteminde bazı alanlarda uygulanacak bir formül olduğu, doğu illerinde yerel yönetimlerin kazanılarak özerklik sisteminin kurulması, batı illerinde ise Kürt nüfusunu özerklik sistemine benzer bir sistemle yerel yönetimlere dahil edilmesi planlaması çerçevesinde oluşturulduğu ve adına da ‘Kent Uzlaşısı’ denildiği […].’
Özetle, cumhurbaşkanı ve küçük ortağı, PKK liderliğini silah bırakmaya ve örgütü dağıtmaya çağırırken, yani politik ve teknik anlamda ‘terör’ dedikleri şey rejim gözetiminde hukuken ve fiilen ortadan kaldırılırken, aynı devlet İstanbul Cunhuriyet Başsavcılığı üzerinden ‘seyyar celladı’ eliyle Kürtlerin Kuzey Kürdistan’daki yerel yönetimlerde kendi kendilerini yönetmelerini de ‘batı illerinde Kürt nüfusunun özerklik sistemine benzer bir sistemle yerel yönetimlere dahil edilmesi’ni de kriminalizasyona devam ediyor.
“Kent Uzlaşısı” suç oluyorsa, yarın “silah bırakmak” da bir suç kanıtına dönüşebilir
Bu amaçla tasarlandığını söylediği ‘Kent Uzlaşısı’ kapsamında, yerel seçimlerde CHP belediye meclisleri için oy kullanmış olmaları Kürtlerin kendileri için suç olmakla kalmıyor, bu yolla oy aldığı için CHP de ‘terörizm’ faaliyetine dahil olmuş oluyor. Bu iddianame, doğrudan doğruya ‘Tayyip Erdoğan’ın adamı’ olduğuna kuşku olmayan bir başsavcının kaleminden çıkıyor ve İmralı’da deklarasyon hazırlıklarının sürdüğü günlerde Esenler Belediye Başkanı Prof. Ahmet Özer, ardından HDK tutuklamalarıyla yerel yönetim meclislerindeki Kürtler ve sosyalistler ve son tutuklamada Şişli Belediye Başkanı ‘Kent Uzlaşısı’ gereğince faaliyet göstermekten tutuklanıyor. İstanbul Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu da aynı suçlamaların hedefi oluyor. Oy kullanmanızın size suç kanıtı olarak yöneltildiği bir rejimde, gün gelip ‘silah bırakma’nızın, ‘sivil itaatsizlik’ niyetinizin, onun da ‘yeni tip terör’ eylemine yönelişinizin kanıtı sayılmayacağından emin olabilir misiniz?
2028 seçimleri öncesinde “Kürt-Türk ittifakı”nın muhalefet cephesinde tesisine önleyici darbe
Bu saldırı, esasen 2028 seçimleri öncesinde DEM Parti ve CHP arasındaki demokratik bir ittifak olasılığını havaya uçurmak, bu iki kesim arasındaki 2018 ve 2023 yerel seçimlerinde metropollerde halk tabanında oluşmuş çoğul ve çoklu dayanışmayı zehirlemek amacına yönelik. Bu saldırı planı, muhalefetin etnik olarak yarılmasını sağlamak üzere Kürtler ve CHP tabanı arasına birbirilerine dokunduklarında yanacakları önyargısını yerleştirmeyi hedefliyor.
Öyle ki, Kürtler CHP’lilerle dayanıştıklarında ‘çözümü baltalamış’, CHP’liler Kürtlerle dayanıştıklarında, ‘vatanı bölmüş’ sayılacaklarına iman etsin ve Tayyip Erdoğan aradan sıyrılıp herkese ebediyen hükmedebilsin. Kürtler, AKP’ye oy vermeyecekse kimseye de vermesin ve siyasal denklemden düşsünler, varken yok olsunlar.”
Siyasetin toplumu dikine yaran ikilikler değil, enine kesen saflaşmalar halinde tertiplenmesi ihtiyacı: Demokrasi İttifakı ve Üçüncü Yol
İmamoğlu’nun cumhurbaşkanlığı adaylığı çerçevesinde yürütülen tartışmaların Türkiye siyasetine yönelik etkilerini de değerlendiren Kürkçü, şu hususlara dikkat çekti:
“Konuyu İmamoğlu’nun cumhurbaşkanlığına indirgemeye yol açan en önemli etmen, Tayyip Erdoğan’ın rakibinin kim olacağını belirleme hırsı. İmamoğlu’nun kamuoyu ilgisiyle popüler bir aday olarak ortaya çıkması, onu Erdoğan’ın kumpaslarının daimi hedefi haline getirince, muhalefet ister istemez İmamoğlu’nda şahsileşen kumpaslar, tertipler, saldırılar, kukla mahkemeler ve savcılar, diploma iptalleri vb. üzerinden yoğunlaştı.
Ancak kamplaşmanın CHP-AKP ya da İmamoğlu-Erdoğan üzerinden yürümesi, Kürtlerin politik sürece eklemlenmesini güçleştiriyor, kendilerini ‘hayatın olağan akışı’ kapsamında bu gerilimin İmamoğlu/CHP ucuna yerleştirmekte çeşitli çıkmazlarla karşılaşıyorlar. Bu açıdan, CHP’nin ve demokrasi kampının çıkarı da Kürtlerin ihtiyacı da siyasetin, toplumu dikine yaran ikilikler ekseninde değil, demokrasi/diktatörlük, otoriterlik/özgürlük, tekçilik/çoğulculuk gibi toplumu enine kesen saflaşmalar halinde tertiplenmesinde.
Hâlâ en esaslı imkân, bir demokrasi ittifakını vücuda getirmektedir. HDP’nin 2020 Kongresi’nde formüle edilmiş olan ‘Demokrasi İttifakı’ hedefi, esasen Kürtleri toplumsal muhalefette öncü rol oynamaya çağıran formülasyonuyla bugüne taşınabilir:
‘Demokrasi İttifakı, bütün toplumsal muhalefet ve demokrasi güçlerini kapsamakla birlikte, bu güçlerle sınırlanamaz. Bu güçlerle birlikte Türkiye halklarının ortak bir demokrasi programı etrafında birleşmesini, kendi demokratik halk iktidarı seçeneğini inşa sürecini ifade eder.’
‘Demokrasi İttifakı, siyasi iktidarın barışçı bir biçimde el değiştireceği, yurttaşların kendi geleceklerini ve içinde yaşayacakları siyasi ve ekonomik koşulları kendilerinin belirlemelerine imkân veren bir siyasi rejimin tesis edilmesi hedefiyle hareket eden bütün güçlerin, birlikte siyasal mücadele zeminidir.’
‘Demokrasi İttifakı; işçilerin, yoksulların, kadınların, Kürtlerin ve bütün ezilenlerin kendi tarihsel amaçlarına ve çıkarlarına ulaşmak için açık bir yoldan ilerleyebilecekleri bir yeni rejimin de kurucu gücü olmalarını sağlayacaktır. Kürtlerin kurucu ortağı olacakları böyle bir yeni düzende faşizm ve ırkçılık, devletin cephaneliğinden tasfiye edilecek, toplum gerçek ihtiyaçları ve sorunları etrafında tartışma ve örgütlenme özgürlüğüne kavuşacak, büyük çoğunluğun ekonomik ve toplumsal kurtuluşuna doğru açık sınıf mücadelesi yolundan ilerleyecektir.’
‘Bu yeni siyasi rejim biçimi, HDP’nin Üçüncü Yol’unun kapsayıcı, kuşatıcı niteliğini toplumun tamamı için görünür kılacak, kitlelerin siyasal eğitimini gerçekleştirecek, halkı kendi kendisini yönetmeye hazırlayacaktır. HDP’nin Üçüncü Yol önerisi, ancak büyük toplumsal güçler demokrasi yolundan geçip kendi öz çıkarlarının bilincine vardıkça anlam kazanacağı için, HDP hem Demokrasi İttifakı’nın en enerjik bileşeni hem de bütün politik güçler arasında bu ittifaka en çok ihtiyaç duyan biricik sahici demokratik dinamiktir.’
Bu formülasyon, Kürtlerin Özgürlük Hareketi’nin bütün cüssesiyle politik yaşamın merkezine yöneldiği bugün, kurucu bir siyasete tercüme edilmeye 2020’de olabileceğinden çok daha uygun.”
Boykot çağrısının olası siyasal ve ekonomik sonuçları
Boykot eylemini ve çağrılarını da değerlendiren Kürkçü, bunun ekonomik sonuçlarını ve hükümet üzerinde oluşturacağı baskıları ise şöyle değerlendirdi: “Ekonomiyi döndüren çarkların öncelikleri itibariyle sektörlerin genel ekonomi içindeki rollerini okumakta bir gösterge sayılabilecek olan Gayri Safi Yurtiçi Hasıla’daki (GSYH) paylarının büyüklüğü açısından sıralama, en yakın tarihli verilerle şöyle:
İmalat sanayisinin 2022’de cari fiyatlarla GSYH içindeki payı yüzde 22,1’di. İnşaat sektörünün GSYH içindeki payı 2016’da yüzde 8,2 iken, 2020-24 arasında yüzde 5-6 arasındaydı. Enerji sektörünün aynı ölçülerle büyüklüğü yüzde 4-5 arasındaydı. Medya ve reklam sektörünün büyüklüğü genel ekonomi içinde yüzde 0,33 düzeyindeydi. Perakende ticaretin GSYH içindeki payı 2023’te yüzde 13,9, e-ticaretin payı yüzde 6,8’di. Finans sektörünün payı Kasım 2023 itibarıyla yüzde 18,3’tü.
Bu sayılardan yola çıkarsak, birinci olarak boykotun hedef aldığı başlıca sektör olan medya ve reklam endüstrisi, o gün çökmüş olsa memleketin ekonomisi açısından yaprak kıpırdamamış, ama bu sektöre yatırılmış olan sermayenin tamamının batmış olabileceğini söyleyebiliriz. Bu, bir yanıyla hükümetin ‘ekonomiyi batırıyorlar’ yaygarasının tamamen palavradan ibaret olduğunu gösterirken, öte yandan etkili olabildiği nispette boykotun, kimi hedef grupları çökertebileceği anlamına geliyor. Öte yandan, mali açıdan nispi küçüklüğüne karşın bu sektörün iletişimin ana akslarından biri olması dolayısıyla diğer sektörlere de darbeler vurması mümkün ve muhtemel görünüyor.
Böyle bakıldığında, seçilmiş hedeflere yönelik boykotu küçümsemek doğru olmaz; hedeflerinin canını acıtabilir. Nitekim boykotçulara ‘vatan haini’ diyerek kendisini aptalca boykotun hedefi kılan organizasyon şirketi sahibinin sonunda ‘demez olaydım’ diye ağlaması, bu bakımdan en azından bir hedefe tam isabet kaydedildiğini gösteriyor.
Bununla birlikte, ‘boykot’un rejimle mücadele biçimleri spektrumu genelliği içinde özgül bir biçim olduğunu ve ekonomi çarklarının dönüşünde tayin edici sonuçlar yaratma imkanının mevcut kapasitesiyle söz konusu olmayacağını bilmekte yarar var. Söylemeye gerek bile yok; bu spektrum açısından ekonomik ve sosyal sonuçlarıyla belirleyici olma potansiyeli ‘üretimden gelen güç’te, yani genel grevdedir. Genel grev devreye girmeden bir sosyal başkaldırı ikliminden söz etmek erken olur.
Yandaş medya boykotu alternatif medya ve yurttaş haberciliğini güçlendirebilir
Ancak bence seçilmiş hedeflere yönelik boykotlar hem devam edebilir hem de etmelidir. Medya ve reklam sektörünü boykot, öte yandan alternatif medya ve yeni görsel sanatlar alanında üretimi, merkez medyaya ve devlet medyasına paralel ağlar tesisini teşvik, bütün yurttaşların birer bağımsız haberci haline gelmesi, cep telefonu olan herkesin kendi medyasının patronu olmaya heveslenmesi açısından çok elverişli bir zemin sunuyor. Hız kesmeden devamından yanayım. Ancak böyle böyle genel grev iklimine yaklaşabiliriz.”
Erdoğan rejimi ve Türkiye’nin geleceği
Türkiye’nin hem dışarda hem içerde yeni siyasi durumunu ve yaşadığı ekonomik krizle birlikte değerlendiren Kürkçü, şu tespitlerde bulundu: “Erdoğan rejimi ölüyor. Bu rejim, Rusya’da ve Amerika’da da olduğu gibi, toplumların gelecek tasavvurlarına, yeni maddi ve teknolojik temeller üzerinde bir medeniyet talebine yanıt verme kapasitesini tüketmiş, ya da buna Türkiye ve Rusya örneğinde zaten hiç sahip olmamış sosyal sınıfların ve güçlerin siyasi hakimiyetinin kabuğu. Kitleler, bu kabuğun içinden hızla kaçıyor; ama yıkmazsanız yıkılmaz.
Öte yandan bu öylesine gerici bir rejim ki, temel ideolojik dayanağı olması gereken rejim dini bile dindarları kendisinden uzaklaştırıyor; bir ‘ağrı kesici’ dahi olamıyor, onların acılarını dindirmeye, manevi azaplarını yatıştırmaya yetmiyor. Bu koşullar, esasen sosyalistleri yalnızca maddi kurtuluşun değil, manevi kurtuluşun da koşullarını inşaya yönelik tarihsel iddialarını yeni koşullarda örgütlemeye çağırıyor:
‘İnsanla doğa ve insanla insan arasındaki çelişkileri ortadan kaldıran, insanın duyularını insanlaştırıp onları insanın toplumsal ve doğal özüne uygun hale koyan ve onun kalıcı gerçekliği olarak tepeden tırnağa bütün duyularla donanmış zengin insanı doğuran koşullar’ için mücadele -Güncel hedefi ne olursa olsun, ister demokrasi, ister sömürgeciliğin son bulması, ister patriyarkadan kurtuluş, mücadele eninde sonunda bu hedefe yönelmiş olmadıkça çağın çağrısını ve beklentisini içermemiş, ‘şiirini gelecekten almamış’ olacaktır. Öcalan’ın, AKP ile bir anlık ferahlama için müzakere ederken bile ‘sosyalizm’ hedefine işaret ediyor olmasından ibret almak gerekir.”
Bir demokratik devrimin saati gelip çattı
Öcalan’ın yeni siyasal önermesi ve buna yönelik demokratik ve hukuki zemin oluşturulması için hükümetin ortaya koyduğu pratiğini de değerlendiren Kürkçü, “Anlaşılıyor ki, devlet ve iktidar bir kez daha ‘demokratik ve hukuki zemin’ ile imtihandan geçemiyor ve geçemeyecek. İş başa düşüyor. Her topluluk, her inisiyatif, her camia ‘demokratik ve hukuki zemini’ olduğu yerde kurmaya başlayacak, bunlar birbirleriyle eklemlenip memleketi kuşatıncaya kadar. Bir demokratik devrimin saati gelip çattı” diye konuştu.
__________________________________________
ANF, 10 Nisan 2025
Yorum yazabilmek için oturum açmalısınız.