Şimdiye kadar hem Türkiye’nin bir pazar ve askeri partner olarak büyüklüğü hem de ortaklığa sağladığı ekonomik ve stratejik katkıdan ötürü Tayyip Erdoğan, alternatif bulunana kadar idare ediliyordu. Dünyada da Tayyip Erdoğan’ın seçeneğinin mevcut olduğu fikri artık güç kazanıyor.
HDP Onursal Başkanı, AKPM Onursal üyesi, İE Danışma Kurulu üyesi Ertuğrul Kürkçü, hem içerideki hem dışarıdaki son yaşananları ANF’den Roni Aram ile değerlendirdi.
Erdoğan’ın elçilerle krizi, art arda gelen açıklamalar, MB kararı sonrası TL’nin değer kaybı… Ortada dolaşan en keskin yorum ‘Erdoğan ne yaptığını bilmiyor.’ Sizinle daha önce yaptığımız bir söyleşide Erdoğan’ın hamlelerinin ‘öngörülmez’ olduğunu ifade etmiştiniz. Peki, son yaşananlara baktığımızda hangisi geçerli?
Tayyip Erdoğan’ın elçiler krizinde “maksadı” aşan, en azından bu iktidarın yürüttüğü politikayı da darbeleyen bir hamle yaptığı ortada. Bunun bir mantık çerçevesinde yapıldığı çok kolay söylenemez. Bu kriz, özellikle Amerika Birleşik Devletleri’nin açtığı diplomatik kredilerle halledilebildi yoksa çok daha çapraşık sonuçları olabilirdi.
Bu her zaman bu şekilde olmuyor; Tayyip Erdoğan’ın fevri çıkışları, manevra alanının geniş olduğu dönemlerde daha rahat telafi edilebiliyordu. Zaten Tayyip Erdoğan’ın siyasette her zaman akılla hareket etmediği söylenebilir ama bir şekilde eğrisi doğrusuna denk geliyordu. Ama bu genel politikaya hakim olan zikzaklar, ne yaptığını bilmemekten çok çatışan, çelişen eğilimler arasında kendine yol bulmakla ilgili.
Nedir bu çatışan ve çelişen unsurlar?
Örneğin bir yandan iç piyasa için üretim yapan küçük ve orta ölçekli sermayeyi gözeten politikalar takip ederken, diğer yandan uluslararası ihracat piyasasına hitap eden, mali piyasalar ile iç içe çalışan finans-kapital gruplarının da çıkarlarını gözetmek gibi. Bu her zaman kabil olmaz; ya birini ya da diğerini tercih edeceksiniz. Dolayısıyla faizin indirilmesi, kaldırılması ya da faizi düzenleyici olarak gören politikalardan yana bir Merkez Bankası başkanı olması veya faiz-enflasyon ilişkisi hakkında Tayyip Erdoğan’ın fantezilerini paylaşan kişilerin onların yerine gelmesi, daima bu çapraşık çıkarlar arasında yol bulmayla alakalı. Bugün de bakıyoruz ki, faizin düşürülüp dövizin değer kazanmasını alkışlayanlar ile bunu kınayanlar arasındaki karşıtlık daha çok ihracat ile ayakta duran kesimler ve ithal girdiler ile çalışan sektörler arasındaki çıkar çatışmasından ileri geliyor. İktisatçı değilim ama bu yönlü yorumlara katılıyorum.
Toplama baktığımızda hem TÜSİAD’ı, hem MÜSİAD’ı, hem Koçları, Sabancıları hem Anadolu’daki KOBİ’leri, hem beşli çeteyi, hem reel sektörü birlikte idare etmek, sürekli zikzak çizmekle mümkün. Bu Tayyip Erdoğan’ın kendi dengesizlikleri ve cehaleti ile de birleşince ortaya tamamen saçma bir tablo çıkarıyor. Elbette her rejimin bir varlık rasyoneli var, bir şekilde bu çatışmayı dengelemenin yolu bulunuyor. Ama tüm bu tablonun tutarsız olduğu çok açık.
Erdoğan bahsettiğiniz bu tarz zikzakları uluslararası politikasında da kullanıyor. Şu an yeniden yeni bir Suriye operasyonu gündemde ve tezkere meclisten geçti. Orada da birçok ülkenin pozisyonu değişti bu 10 yıl içerisinde. Sizce Erdoğan Suriye’de yeni döneme mi geçmeye çalışıyor yoksa bir süredir oradaki çelişkilerden dolayı kaybettiği pozisyonlarını en azından geri mi almaya çalışıyor? Ne düşünüyorsunuz?
Tayyip Erdoğan’ın irrasyonel gibi görünen birçok hamlesi aslında sonuçta ona göreli olarak kazanım sağlayabileceği özel bir hareket alanının mevcut olduğuna dair bir bilgi veriyor. Daha somut olarak, Tayyip Erdoğan önceki Türkiye hükümetlerinin hiçbirinin yapmadığı işleri yapmaya kalkıyor, bunların çoğu da bir plana programa dayanmıyor ama bulduğu bazı boşluklardan kendisine yeni alanlar da açabildi şimdiye kadar. Tayyip Erdoğan’ın “öngörülmezliği” kısmen bundan kaynaklanıyor. Libya bunun en açık göründüğü örneklerden biridir. Batı’dan Kaddafi’ye saldırı başladığında Tayyip Erdoğan’ın ilk reaksiyonu ‘bizim Libya’da ne işimiz var’ demek olmuştu. Bu lafı ettikten 4 gün sonra Kaddafi’nin devrilmesine ortak oldu, bir süre sonra da yeni Libya rejiminin en yakın müttefikiydi. Daha sonra Trablus’ta Akdeniz’in dengesini değiştirecek bir güç merkezi aramaya başladı, Libya İç Savaşı’na taraf oldu: Bu gerilimin üzerine de Mavi Vatan projesi yerleştirildi. Bunlar biraz da Erdoğan’ın olayların içine girerek, inisiyatif kazanmaya yönelik, uluslararası hukuku genellikle gözetmeyen tarzıyla alakalı. Ancak bunun gerisindeki itici güç, Türkiye sermayesinin kendi hinterlandının da ötesinde daha derin pazarlar ve sermaye ihraç zeminleri kazanma arzusu. Erdoğan nerede fırsat sezerse oraya yöneliyor. Bunun da bedeli yüksek. Yeni düşmanlar, yeni masraflar demek. Erdoğan’ın “ahbap çavuş” kapitalizmi böyle yürüyor.
Bunu biraz açarsak… Tam olarak nasıl?
Bir kez daha Türkiye kapitalizminin en değerli ihraç metasının ‘ordusu’ olduğu gözlemi doğrulanıyor. Erdoğan devleti, Katar’a, Somali’ye askeri üsler, Sudan’la askeri işbirliği, Lübnan’a barış gücü, Kosova ve Arnavutluk’a güvenlik desteği, Azerbaycan’a savaş doktrini, Ukrayna’ya İHA, SİHA tedariki derken Sarayın çevresindeki askeri-sınai odağa buralarda piyasa yaratılıyor. Bir kere ülkelere demir atıldıktan sonra, işbirlikçi hükümetlerle al gülüm ver gülüm ilişkisi başlıyor. Böyle baktığımızda bazen sahici sebeplerle, bu piyasadaki güç çatışması dolayısıyla da, bazen de öngörülmeyen, bir plana bağlanmayan davranışlarla kendisini çatışmanın ortasında buluyor.
Suriye’deki tablo, özellikle Kürt kazanımlarına yaklaşım açısından ise, salt Erdoğan’ın keyfine bağlı olmayan, TSK’nin Erdoğan’a adım adım kabul ettirdiği daha geniş bir mutabakata dayanan bir yaklaşımdan söz edebiliriz. Tayyip Erdoğan’ın Suriye politikası Kürtlerin varoluşsal bir tehdit olarak görüldüğü, asimilasyoncu bir devlet politikası çerçevesinde devam ediyor. Bu yüzden TSK’nin Tayyip Erdoğan’ın Suriye politikalarına esastan bir itiraz ortaya koyduğunu göremezsiniz. Suriye’de, Rojava’da, Türkiye-Suriye sınırının güneyindeki Kürt varlığının tehdit olarak algılanması, sınırın Kürtsüzleştirilmesi gereği, aşılmaz sınırlar inşası, egemenliğin bütün ortaklarınca paylaşılan bir siyaset.
Ancak Tayyip Erdoğan burada ideolojik olarak bir adım öne çıkıyor: DAİŞ, el Nusra ve diğer cihatçı yapılarla merkezinde kendisinin ve siyasal İslam’ın yer aldığı özel bir ilişki kuruyor, ittifak yapıyor. İşte tam bu noktada statüko ile çelişiyor. Buradaki en önemli açmaz, Türkiye siyasetinde ilk kez, Tayyip Erdoğan döneminde dış askeri operasyonların, içeride iktidar adına rıza üretiminin başlıca aracı haline gelmiş olması. Geçmiş hükümetlerin, özellikle Soğuk Savaş dönemi hükümetlerinin elinde hem bu kadar askeri güç birikmediği hem de bu kadar geniş bölgesel hareket kabiliyeti sunan bir konjonktür mevcut olmadığı için genellikle hükümetler ve genelkurmay başkanları bu tür maceralardan kaçınırlardı.
Tayyip Erdoğan döneminde hayatın da sıkıştırması ile de bu tarz hamleler yapılıyor. Özellikle İdlib’deki bizzat Erdoğan tarafından Suriye’de rejim değişikliği için ayaklandırılmış ve ABD işbirliğiyle eğit-donat programları altında silahlandırılmış müttefiklerinin, Şam ve Moskova ile bir ölüm kalım savaşına girecek olması Tayyip Erdoğan’ı bir macerayı göze almaya sevk ediyor. CHP’nin tezkereye hayır demesini, bu operasyonun Til Rıfat’a yönelecek bir işgal harekatına dönüşmesinin yarattığı risklere itiraz olarak okuyabiliriz. Suriye ve Rusya’nın El Nusra’yı İdlib’den çıkartmasına Erdoğan’ın Tel Rıfat’ın işgaliyle bir güvenli cep oluşturarak yanıt verme hesapları biliniyor. Bu planın askeri bir akıldan yoksun olduğuna yönelik itirazlar ayyuka çıktı. Özellikle Erdoğan’ın askeri bir rasyoneli olmayan can kayıplarını da seçim yatırımı olarak istismara yeltenme ihtimali statükoyu çatlattı besbelli.
Erdoğan’ın bu hesapları konjonktüre de uymuyor ve burada tamamen irrasyonel ve kendi çıkarlarını merkeze alarak hareket ediyor. Devlet geleneğinde ise ortak çıkarları temsil etmek daha makuldür her zaman. Tayyip Erdoğan ise merkezinde yer aldığı askeri sınai kompleksin ihtiyaçlarını, diğer partilerle ortaklaştıramayacağı kadar ayrı tuttu ve kendine yonttu. Parlamentodaki tartışmaları izlediğimizde Milliyetçi Hareket Partisi’nin hamasi savunmaları dışında diğer tüm milliyetçi partilerde bu kaygıların öne çıktığını gördük. Bu saldırının ABD ve Rusya işbirliğinde gerçekleşme ihtimalinin de uzak olduğu göz önüne alınırsa, bu kez Suriye’ye sefer etmenin intiharvari bir girişim olarak okunduğunu söyleyebiliriz.
Erdoğan’ın bu tür operasyonlarda ortak bir rıza üretime çabasından bahsettiniz. CHP daha önce bu rızaya ortak olurken 7 yıl sonra ilk kez buna hayır dedi. Siz de bahsettiniz fakat CHP’nin bu hamilesi iç siyasette dengeleri değiştirebilecek bir güçte mi yoksa söylediğiniz o ‘çelişkiler’ üzerinden yapılmış bir şey mi?
Bence CHP de, İYİ Parti de kendi iktidar olma hedefleri çerçevesinde rasyonel bir adım attılar. CHP, Tayyip Erdoğan’ın hedefi olmayı göze aldı. Bunun, getirisi ve götürüsü hesaplandı. İktidarın tepesi dışında bu Suriye’ye operasyon fikrini iç piyasada kimse satın almadı. Ayrıca çökmekte olan rejim söylemi de daha ayan beyan oldu. Hükümet şimdi memurları teskin etmeye çalışıyor, ‘korkmayın size bir şey yapamazlar’ diye. Bir yıl önce böyle bir tablo düşünülemezdi bile. Bu anlamda hem genel siyasi üstünlük hem de hamle üstünlüğü muhalefetin eline geçti. Bunun dışında yeni bir göç dalgası ihtimali tüm toplumu tedirgin ettiği için, Tayyip Erdoğan ayrıca bu ihtimal dolayısıyla da avantaja en çok ihtiyaç duyduğu zamanda en dezavantajlı konuma düştü. O yüzden bütün hamleleri nesnel koşulların duvarına çarpıyor. Oradan oraya savruluyor.
Buradan biraz daha uzak bir bölgeye geçerek, yine Erdoğan’ın başka bir hamlesi hakkında sorumuz olacak. Bu kadar sıkışmış ama bir yandan da fazlasıyla dünyanın birçok noktasına meydan okuyan bir Erdoğan var aynı zamanda. Evet, ülkeler uluslararası ilişkilerini sahalara göre şekillendiriyor, fakat bunlar birbirini etkileyen süreçler. Erdoğan’ı dışarıda ilgilendiren önemli bir gelişme daha var; o da Halkbank davası. ABD’deki İstinaf, Halkbank’ın başvurusunu reddetti ve yargılama devam edecek. Tüm bu konuştuğumuz çerçevede Halkbank davası önümüzdeki süreçte Erdoğan için nasıl bir tablo ortaya koyacak?
Tayyip Erdoğan’ın izlediği siyaset kendi temsil ettiği güçlere kısmen alan ve olanak kazandırıyor; ama bu o kadar kısa vadeli hesaplarla yapılıyor ki, bu kazanımların uzun süreli tahkimi için çok lazım gelen uluslararası kazanımlar kısa vadeli başarılara feda edilmiş oluyor. ABD ve AB ile çatışıyorsanız ekonomik hacim olarak bunlara denk düşen bir alternatifinizin olması gerekiyor. Çin ya da Rusya bu kaybınızı karşılamaya olanak vermez. Haliyle her gün hem ABD ve AB’ye sövülüp hem de oradan gelecek üç kuruş bekleniyor. Hem İran ya da Venezuela ile arkadan iş çevirip hem de uluslararası toplumun kurallarına uymuş görünmek için hileye başvurmak zorunda kalıyorlar. Bu da olağan bir devletin ve olağan bir devlet görevlisinin kaldırabileceği bir yük değil, er ya da geç yakalanırsınız. Şimdiye kadar hem Türkiye’nin bir pazar ve askeri partner olarak büyüklüğü hem de ortaklığa sağladığı ekonomik ve stratejik katkıdan ötürü Tayyip Erdoğan, alternatif bulunana kadar idare ediliyordu. Dünyada da Tayyip Erdoğan’ın seçeneğinin mevcut olduğu fikri artık güç kazanıyor. Açıkçası, kuralları ihlal ettiği her yerde ve her alanda Tayyip Erdoğan’a açılacak dava sayısında artış bekliyorum.
Yorum yazabilmek için oturum açmalısınız.