Toplum parlamentoya sığmaz. Üçüncü kutup, eğer toplumsal ölçekte, bir toplumsal kuvvet merkezi olarak oluşmamışsa, onun üzerine bir seçim ittifakı da kurulamaz. Halkın dediği gibidir: “Ne ekerseniz, onu biçersiniz.”
İnsanın sonunda anlaşıldığını, düşüncelerinin paylaşıldığını, hatta bunların kendisinden de kuvvetlice sahiplenildiğini görmesi, hissetmesi güzel bir duygu. Ülkenin mevcut ve gelecekteki siyasal topoğrafyası çizilirken medyada ve sosyal medyada, “üçüncü” sıfatıyla tamlanan kümelerden geçilmez olunca sonunda benim de anlaşıldığım duygusuna kapılıyorum ister istemez. Bakıyorum, tam on yedi yıl geçmesi gerekmiş, “üçüncü kutup” tezimin yarım ağızla da olsa genel kabul görmesi için. Boşuna dememişler “sabırla koruk helva olurmuş” diye.
Ocak 2004’te, yerel seçimler öncesinde yayıncılarından olduğum “Siyasi Gazete”de yazmışım ilk kez “Üçüncü Bir Kutup Gerek” başlığıyla. Şöyle demişim : “Türkiye’nin klasik ve kurulu sol/sağ denklemi de çöküyor. Otoriter sağ ile kaynaşan ‘sosyal demokrasi’ ve büyük sermaye ile eklemlenen siyasi İslam arasındaki karşıtlaşmanın demokratik ve halkçı bir dinamik yaratmasının olanaksızlığı nesnel olarak kendini gösteriyor. Emekten ve özgürlükten yana bir ‘üçüncü kutup’ ihtiyacı kendisini bütün gücüyle toplumun ezilen, sömürülen, dışlanan, susturulan kesimlerine dayatıyor.”
Sonra Ağustos 2007’de Birgün Gazetesiyle söyleşide gene aynı konuya dönmüşüm: “2002 seçimlerinden bu yana siyasi İslam ile laiklik gerilimi üzerinden yürütülen politika Türkiye siyasetini tıkadı. Ben bu noktada hep bir üçüncü kutup oluşturulabileceğini düşündüm. Bu üçüncü kutup hem neo-liberalizmin ve kapitalizmin ezilenlerini bir araya getirilebilir, hem de bu sosyal taleplere ilişkin bir politik program yüklenebilir.”
2008’de “Sol”, Ergenekon kovuşturmaları bağlamında saflaşmaya çağrıldığında “Üçüncü bir kutba olan ihtiyaç”a dikkat çekmişim: “Sırf var olan askeri vesayet rejimini sürdürebilmek adına bütün bu ‘Ergenekon’ faciasını milletin başına musallat eden asıl failleri, yani son 10 yıl boyunca, ellerindeki gücü kötüye kullanarak, görevlerini savsaklayarak binlerce insanın hayatının sönmesine, sonsuz büyüklükte maddi ve manevi kaynak ve enerjinin israf edilmesine yol açan bütün askeri ve politik kudret sahiplerini yargıç önüne dikmek için, ‘üçüncü kutba ihtiyaç var’” demişim.
15 Mayıs 2012’de HDK Birinci olağan Kongresi’nde İMC TV’ye, HDP’nin kuruluş hedeflerinden söz ederken “üçüncü kutup partisi kuruyoruz” demişim. Bu 1.,2.,3. kutup meselesinin bir sıralamadan ibaret olmadığına dikkat çekerek “hakim, birbiriyle çatışan ve Türkiye emekçilerini ve demokratik hareketini yanlış bir eksende bölen kutuplaşmaya karşı onu aşan bir yeni odak oluşturma iddiasında olacağı[mızı]” söylemişim. “Bu,[…] halkın kendi iktidarı mücadelesinin [ifadesi olan] bir koalisyonu temsil edecek […]Siyasette kendi yerini açan ve başkalarının bıraktığı boşluklara değil kendi yarattığı yere yerleşen bir hareket olacak […]”
Örnekler çok, ancak zamanla kavram git gide yaygınlaşırken anlamının silikleşmesi olasılığı belirince Ocak 2020’de bir netleştirme ihtiyacı duymuşum. Dikkati bir kez daha tarihsel mücadele hedeflerine ve toplumsal özgürlük dinamiklerine çekmişim: “Üçüncü kutup Türkiye ve Kürdistan ezilenlerinin toplumsal-tarihsel blokudur.” demişim. “Üçüncü kutup bir siyasal kategori olmadığı gibi, başlı başına ‘üçüncü kutup siyaseti’ diye bir siyasal hat da yoktur. Üçüncü kutup Türkiye ve Kürdistan’ın tarihsel ve toplumsal gelişmesinin ve sınıf mücadelelerinin nesnel-maddi gerçekliğinden doğan sınıf mevzilenmesi içinde ezilenlerin durduğu yeri işaret eden bir tarihsel-politik belirlemedir”
Ne var ki, son günlerde çığ gibi kabaran “üçüncü” ile tamlanmış saflaşma çağrılarına daha dikkatle kulak kabartınca, “nihayet anlaşılmış” olduğum duygusunun bir serap gibi aldatıcı olduğu fikrine kapılıyorum ister istemez. Anlıyorum ki, gerçekten “anlaşılmışım” -ama yanlış…
Doğrusu şu: “Üçüncü Kutup” halk iktidarı hedefinin, Türkiye ve Kürdistan’ın iç içe özgül tarihsel şekillenişi sürecinde üzerinde vücut bulmakta olduğu toplumsal-politik gerçekliğin ifadesidir. Bu kavram, siyasi partilerin milletvekili, cumhurbaşkanı ya da yerel yönetim seçimleri için kurdukları veya kuracakları ittifakları gerekçelendirmekte bir işe yaramaz. Bu bir mantık meselesi değil, tarih meselesidir. Toplum parlamentoya sığmaz. Üçüncü kutup, eğer toplumsal ölçekte, bir toplumsal kuvvet merkezi olarak oluşmamışsa, onun üzerine bir seçim ittifakı da kurulamaz. Halkın dediği gibidir: “Ne ekerseniz, onu biçersiniz.”
Öyleyse, usulüne uygun bir seçim kampanyası için bile, rejimin halka saldırısına, faşizmin kurumsallaşmasına karşı bir toplumsal-politik mücadele ittifakına hava kadar, su kadar ihtiyaç duyulan, insanların seçmen olabilmek için dahi hayatlarını ortaya koydukları baskı ve şiddet koşulları altında değilmişizcesine, listeleri başa alan bir seçim ittifakı tartışması, neden bunca tumturaklı edebiyatı gerektirsin? Neden, tartışmamızın merkezine toplumsal bloklar, ezilen halklar, ezilen toplumsal cinsiyetler, ezilen sınıflar, sömürülen, horlanan, dışlanan, ihmal edilen bireyler ve toplulukların parlamentoya da yansıyabilecek bir toplumsal mücadele seferberliğiyle kuracakları bir demokratik halk ittifakının meseleleri değil de, parlamento aritmetiği problemleri yerleşsin.
Madem her şey değişecek, geleceğin “ittifak meseleleri”ni siyaset tarzında bir devrim yaparak çözmeye başlamak için hala vakit var. Ama, cari siyasetin icaplarını yerine getirmekten öteye gidilmeyecekse, kendi sesimizin kırınmış yankısına maruz bırakılmamızın da kimseye bir yararı olmaz. Yanlış bir seçim doğru yapılamaz.
Yorum yazabilmek için oturum açmalısınız.