12 Mart 1971 darbesinden bu yana 50 yıl geçti. 12 Mart döneminin Türkiye’siyle günümüz Türkiye’si arasındaki devamlılıklar, benzerlikler, farklılıklar neler? 50 yılın muhasebesi için, o günlerden bugünlere siyasal mücadelede yer alan Aydın Çubukçu, Melek Ulagay Taylan, Metin Çulhaoğlu ve Ertuğrul Kürkçü’ye bağlanıyoruz. Söz sırası Ertuğrul Kürkçü’de…
12 Mart 1971 darbesinden bu yana tam elli yıl geçti. 12 Mart döneminin Türkiye’siyle günümüz Türkiye’si arasında nasıl bir ilişki, nasıl bir bağ var? Devamlılıklar, benzerlikler, farklılıklar neler? Ama önce hafıza tazeleyelim:
Herkesin bildiği bir “sır”dı, olacağı belliydi, sadece “kim” ve “ne zaman” soruları açıktaydı. 12 Mart darbesi geliyorum diyerek geldi. Sebebini Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç’ın –darbeden aylar öncesindeki demecinde kullandığı ifadelerden dönüştürülen– vecizesi özetliyordu: “Sosyal uyanış ekonomik gelişmeyi aştı.” Silahlı Kuvvetler Süleyman Demirel hükümetine “çekil” dedi, yerine “teknokrat” bir hükümet kurdurdu. Ardından hükümet eliyle, başbakan Nihat Erim’in deyişiyle, “özgürlüklerin üzerine şal örtüldü”, Balyoz Harekâtı başladı. Balyoz önce “sosyal uyanış”ın ön saflarındakilere indirildi, sonra da “topluma bol gelen” 1961 Anayasası’na. Aradan geçen elli yılda bugünün rejimine gelindi. Express dergisi 12 Mart’ın 50. yıldönümünde, sadece o dönemin değil, geride bıraktığımız elli yılın muhasebesi için, o günlerde ve bugünlerde siyasal mücadelede yer alan Aydın Çubukçu, Melek Ulagay Taylan, Metin Çulhaoğlu ve Ertuğrul Kürkçü’yle görüştü. Kürkçü’yle Yücel Göktürk’ün söyleşisini aktarıyoruz.
12 Mart gününden başlayalım. Nerede, nasıl aldınız muhtıra haberini? Beklediğiniz bir müdahale miydi?
Ertuğrul Kürkçü: O gün öğle vakti SBF yurdunda toplanacaktık, toplantıya geldiğim sırada birtakım konuşmalar duydum, muhtıra yayınlandı diye. Muhtıra ne? Niye yayınlandı? Anlamak için o zaman yalnızca Ankara’da deneme yayını yapan TRT TV’den açıklamayı dinledik. Gördük ki, aslında beklenen, ama nasıl olacağını bilmediğimiz şey olmuştu. Çünkü uzun zamandır askeri darbe beklentisi vardı ve bu askeri darbenin soldan bir radikal darbe şeklinde olacağı da gündemdeydi. Bütün bu tartışmalara tanık olarak son iki yılı yaşamıştık. Ama sonuçta, 8-9 Mart’taki girişimden geriye çekilindiğini ve başarıya ulaşmadığını biliyorduk. Devamı hakkında bir öngörümüz yoktu. Dolayısıyla, olan hem bildiğimiz hem bilmediğimiz hem beklediğimiz hem beklemediğimiz bir şeydi. Fakat muhtıranın meselelere yaklaşımı sağcı, gerici, düzen koruyucu askeri darbe eğiliminin baskın olduğunu düşündürüyordu. Öte yandan, muhtıra çeşitli reform taleplerini de içeriyordu ve bu karmaşıklığı o an çözmek kolay değildi. Sonraki birkaç gün içinde durum netleşti. Gerçekleşen melez bir hamleydi. Böyle bir melez hamleyi öngörmüş değildik.
Nasıl bir melezlikti bu? Hangi sonuçları doğurdu?
Bunu hem “muhtıra”nın metnine hem tarihsel arka plan ve sürecine bakarak özetlemek mümkün. Muhtıranın gerekçesini oluşturan birinci maddesi –“Meclis ve hükümet, süregelen tutum, görüş ve icraatlarıyla yurdumuzu anarşi, kardeş kavgası, sosyal ve ekonomik huzursuzluklar içine sokmuş, Atatürk’ün bize hedef verdiği uygarlık seviyesine ulaşmak ümidini kamuoyunda yitirmiş ve anayasanın öngördüğü reformları tahakkuk ettirememiştir”– hem düzen güçlerinin istikrar, kanun ve nizam taleplerini, hem değişim güçlerinin “reform” taleplerini karşılamayı hedefliyordu.
“Anarşi, kardeş, kavgası, sosyal ve ekonomik huzursuzluklar” ifadesiyle 1965-71 arasındaki, sonunda 15-16 Haziran’a varan işçi hareketini, köylü toprak işgalleri, üniversite boykot ve işgalleri ve faşist saldırılara karşı devrimci direnişi bastırma hedefini özetliyordu. Bunlar zaten sermayenin ve sağın çoktandır Süleyman Demirel hükümetinin önüne koyduğu acil talepler listesindeydi.
Ama, “reform” sağın ve sermayenin talebi değildi ve anayasaya, 27 Mayıs’ın radikal kanadının zorlamasıyla giren “toprak reformu”nu kodluyordu. “Toprak reformu”ysa ordu, bürokrasi ve finans-kapital dışında kalan sanayicilerin “modernleşme” tılsımıydı ve CHP’den TİP’e kadar solun değişmez program hedefiydi.
Muhtıra orduyu bir hakem gibi bu çelişen eğilimlerin üzerine çıkartarak meşrulaştırmayı amaçlıyordu. Öte yandan, muhtıra Silahlı Kuvvetler aristokrasisinin düzen ve reform kanatlarının, genç subaylar arasından yükselen “devrimci” kanada karşı uzlaşma senediydi. Üç gün önce, Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur ve Kara Kuvvetleri Komutanı Faruk Gürler devrimci kanadı tasfiye için Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç’a onay vermişler, o da yüksek komuta kademesinin birlik halinde muhtıranın arkasına geçmesini sağlamıştı.
Ancak, tarihteki bütün örneklerinde görüldüğü gibi, “reformculuk” sadece devrimci hareketin gücü kadar güçlü olabilirdi. “Reformcu” generallerin tabanlarını ve toplumdaki devrimci kaynaşmayı tasfiye girişimleri, kendilerinin de kuduran faşist dalga içinde tasfiyesiyle sonuçlanacaktı.
Ufkumuzdaki çizgi sahici ve sağlam olmakla birlikte, bunun icrası sürecinde henüz daha emekleme çağındaydık. Tarihi gerçekliğin kendisi ile onun zihnimizdeki yansısı arasında hep bir mesafe olduğunu, ama tarihin ileri gitmekte olduğunu da elli yıl sonra baktığımda söyleyebilirim.
1970-71’in çalkantılı ortamında, genel başkanı olduğunuz Dev-Genç’in nasıl bir Türkiye tahlili vardı?
1970’lerin dünyasında Türkiye’nin konumunu iki kutuplu dünya tablosunun neresinde durduğuyla açıklamak mümkün. Her ülke için bu böyleydi. Bütün analizler aşağı yukarı bunlarla ilgilidir. Bizim baktığımız yerden Türkiye iki kutuplu dünyada ABD’nin ve genel olarak emperyalist kampın çeperinde, bağımlı, sömürülen ve gizli işgal altındaki bir ülke olarak görünüyordu. Hakikat de bundan pek farklı değildi. Fakat bu hakikatin daha ayrıntılı, daha incelikli bir analizi yoktu elimizde. Bugün, elli yıl sonra geriye dönüp baktığımızda, Türkiye’deki devletin, hükümetin toplumsal, ekonomik ve askeri ilişkilerinin o zaman da bir kuklalar dünyasında cereyan etmediği, göreli özerkliklerin mevcut olduğu, hükümetlere kalan alanda pek çok manevra seçeneği bulunduğu ve bizim yaklaşımımızın bu incelikleri ve bu dar alanda ortaya çıkan manevra seçeneklerini hak ettiği gibi kavramış olmadığı görülüyor.
Çünkü geriye dönüp analiz ettiğimizde, görüyoruz ki, Süleyman Demirel ABD’nin güdümünden en çok özerkleştiği anda devrilmişti, ona en çok yaklaştığı anda değil. Onu devirenler açılan mesafeyi kapatıyordu aslında. Tabii, bu incelik içinde meseleye yaklaştığımızda, kısa, orta, uzun vadede bir devrimci hareketin, partinin uygulayabileceği birçok alternatif politika önerisi olabilecekken, bizim bunu doğru kucaklayacak bir değerlendirme skalamızın o tarihte henüz oluşmadığını söylemek mümkün.
Kastım şudur: Darbeye giden süreçte, darbecilerin ya da darbeyi kovalayan düşünce akımlarının hükümetle ilgili kusur olarak söyledikleri pek çok şeyin, bugün baktığımızda bir kusur olarak görülmeyeceğini söyleyebiliriz.
Tamamen yanlış da değil şimdiki geçerli klişe: “Sosyal uyanış ekonomik gelişmeyi aştı.” Sosyal uyanış, Tağmaç’ın söylediği “hak arama cereyanları”. Tağmaç sosyal uyanıştan değil, sosyal mücadelelerden söz ediyor aslında. Onun anlatımı daha sert bir karşı karşıya gelişi ifade ediyor.
Örneğin, Demirel’in o cenahta en çok eleştirilen sözlerinden biri, “yollar yürümekle aşınmaz” demesiydi. Öğrenci ve işçi isyanlarının karşısında hükümetin tutumunu özetleyen bu söz hem zamanın CHP muhalefeti hem de darbeden fayda umanlar açısından, bu hükümetin niye hükümet olmaması gerektiğine dair en önemli karinelerden biri olarak görülüyordu. Oysa, “bırakın yürüsünler” sözünü örneğin Erdoğan söylese, bugün kusur değil ilerleme sayılabilir, neresinden baksanız.
Ama, o söze duyulan tepkinin içerdiği hassasiyetleri tamamen yabana atarak değerlendirmek de doğru olmaz. Liberal bir zarf içinde sunulan bu yaklaşımın hükümetin toplumsal, kamusal sorumluluğunu hiçe saydığı için tepki gördüğünü anlayabiliriz. Yani “siz istersiniz, ben de vermem”den ibaret bir tutum olarak da görülebilir. Ama en azından, kitlesel protestoların cezayı ya da yasaklanmayı gerektiren bir şey olmadığına dair bir yaklaşım, bugün demokratik standartlar açısından, kusur olarak herhangi bir hükümete karşı ileri sürülemez. Belki o zaman da böyle görmek doğru olabilirdi.
Ya da ABD’nin dünya sistemi içinde bağımlı ve sömürülen bir ülke statüsünde olmak, mutlaka Washington’ın her istediğini yapan bir hükümet olmak anlamına her noktada gelmeyebilir. Örneğin, haşhaş ekimi meselesi. 12 Mart gelir gelmez haşhaş ekimi yasaklandı, çünkü bu ABD’nin talebiydi. Ama seçimle işbaşına gelen hükümet, afyon tarımıyla geçinen ve haşhaştan elde edilen diğer her şeyin sanayisine hammadde sağlayan geniş bir köylü kitlesinin taleplerini ABD’nin taleplerinden önde tutabiliyordu. Bu “kukla”ya göre bir davranış değil.
Ya da SSCB ile ekonomik ilişkiler genel olarak ABD’nin kırmızı çizgisi olmasına rağmen, 1969-71 arasında temelleri atılan İskenderun Demir Çelik, Aliağa Petrol Rafinerisi, Seydişehir Alüminyum Tesisi SSCB ortaklığıyla yapıldı. Bunlar hep problemdi ABD ile ilişkiler açısından. O nedenle, daha kalın hatlarıyla yapılan değerlendirmeleri ıraksamadan, ama daha içeriye doğru bakarak yapılacak değerlendirmelerin daha çok politik seçeneği ima ettiğini bugün söylemek pekâlâ mümkün.
Ama son tahlilde şöyle oldu: Bir kere büyük güçler harekete geçince, güç dizilişi aşağı yukarı oralarda tertiplendi. Bu açıdan da bu değerlendirmenin kendisi ilk, kaba yaklaşım olarak çok problemli değildi. Fakat gündelik siyaseti takip edip pozisyon alma bakımından problemli.
Bu süreçte en önemli mesele Gladyo’nun Türkiye’de operasyonlara başlamış olması. Bunun adının Türkiye’de kontrgerilla olduğunu bilmiyorduk, ama sonuçta ABD’nin çıkarlarına karşı hareket ettiğimizde karşımızda MHP’nin komandolarını, onları koruyan ve kollayan Adalet Partisi’nin, Demirel’in polis teşkilatını görüyorduk ve dolayısıyla Türkiye’de sürüp gitmekte olan bir gayrinizami operasyonun içinde, onunla yüz yüze yaşadığımızın farkındaydık, ama onun Gladyo olduğunu bilmiyorduk. Bu gayrinizami savaştaki spesifik ABD etkisini bulup çıkarmak, bunu teşhir etmek, bunun dibini görmek ve göstermek bakımından da, yeterli analiz metodundan ve araştırma-soruşturma için gereken bilgiden maalesef yoksunduk.
Sonuç olarak, Türkiye’yi dünyada koyduğumuz yer ve genel olarak ufkumuzdaki çizgi sahici ve sağlam olmakla birlikte, bunun icrası sürecinde sahayı belirlemek, burada çalışmak, netice almak bakımından henüz daha emekleme çağındaydık. Tabii elli yıl içinde bunlar çok daha netliğe kavuştu, bunun öyküsü oluştu, arkasına bir literatür dizildi.
Öte yandan, şunu da gördük: Kontrgerillanın teşekkülü bile, kimi Latin Amerika ülkelerinde olduğu gibi, dolaysız değildi. İmparatorluğun, İttihat Terakki’nin Cumhuriyet’e mirası ayaklanma bastırma pratiklerinin bakiyesi olan bir yapının üzerine, ABD çıkarlarıyla denk düşen bir stratejik harekât yerleştirilmişti. ABD etkisi dolaylıydı. Çünkü bu anti-komünist mekanizma Türk ırkçılığı, Türk milliyetçiliği üzerine yerleşmişti; Türk devletinin derinlerinde çok güçlü bir yer işgal ediyordu. Bu yapının ABD çıkarlarına eklemlenmesi çok özel bir operasyondu, yabancıların gelip Türkiye’de bir daire kurmasından ibaret değildi.
Huntigton’ın tezlerinin Tağmaç’ın ağzından neredeyse birebir yankılanması, o dönemde Amerikan tezlerinin büyük bir hızla komuta kademesinin üst katlarında dolaşmaya başladığını düşündürüyor. TSK başkomutanının Pentagon’un danışmanının papağanı haline geldiğini göstermesi bakımından da ibret verici.
Ama bunu şimdi görüyoruz. Bütün bu yapı Ermeni soykırımından, Pontus soykırımından, Dersim tertelesinden, bütün Kürt katliamlarından bakiyeydi. Kontrgerillanın bunların içinde yerleşmiş, kurumlaşmış yapılar olduğunu görmek, bütün bunların mânâsı üzerine düşünmek bile, genç bir devrimci için o zaman henüz çok erkendi. Çünkü bu hakikatler bizim siyasi algımızın en önemli parçasını oluşturmuyordu. Türkiye’nin silinmiş hafızasına kavuşmaya başladığı andaki kimi bilgi kırıntılarından parçalı, bulanık bir perspektif oluşuyordu, ama bugünkü metodolojiye, bilgi dağarcığına, tecrübeye sahip değildik. Bunların hepsi elli yıl yaşamayı ve elli yıl içinde bazı başarılara karşılık pek çok yenilgiyle de tanışmayı gerektirdi. Sağlam, özlü bilgiler kulaktan dolma olarak gelseydi de o zaman ne işimize yarardı, onlarla ne yapabilirdik, bilemiyorum.
Tarihi gerçekliğin kendisi ile onun bizim zihnimizdeki yansısı arasında hep bir mesafe olduğunu, ama tarihin ileri gitmekte olduğunu da elli yıl sonra baktığımda söyleyebilirim. Çünkü gerçeği aradığımız yer aslında onun kaybedildiği yerdi. O açıdan yanlış bir şey yapıyor değildik.
Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç’ın darbenin gerekçesine ilişkin ünlü cümlesi o dönemin veciz özeti olarak kayıtlara geçti: “Sosyal uyanış, ekonomik kalkınmayı aştı.” Kimi kaynaklarda “kalkınma” yerine “gelişme”, “aştı” yerine “geçti” deniyor. Tağmaç’ın bu izahını nasıl yorumluyorsunuz?
O zaman doğrusu bu laf çok dolambaçlı biçimde geldi gündeme ve 12 Mart’tan sonra daha çok konuşuldu. 12 Mart günlerinde üzerinde en çok konuşulan söz bu değildi. Fakat bir yaşanmışlıktan sonra anlam kazanmaya başladı. Ben bu sözün peşine bu yıl daha çok düştüm. 12 Mart üzerine bir çalışma için bir mütalaa hazırlamam gerektiğinde, kaynağını aradım durdum. Şöyle bir vecize var dolaşımda: “Tağmaç, ‘sosyal uyanış, ekonomik gelişmeyi aştı’ dedi.” Fakat nerede dedi? Ne zaman dedi? Bu kelimelerle mi söyledi, kelimeler neydi? Bunların hiçbiri, hiçbir araştırmanın alıntıları arasında gözükmüyordu.
Bunların peşinde dolaşa dolaşa, Tağmaç’ın beyanatını 4 Ağustos 1970 tarihli bir Milliyet haberinde buldum. Diğer gazeteler bunu haber yapmış mı diye baktım o tarihte, Cumhuriyet mesela yapmamış erişebildiğim dijital kaydında. O haberde Tağmaç, “Ekonomik gelişmenin çok ilerisine geçen sosyal hak arama cereyanları karşısında milli nizamın demokratik usûllerle sağlanması için üzerimize düşenleri yapacağız” diyor ve devam ediyor.
Başlıca meşguliyeti olan düşüncenin hareketini takip etme işlevi dolayısıyla eleştirilebilecek her şeyi eleştirme geleneği üniversitede vücut bulur ve üniversiteyi durdurmaksızın eleştirinin yaygınlaşmasına engel olamazsınız. Üniversiteleri zapturapt altına almak her dönemin öncelikli meselesi oldu.
O kilit cümle bu: “Ekonomik gelişmenin çok ilerisine geçen sosyal hak arama cereyanları.” Böyle söylenince çok da çarpıcı değil. Fakat o zaman da çok anlam içeriyor, çünkü 15-16 Haziran’ın arka planı üzerinde konuşurken söyleniyor, asıl önemli mesele bu.
15-16 Haziran işçi ayaklanması Silahlı Kuvvetler’in toplumla, 27 Mayıs 1960’tan sonra, kitlesel ölçekte ve çıplak baskı gücü olarak karşılaştığı ilk tarih. 15-16 Haziran’da büyük şehirlerde askerin devreye sokulması iç güvenlik uygulamasında ilktir. İşçiler, haklı oldukları bir davada –ki bu davalarını Anayasa Mahkemesi’nde kazandılar birkaç yıl sonra–, Sendikalar Kanunu’nda yapılan bir değişikliğin, DİSK’in önünü kesen ve işçileri zorla Türk-İş’e sevk eden bir düzenlemenin karşısında, ayağa kalkmışlardı. Hükümet buna sıkıyönetimle yanıt verdi ve ordu ilk kez hükümetin ve elbette sermayenin yanında açıkça rol almış oldu. Türkiye’de 27 Mayıs sonrasında ilk kez hükümet-ordu ortaklığı şöyle ya da böyle mecburen doğdu ve birçok varsayımı yerinden oynattı.
Ordunun hakem rolü dolayısıyla, ona yaslanarak toplumsal, siyasal bir değişim gerçekleştirme beklentileri, 15-16 Haziran sonrası ilan edilen sıkıyönetimle birlikte büyük bir hızla zayıfladı. Solda çok önemli tutum farklılaşmalarına yol açtı bu durum. Türkiye’nin demokratik bir siyasal rejimle yönetilmeye devam edebileceği ya da en azından usûlen de olsa demokratik parlamenter bir rejimde yaşanabileceğine dair beklentiler de son derece zayıfladı ve bütün devrimci hareketlerin, THKP-C, THKO ve TİKKO’nun ilk tohumları o yaz toprakla buluştu.
O nedenle, bu sözün kendisinden çok, sözün arkasındaki hayat ve hareket önemliydi ve insanlar bunun üzerinde düşünürken Tağmaç’ın ne dediğiyle o kadar ilgilenmiyordu. Fakat daha sonra, 12 Mart muhtırası verilip ordu idareye fiilen el koyunca, bu müdahalenin gerisindeki mantığın Tağmaç’ın sözünde karşılık bulduğu anlaşıldı, kabul edildi. Böyle olunca, bu söz daha kolay anlaşılır ve daha çabuk tüketilir bir forma kavuşmuş oldu.
Tamamen yanlış da değil şimdiki geçerli klişe: “Sosyal uyanış ekonomik gelişmeyi aştı.” Sosyal uyanış, Tağmaç’ın söylediği “hak arama cereyanları”, yani sendikacılık ve sosyalizm, komünizm, devrimcilik. “Ekonomik gelişme” dediği ise kapitalizmin sunabileceklerinin sınırı. Dolayısıyla, bu ikisi arasındaki çatışmayı Tağmaç başka bir yerden ortaya koyuyor, sosyal uyanıştan değil, sosyal mücadelelerden söz ediyor aslında. Bence onun bu içrek anlatımı daha sert bir karşı karşıya gelişi ifade ediyor.
Fakat bu sözün peşinde koşarken, kavramsallaştırmanın arkasında ne var diye de merak ettim. Araştırıp dururken Samuel Huntington’ın tezleriyle karşılaştım.
Huntington günümüzde daha çok Medeniyetler Çatışması (Clash of Civilizations) başlıklı, SSCB’nin çöküşü sonrasındaki yeni dünya düzenine ilişkin spekülasyonuyla biliniyor. Huntington’ın ABD dış siyasetine etki eden ilk önemli çalışması, 1968’de yayınlanan Değişen Toplumlarda Siyasal Düzen’i (Political Order in Changing Societies) ABD Savunma ve Dışişleri Bakanlığı’nın ilgisine mazhar kılan şey, kalkınma teorileri ile ABD çıkarları arasındaki çatışmaya getirdiği yorum. 1971’de artık bir ABD doktrini olan bu yorumun TSK’nin işçi hareketi karşısındaki siyasi tavrının temeline yerleşmiş olduğunu görmek de çok çarpıcı. Huntington kitabının ilk bölümünde ABD’nin müttefiki ülkelerin karşı karşıya kalmış göründükleri “şiddet ve istikrarsızlığı” şuna bağlıyordu: “[…] Bu çok büyük ölçüde, hızlı toplumsal değişimin ve siyaset alanında yeni grupların harekete geçişinin siyasal kurumların ağır gelişimiyle bir arada yer almasının sonucuydu.”
Huntington bu gözleminden hareketle özgürlük karşıtı bir çıkarsamaya ulaşıyordu: “Birincil mesele özgürlük değil, meşru bir kamu düzeninin yaratılmasıdır.” Huntigton ABD hükümetlerine, baskıcı rejimlerle ittifak ilişkilerine girmelerini özendiren ve bu yönelime akademik, sosyo-politik meşruiyet kazandıran bir reçete sunuyordu.
Huntigton’ın tezlerinin Tağmaç’ın ağzından neredeyse birebir yankılanması, o dönemde TSK ve istihbarat kuruluşlarıyla NATO’nun stratejik planlama ekipleri ve Amerikalılar arasında çok yakın bir işbirliği olduğunu, dolayısıyla Amerikan tezlerinin büyük bir hızla komuta kademesinin üst katlarında dolaşmaya başladığını düşündürüyor. Ordu kendisini rejim muhafızı olarak konumlandırırken, hükümetin önüne geçmek için gereksindiği meşruiyet gerekçelerinin önemli bir köşetaşını Huntington’ın elinde yoğrulan ABD doktrinlerinden ediniyordu. Bunu o zaman nereden bilebilirdik? Kimse de bilemezdi zaten.
Bugün işçi sınıfı mücadelesinin aydınlatıcı gücü, 70’lerdeki gibi toplumun tamamı için bir çekim merkezi haline gelemedi. 70’lerde, işçi direnişlerinden öğrenci hareketi, köylü hareketi çok şey öğrendi ve hepsinin mücadelesi birbirine katıldığında, güçlü bir devrimci blok oluşuyordu. Bugün bu bağlar kopmuş durumda.
Medeniyetler Çatışması da ‘90’ların sonundan itibaren liberal çevrelerin başlıca referanslarından biri oldu.
Öyle oldu ve geleceğin savaşlarının ülkeler arasında değil, kültürler arasında verileceğine ve İslâmcı cihatçılığın Batı uygarlığı karşısındaki en büyük tehdit olduğuna dair savı baba ve oğul Bush hükümetlerinin dış politikasına yön verdi. Oradan 70’lere doğru geriye gidince, onu 90’larda vardığı yere vardıracak izleği o zamandan takibe başlamış olduğunu görebiliyoruz. O nedenle, anti-komünizmin yerel ve uluslararası damarlarının bugüne birbirlerini kollayarak gelmiş olması çok önemli. “Sosyal uyanış ekonomik gelişmeyi aştı” aforizmasının sıradan bir generalin yumurtladığı inci olmaktan öte, ABD’nin müttefikleriyle paylaştığı bir doktrinin popüler ifadesinin Genelkurmay Başkanı’nın ağzından tekrarlanması olduğunu bugün daha iyi görüyoruz. Başlangıç argümanımıza dönersek, evet, bir göreli özerklik var, ama sıra komünizm / kapitalizm, sermaye / emek, düzen / değişim arasındaki çatışmaya geldiğinde, özerkliklerin nasıl daraldığını ve TSK başkomutanının Pentagon’un danışmanının papağanı haline geldiğini göstermesi bakımından da ibret verici.
O günlerle bugünleri kıyaslamayı şu üç uğrak üzerinden yapabiliriz: 1970 Mart ve Nisan’ındaki üniversite işgalleri, boykotlar, öğrenci gençliğin eylemliliği. Aynı yıl 13 Nisan’da, Devrimci Doğu Kültür Ocakları’nın (DDKO) “Doğu Mitingleri” kapsamında düzenlediği anayasa gündemli Diyarbakır mitingi. Ve demin bahsi geçen 15-16 Haziran’ın simgelediği işçi hareketi. Bu üç uğrağın dinamiklerine bugün baktığımızda, ikincisi tarihi bir gelişme gösterirken, ilkinde ve üçüncüsünde, zaman geriye gitmiş gibi. Ne dersiniz?
Doğrusu bu tespit yabana atılmaz. Bir bütün olarak elli yıla baktığımızda, devletin, sağın, sermayenin ve uluslararası sistemin olağanüstü çaba gösterdiği iki alanda göreli bir başarı kazandığına, bu açıdan devrimci hareketin sosyal mücadeleler tarihimizdeki bütün olumlu birikiminin elli yılda nasıl bir kırıma uğradığına ilişkin bir kıyaslamaya fırsat veriyor.
70’lerin başından 80’ler sonuna dek devam eden süreci göz önünde tuttuğumuzda, sistem için en önemli rahatsızlık kaynaklarından birinin üniversite öğrencilerinin hareketi olduğunu ve hükümetlerin sadece öğrencilere değil, üniversitelerin toplum içindeki konumuna ve özerk yapısına kuvvet ve şiddetle yöneldiğini görüyoruz.
En önemli fark, elli yıl önce toplumun ekseriyeti Kürt dendiğinde pek bir şey anlamazken, bugün herkesin Kürt dendiğinde, olumlu ya da olumsuz bir şey anlaması ve bununla ilgili bir pozisyonu olması. Kürtler konuşulan ve konuşulmayan, sevilen ve sevilmeyen, ortaklaşılan ve uzaklaşılan, ama kimsenin hakkında bir tutum almadan yerini tayin edemediği bir özne konumuna yükseldi.
Akademiyi, Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın terminolojisi içinde “ilmiye sınıfı”nın yetiştirildiği ocak veya Althusserci deyimle “devletin ideolojik aygıtı” olarak görsek bile, onun başlıca meşguliyeti olan düşüncenin hareketini takip etme işlevi dolayısıyla elde ettiği özerklik, bilginin kazandığı kıymet dolayısıyla edindiği avantajlı sosyal konum, üniversiteye toplum içinde işgal ettiği yerin hacmiyle doğru orantılı olmayan bir önem kazandırıyor. Bu eninde sonunda eleştiri gücü demektir, eleştirilebilecek her şeyi korkusuzca eleştirme geleneği üniversitede vücut bulur ve üniversiteyi durdurmaksızın eleştirinin toplumsal ölçekte yaygınlaşmasına engel olamazsınız. Üniversitelerin sayısı arttıkça, daha geniş kitleler üniversiteye geldikçe ve öğretim kadrosu genişledikçe, sözün alanı durmaksızın genişliyordu. Dolayısıyla, rejim tarafından eleştirel düşünce ve eleştirinin meşruluk kaynağı çok önemli bir tehdit olarak belirlendi. Üniversiteleri zapturapt altına almak her dönemin öncelikli meselesi oldu.
Bu müdahalelerle birlikte üniversiteye akan insan kaynağının, özellikle öğretim kadroları itibarıyla, niteliğinde sürekli bir gerileme gördük. Onun da ötesinde, idari yöntemlerle, bilimsel gelişmelerin önü özellikle sosyal bilimlerde tıkandıkça, en parlak beyinlerin sosyal eleştiriye, genel olarak bilimsel metodoloji üzerinde düşünme ve üretmeye değil, mesleklere doğru yönlendirildiklerini, entelektüel kapasitelerinin bilimin görece özerk ilerlemesi yoluna değil, bilimle sanayi, bilimle ticaret, bilimle devlet idaresi arasındaki geçişliliklere sevk edildiğini gördük. Bu elbette toplam eleştiri gücünde, eleştiri kapasitesinin kaynağında hem kuvvet hem nitelik kaybı anlamına geldi.
Öğrencilerin büyük bir kuşatma altına alındığı, üniversite özerkliğinin neredeyse tamamen ortadan kalktığı 1980’ler sonrasında, üniversitelerin kışlaya dönüşmesi ve öte yandan sayılarının çok fazla artması dolayısıyla, nitelikli eğitimin neredeyse imkânsızlaşmasından ötürü, bilimsel eğitimin eskiden kendiliğinden sunduğu toplumsal ilerleme olanaklarının da tükendiğini görüyoruz. Bütün bunlar 1980’lerde, 90’larda üniversitede konuşulan ve öğrenilen şeylerle hayat arasındaki bağı kopardı, laf salatasına dönüştürdü. Böylelikle üniversite gençliği toplumun bir adım önünde, onun duygularının, düşüncelerinin en ateşli savunucusu ve sözcüsü rolünü üstlenebilmeyi kendisine sağlayan kapasiteden yoksun bırakıldığı ölçüde edilgenleşti.
Öte yandan, üniversite gençliğine yarı açık bir cezaevinde tutsak muamelesi yapılması, gençlerin cesaretini ve enerjisini de kırdı. Devletin öğrencilere teklif ettiği sinik hayat, bu gençlerin bir türlü çocukluktan çıkamayışına da yol açtı. Ben 18 yaşından sonra bir kere daha geri dönüp bakmadım; annem, babam, ailem önceki hayatıma dair bir meseleydi. Kararlarımı kendim veriyor, sonuçlarına da kendim katlanıyordum. Bir himaye, bir vasi, veli aramadığım gibi, ondan kurtulmaya çalışıyor, vesayetin bana ulaşmasının yolunu da bilinçli olarak kesiyordum. Bu elbette aslını inkâr, ebeveynler ve aile bireyleriyle doğal ve içten bağların reddi değildi, bu yuvadan uçmakla ilgiliydi. Kuşağımızın neredeyse tamamının gelişme modeli buydu. Bu gelime çizgisi gençliğe özgüven ve karakter sağlamlığı kazandırıyor. Geri dönüş yollarını kapatmış olduğun için daima ileriye doğru bakıyorsun ve karşına çıkan güçlerle hesaplaşıyorsun. ‘80 sonrasıysa bütün bu icat edilen ya da geri dönen vesayetler toplamı içinde, gençlerin de bir türlü büyüyemediklerini, üniversiteden mezun olduklarında dahi ailelerinin himaye ve esirgemesine muhtaçlığı sürdürdüklerini görüyorum.
Ama bu sürecin bir yanı. Öte yandan, hemen her il ve ilçede açılan üniversiteler ve yüksek okullar nedeniyle, kalabalık bir öğrenci nüfusu Türkiye’nin yeni demografik ve toplumsal gerçekliği olarak karşımıza çıkıyor. Bu geniş tablo içinde, genel gidişat eleştirdiğimiz yönde olsa da tam karşısındaki kutupta, örneğin Boğaziçi Üniversitesi’ndeki isyanda ya da Barış Akademisyenleri’nin aldığı tutumda gördüğümüz gibi, bunları besleyen bütün damarlar üzerinde süregiden bir mücadele var. 85 milyon nüfuslu bir ülkede, ne kadar baskı altına alınırsa alınsın, vasıflı insan emeği, eleştirel düşünce, toplumsal zekâ tamamen hapsedilemez. O yüzden ne yekpare karanlık ne yekpare aydınlık var, parçalı, alacalı bir yapıdan söz ediyoruz.
Ama bir bütün olarak baktığımızda, üniversite 1970 dönemindeki vasfını, toplumun önemli değişim kaynaklarından, dinamiklerinden, öznelerinden biri olma vasfını kaybetmiş görünüyor.
Buradan işçi hareketine geçersek…
Bu süreçte, önemi açısından değil, ama şimdi konuşurken yaptığımız sıralamadaki yeri bakımından, ikinci bir darbe işçi hareketine vuruldu: İki cepheden; birincisi, ekonominin yeni şekli ve karakteri, yani Özal’ın timsali olduğu birikim modeli, “ihracata dönük sanayileşme” ve aşırı finansallaşma dolayısıyla sanayi işçisi miktarı nüfusun artışına paralel olarak artmaz oldu. Türkiye, bütün dünyayla beraber bir sanayisizleşme dönemine girdi. Bu, işçi sınıfını ortadan kaldırmadı tabii ki, işçilerin tabanı tarihteki en geniş seviyede, şimdi artık sermayedar olmayan herkes işçi neredeyse.
Fakat bu, işçinin sadece sermayeyle olan ilişkisinden değil, aynı zamanda üretim sürecinde işgal ettiği yerden dolayı merkezileşme, yoğunlaşma, dinamik bir kitle teşkil etme ve böylelikle sermaye karşısında aktif bir güç oluşturma kapasitesinde parçalanmaya yol açtı. Teknolojik gelişmeler ve finansallaşmanın sonuçları itibarıyla, işçiler sayısal olarak artmakla birlikte, bir işçi hareketi oluşturmak bakımından fazlaca parçalandılar.
Dev-Genç her kentteki işçi hareketinin buluştuğu gençlik hareketiydi. Köylü hareketi açısından da Dev-Genç Karadeniz’de olsun, Çukurova’da, Ege’de, Kürdistan’da olsun, bugün gericiliğe ve sağa terk edilmiş olan Orta Anadolu’da olsun, muharrik bir güçtü.
1970’ler başında Türkiye’de 1,5 milyon sendikalı işçi vardı. Bugün iki-üç katına çıktı nüfus, ancak grev ve toplu sözleşme hakkına sahip sendikalı işçi sayısı 1970’lerdekinin altında. Genel olarak işçilerin sendikalarda örgütlenme oranında çok büyük düşüşler var. Ve örneğin, 15-16 Haziran’da Sendikalar Yasası’nda işçileri tek devlet sendikasına mahkûm etmeye yönelik değişiklik için, Türkiye’nin en büyük işçi hareketi –üstelik sadece DİSK’li değil, Türk-İş’li işçilerin de katılımıyla– gerçekleşmiş olmasına rağmen, bugün sendikasızlığın kural haline gelmiş olması böyle bir aktivizme alan yaratmıyor.
O açıdan, işçi hareketine son yirmi yılın içinden baktığımızda bugün gördüğümüz şey, işçi sınıfının sayıca çoğalmasına rağmen bir işçi hareketi olarak kendisini kuramayışı, dolayısıyla işçi sınıfı mücadelesinin aydınlatıcı gücünün, örgütlenme ve mücadele biçimlerinin 1970’lerdeki gibi toplumun tamamı için bir çekim merkezi, bir model haline gelemediğidir.
1970’lerde, işçi direnişlerinden öğrenci hareketi çok şey öğrendi, köylü hareketi çok şey öğrendi ve hepsinin mücadelesi birbirine katıldığında, hakikaten fiilen güçlü bir devrimci blok oluşuyordu. Ama bugün bunlar arasındaki bağlar kopmuş durumda.
Öte yandan, bu sürecin potansiyel bir avantajı da var: İşçi sınıfının yüzeyinin çok genişlemesi, emek- sermaye arasındaki çatışma alanının her yer haline gelmesi. Üretim süreçlerinin evlerin içine kadar sirayet edip evlerin neredeyse üretim zincirlerinin, fabrikaların bir parçasına dönüşmesi, kafa emeğine dayanan iş kollarında pandeminin de etkisiyle uzaktan çalışmanın bir kural haline gelmesi nedeniyle evlerin işyerlerine dönüşmesi eğilimini de bir arada düşünürsek, emek-sermaye çatışmasının alanının da, dolambaçlı olmakla birlikte, bütün “sath-ı vatan” olduğunu görebiliriz. Bu kapasite, bu imkân hakkıyla değerlendirilebilirse, işçi hareketinin bir toplumsal hareket olarak kendisini en geniş ölçekte yeniden kurmasının da önü açılmış olur. Ama bu henüz bir potansiyel olarak mevcut. Gerçekleşmesi çok daha kompleks bir faaliyeti gereksiniyor.
70’lerin muhalefetinin mekânlarla tanımlı özellikleri vardı. Muhalefet mekânı tarladır, fabrikadır, yoldur. Mekânın tarla olması köylülükle, fabrika olması işçi sınıfıyla, okul olması öğrencilerle bir bağ demektir. Bu onların mücadele sürecine kendi karakterlerini vermesi demektir. Yol da bu mekânlar arasındaki geçişliliktir, 15-16 Haziran yollarda geçti. Gezi bunların hiçbiri değildi. O yüzden kendine özgüdür.
Üçüncü dinamik olarak Kürt hareketine gelirsek…
Eşitsiz ve bileşik gelişmenin gelişme cephesi orada gerçekleşti. Asıl devasa gelişme orada oldu. Bu da paradoksal tabii. Dev bir mezarlık oluştu. Yaklaşık otuz-kırk yıl içinde, güvenlik güçleri, korucular, siviller, gerilla, 100 bine yakın insan hayatını kaybetti, yaralandı, sakatlandı. Yaklaşık 10-15 milyon genç askerliğini o bölgelerde yapıp evine döndü. Çatışma deneyimi ve bunun yol açtığı post-travmatik stres sendromunun tüm topluma bulaşarak yarattığı devasa sonuçlar var. Süreç çatışmadan çözüme evrilemediği için, maddi-manevi muazzam bir karadelik oluştu. Fakat öte yandan, Kürtler tarihsel bir kimlik ve özgürlük mücadelesinin öznesi, faili oldular. Bütün gelişmelerin kendi etraflarına dizildiği tarihsel bir avantaj kazandılar.
Elli yıl önceyle bugün arasındaki en önemli fark, elli yıl önce toplumun ekseriyeti Kürt dendiğinde pek bir şey anlamazken, bugün herkesin Kürtlük, Kürdistan, Kürtler dendiğinde, olumlu ya da olumsuz bir şey anlaması ve bununla ilgili bir pozisyonu olması. Kürtler Türkiye’nin konuşulan ve konuşulmayan, sevilen ve sevilmeyen, ortaklaşılan ve uzaklaşılan, ama şöyle ya da böyle, kimsenin hakkında bir tutum almadan dünyada ve Türkiye’deki yerini tayin edemediği bir özne konumuna yükseldi. Bu bence en önemli gelişme. Son elli yılda başka hiçbir faktör bunun kadar önemli bir toplumsal, politik, kültürel, ahlâki sonuç yaratmadı.
1970’lerde, bu konu devletle Kürtlerin aydınları arasında ve daha çok cezai bir meseleyken, şimdi devletle Kürtler ve toplumun öbür kesimleri arasında büyük bir mücadele konusu haline geldi. Bu tabii, birçok bakımdan toplumu, siyaseti, devleti anlamak için bir anahtar da sağladı. Böylece 1970’lerdeki sınırlılıklarımızın en önemli kaynaklarından birine dönebiliriz: Devleti ve toplumu anlamaya çalışırken, o yıllarda devletin varlık nedenini Kürtsüzleştirme üzerine kurmasının anlamı konusunda hemen hiçbir fikre sahip olmadığımızı söyleyebilirim.
Daha eskiye dönüp baktığımızda, Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın bu konuda inanılmaz bir ileri görüşlülük ve bakış zenginliği ile meseleyi kendisinin ve sosyalist hareketin karşısına koyduğunu, ancak tamamen sonuçsuz kalan bu atılımlarından sonra bu defteri ölünceye kadar bir daha açmadığını görüyoruz. Yani, meselelerin ilk 1980’lerde keşfedilmediğini de söylemek istiyorum.
Ama, Kürt gerçekliğini idrak eksikliğinin Türkiye siyasetini, daha doğrusu muhalif siyaseti yarı kör durumda bıraktığını da söylemek gerekir. Devlet bu gerçekliğin kodlarına her zaman daha vakıf: Ermeni soykırımını, Dersim tertelesini, Pontus katliamlarını gerçekleştirmiş bir kuvvetin arşivi, hafızası, mücadele deneyi, birikimi ve nihayet çıkardığı dersler yerli yerinde duruyor. Ve her gelen hükümet, her gelen cumhurbaşkanı, her başbakan bir öncekinden bunları devralıyor, bu bilgilerle hareket ediyor. Silahlı Kuvvetler böyle yetiştiriyor personelini, fakat bu saydıklarım toplum için, üniversite için, siyasal partiler için, edebiyat ve müzik için bir sırdı uzun yıllar boyunca. Sosyal geçişlilik artınca, Kürtler siyasetin öznesi haline geldikçe, bu süreç kendiliğinden ve nispi bir değişime uğradı. Ama tabii ki PKK’nin ortaya çıkışı, silahlı mücadele ve bunun patlayıcı etkileriyle birlikte uyanış çok daha hızlı oldu.
Bu çerçevede, en dramatik gelişmeler ve inkâr edilemez sonuçlar bu alanda cereyan etti. Dev-Genç sözünü ettiğiniz ilk iki dinamiğin içindeydi, işçi hareketine çok yakın bir gençlik hareketiydi. Bugünkü gençlik hareketinin –bir gençlik hareketi henüz yok, olduğu kadarıyla da– işçi hareketiyle bir bağı yok. Dev-Genç her kentteki işçi hareketinin buluştuğu en önemli gençlik hareketiydi –gençlik hareketinin kendisiydi zaten. Köylü hareketi açısından da Dev-Genç Karadeniz’de olsun, Çukurova’da, Ege’de, Kürdistan’da olsun, bugün neredeyse tamamen gericiliğe ve sağa terk edilmiş olan Orta Anadolu’da olsun, çok önemliydi. Muharrik bir güçtü. Bugün bu konumdan çok geriye gidildiyse de, Kürt meselesinde tersine bir ilerleme oldu. Türkiye solunun bugün HDP’de toplanan kanatları programlarına tarihsel mücadele ortaklığını yazdılar. Gelişmenin en dramatik sonuçlarını burada görüyoruz.
Söz konusu üç dinamik farklı ölçek ve vasıflarla Gezi’de buluştu. Cumhuriyet tarihinin en kitlesel ve uzun süreli ayaklanması olan Gezi’yi ‘68-‘71 dönemiyle karşılaştırdığınızda, aralarında bir bağ görüyor musunuz?
Gezi ile ‘68-‘71’in toplumsal mücadele süreçleri arasında bağ elbette var, ama bir süreklilik olduğunu söylemek hem sosyolojik olarak hem Gezi’nin motivasyonları ve mekânı olarak bana pek doğru gelmiyor. Gezi’de ortaya çıkan fenomenle ilgili, özellikle geçmişle bir mekânsal bağ kurmayı denediğimde Gezi’nin 60’ların, 70’lerin mücadeleleriyle bir mekân ortaklığına sahip olmadığını hayretle fark etmiştim. 1970’lerin muhalefetinin mekânlarla tanımlı tipik özellikleri vardı. Örneğin, muhalefet mekânı tarladır veya fabrikadır veya yoldur. Gezi hiçbiri değildi, doğrudan doğruya üretim ve dolaşım mekânları ve ortamlarıyla bir bağı yoktu, ama 2000’lerin ikinci onyılında dünyanın birçok yerinde ortaya çıkan meydan direnişleri ile küresel bir ailenin parçası oluyordu. Ama Gezi, Türkiye’nin önceki toplumsal direnişlerindeki gibi bu mekânda bir araya gelenlerin iş bölümünden kaynaklanan sosyal konumlarıyla arasında dolaysız bir bağ oluşturmuyordu.
Kürtlerin Gezi’ye katılımları “çözüm ve müzakere” süreci dolayısıyla Kürtlerin hükümete muhalif tutum alamayacaklarına dair iddiaları da boşa çıkardı. Sırrı Süreyya hem bir HDP vekili hem de Müzakere Heyeti’nde yer alan vekilimiz olarak, sürecin akışının yön değiştirmesinde çok belirleyici bir rol oynadı.
Mekânın tarla olması köylülükle, fabrika olması işçi sınıfıyla, okul olması öğrencilerle bir bağ demektir. Bu onların mücadele sürecine kendi karakterlerini vermesi, damgalarını vurması demektir. Yol da bu mekânlar arasındaki geçişliliktir, örneğin 1970’lerin Karadeniz’deki çiftçi direnişleri, esasen yollardaydı. Fındık üreticileri direnişlerini Karadeniz’in tek kıyı yolunu işgal ederek başlatmışlardı. 15-16 Haziran’ın önemli bir bölümü yollarda geçti; İstanbul-İzmit arasında –o zaman Ankara Asfaltı denen yolda- ya da İstanbul’un fabrika mekânlarını, sanayi bölgelerini merkeze, Kadıköy’e veya Beyoğlu’na, Taksim’e bağlayan yollar üzerinde. Gezi bunların hiçbiri değildi. O yüzden Gezi kendine özgüdür, “devrim”in öznesi veya müttefiki olarak tanımlanmış bir sosyal kategoriyle, o kategorinin içinde şekillendiği mekânla dolaysız bir aidiyet içinde değildi, doğası gereği, tarihsel eğilimi itibariyle doğrudan doğruya devrimci değildi.
Gezi’nin kendisi bir devrim iddiası ortaya atmıyor, rejimin ilerleyişini durdurmayı hedefliyordu. Fakat meydanda çoğalmaya başladıkça, bu süreçte ister istemez bir alternatif, uzayıp giden hayatla beraber ortak yaşama, düşünme, ilişki ve söylem biçimlerini oluşturma ihtiyacına karşılık veriyordu. O açıdan da ‘68-‘71 döneminin mücadelelerine göre, daha çoğul ve hiçbir şeyi tekrar etmiyor olması dolayısıyla özgün olduğunu söyleyebiliriz.
Gezi’yle Kürt hareketi arasında nasıl bir bağ var sizce?
Gezi’nin Kürt mücadelesiyle bağı konusunda çok fazla ileri gidemeyiz. Bu konu Gezi’de ancak bir yan tema olarak kendisini ifade etti. Varlığı ya da yokluğu hararetli bir tartışmanın konusuydu, ama damgasını vurduğu iki bakımdan söylenemez: Birincisi, kent toprağının tasarrufu ve yerel yönetim krizi dolayısıyla ortaya çıkan bir direniş olarak Gezi’nin, Kürdistan’da belediyeleri elinde tutan, kendi yerel yönetimlerini seçmiş ve bunun etrafında yığınak yapmış Kürtleri ileri iten bir dinamiği yoktu. Onlar zaten yerel yönetimlerini kendi yerel mücadeleleri açısından çok önemli işlevleri yerine getirecek, değiştirecek, yönlendirecek şekilde değiştirmişlerdi. Kent rantının yeniden dağıtımı, bu dağıtımda toplumsal olana ayrılan pay, yerel yönetimin işsizlikle mücadelede bir istihdam imkânı olması, kent yönetimine katılmanın bir kanalı olması bakımından, örneğin Diyarbakır, Van, Dersim veya Mardin belediyelerinin İstanbul, Ankara, İzmir belediyelerinden çok önemli bir farkı vardı. Dolayısıyla, varolan yerel yönetimlere karşılık alternatif yerel yönetimler kurmak bakımından ya da kent rantlarının temellük edilmesi, kent toprağının gaspı bakımından Kürdistan’ın yerel yönetimlerde cisimleşen problemleri, Ankara ve İstanbul’un problemlerinden tamamen farklıydı. O nedenle, Kürt göçünün yoğun olduğu metropol ve metropolümsü alanlarda Kürtlerin sürece katılımı ikincil dinamikler olarak gerçekleşti.
Gezi yargılaması rezalettir ve tam bir zulümdür. Elinde satırla dolaşan sokak serserileri var. O satırla neler yapabilirler? Her şeyi yapabilirler. Çete savaşına girebilirler veya satırı ceketlerinin altına saklayıp dükkânlarına gidebilirler. Bu iktidar da öyle. Ne yapmak istiyorlarsa onu yapacaklar, bunun hukukî bir öngörülebilirliği yok.
Yeni kurulmakta olan Halkların Demokratik Partisi’nin (HDP) altyapısı olan Halkların Demokratik Kongresi (HDK) Gezi’nin ikinci, üçüncü gününde durumun ciddiyetinin ve sunduğu imkânların farkına vararak, kendisini derleyip toplayarak sürece müdahil oldu ve zaten ondan sonra Gezi’nin Beyaz Türk karakteri tamamen değişti. Yeni etkileşimler ortaya çıktı. O süreçte meydana gelen direnişler arada hiç değilse sözel olarak bir bağ kurulmasına yardımcı oldu.
Öte yandan, Kürtlerin Gezi’ye katılımları AKP ile süregiden “çözüm ve müzakere” süreci dolayısıyla Kürtlerin hükümete muhalif tutum alamayacaklarına dair iddiaları da boşa çıkardı. Sırrı Süreyya Önder hem bir HDP vekili hem de İmralı Müzakere Heyeti’nde yer alan vekilimiz olarak, sürecin akışının yön değiştirmesinde çok belirleyici bir rol oynadı. İstanbul vekili olarak yapması gerekenlerin hepsini yaptı. Onun bu hakkını teslim etmemekte ısrarlı olanlara bunun altını bir kere daha çizerek yanıt vermek isterim. Önder Gezi’deki zabıta terörüne ve iş makinelerine meydan okumasa Gezi için işaret fişeği atılmamış olurdu.
Öte yandan, metropoldeki Kürtlerin Gezi’ye hemen müdahil olamayışlarının işçi sınıfının müdahil olamayışıyla da çok yakından ilişkisi var. Burada işçi sınıfı derken klasik işçi sınıfını kastediyorum, yani bir işyerinde sabahtan akşama çalışan, uzak mesafelerden toplu ulaşım ya da kamu veya şirket araçlarıyla işe gidip gelen, koluyla ya da bedeniyle çalışan işçileri kastediyorum. Onlar Gezi’de neredeyse hiç görünmedi. Çünkü Gezi onları işyerlerinden sokağa çıkaracak ve oraya kadar getirecek bir iktisadi mücadele motivasyonu içermiyordu, böyle bir dinamik değildi. İşçi sınıfı grevde de değildi ve Gezi sebebiyle greve de çıkmadı. İşçi sınıfı sözcüleri, sendikacılar ve politik liderler de sürece böyle yaklaşmadı. Dolayısıyla, Gezi’nin en heyheyli saatlerinde işçiler çalışmaya devam ediyordu.
Fakat Gezi’yle en canlı ilişkiyi de yeni bir işçi sınıfı kuşağı kurdu: Plazalarda çalışan emekçiler, yani yeni proletaryanın unsurları. Klasik proletaryadan ya da doğrudan doğruya yoksulluk okyanusunda yaşayan işçilerden farklı karakterdeydiler. Nispeten yüksek öğrenim görmüşlerdi, yarısından çoğu kadın, önemli bir bölümü de yeni sektörlerin işsizleriydi. Öğrenciler ve Türkiye’nin her tarafından akıp gelenler de oradaydı.
Gezi, çoğu İstanbul’un her yerinden, ama Türkiye’nin de birçok yerinden gelen, o parkı ve meydanı bir çeşit direniş festivali gibi değerlendirerek bu deneyime dahil olan iki milyon insanın göründüğü bir mekândı. Gezi bütün bu özellikleriyle bilinen hiçbir şeye benzemez. İstisnaidir, eşsizdir, biriciktir. Takip ettiği temalar –egemenlikle boy ölçüşme, onunla karşı karşıya gelme, kendi iddialarını onunkinin karşısına koyma ve bunları yaşarken ispata girişme– eninde sonunda elbette bütün sosyal mücadelelerle ortak yönlere sahipti. Ama en azından katılanların belli kesimleri itibarıyla, kendine özgü, yeniliklerle dolu bir deneyimdi. Zaten o yüzden hâlâ hakkında konuşmaya devam ediyoruz. Sonrasına da etkileri oldu, Gezi dağıtıldıktan sonra, “Gezi ruhu” dediğimiz şey İstanbul’un parklarını gezdi, dolaştı.
Fakat çok paradoksal bir biçimde Gezi’nin gerçekleştiği andaki radikalliği ile siyasi tercümeleri arasında bir uçurum oluştu. Gezi’yi takip eden 2014 Mart yerel yönetim seçimlerinde Gezi’ye katılanların çoğunluğu, itiraz ettikleri başlıca şeyin –kent arazisinin büyük sermaye tarafından yağmalanması ve bunun rantının doğrudan doğruya mülk sahibi sınıflara akıtılmasının– en mümtaz temsilcisi İstanbul Belediye Başkan adayı Mustafa Sarıgül’e oy verme çağrısında bulunmayı “tatava yapma, bas geç” diyerek benimseyebildi, içine sindirebildi. O açıdan baktığımızda da Gezi’nin aslında kopuşçu bir eğilim olup olmadığı ya da her yönüyle kopuşçu olup olmadığı hakkında bir kere daha düşünmeyi gerektiren bir özelliğinin de bulunduğunu söyleyebiliriz.
Ancak, daha sonra, 2015 seçimlerine gelirken, Gezi kitlesi bu konumdan da ayrıldı ve esasen HDP’nin çağrısı etrafında toplandı. O zaman Gezi’ye katılmak ve siyasi tercihler yapmak arasındaki korelasyonları araştırdığımda şunu gözledim: Gezi ve Gezi Forumları hangi kentin hangi semtinde gerçekleşmişse o semtlerde –İstanbul’da Abbasağa ve Caferağa’da, Taksim-Beyoğlu-Cihangir’de; Ankara’da örneğin Çankaya, Kuğulu Park, Kavaklıdere çevresinde; İzmir’de merkez ilçe Konak ve Bornova, Karşıyaka gibi ilçelerde– HDP yerel ve genel seçimlerde Türkiye ortalamasının ve kent ortalamasının neredeyse iki katı kadar oy aldı.
Dev-Genç’in Genel Yönetim Kurulu’nda otuz kişi miydik, kırk kişi miydik, bir kadın vardı, Ama bu bir mesele olarak gündeme gelmiyordu ya da meselenin bunu mesele etmememiz olduğunu idrak edecek bir derinlikte değildik.
Böyle bakınca, Gezi’nin Kürt hareketi, Kürt hareketinin Gezi üzerindeki etkilerinin zaman içinde ortaklaştığını söyleyebiliriz. Gezi, 2015-16’da Gezi’nin ekmeğini çok yemiş olan CHP’nin lûgatından düşeli çok oldu, ama HDP’nin lûgatına her yeni gelenle birlikte yeniden ekleniyor.
Gezi bir ezilen sınıflar koalisyonunun meydan okuyuşuydu. Onların en dinamik ve kent merkezinde dışavuran yansılarıydı, her yerde öyleydi. Öyle olduğu için de Gezi daha günümüze ait. Kendisini, ‘68-‘71’le bir akrabalık kuramayacağımız, postmodern dönemin bir isyan şekli olarak açığa vurdu.
Daha önemlisi, Gezi bütün öteki direnişlerden, yani devletin şiddeti karşısında kaçınılmaz hale gelen didişmelerden farklı olarak, kendisini kararlı bir şiddetsizlikle ifade etti, buna rağmen yedi kişi çeşitli illerde hayatını kaybetti. Bu açıdan Gezi’nin ortak aklı çok başka türlü çalıştı. Saldırıyı yumuşatan ve karşıtına iade eden üslûbu, Gezi’nin sürebileceği kadar uzun sürmesine yardımcı oldu. Böylece meşruiyetini ve kitleler nezdindeki genişliğini de sağladı.
Nitekim, Gezi iddianamelerine baktığımızda, Gezi’nin en önemli fenalığının şiddete hiç başvurmamış olması olduğunu, bunun da zaten “sivil itaatsizlik el kitabı”nda aynen böyle yazıldığını savcı utanmadan iddia edebildi. Çünkü bu şiddetsizlik devleti ve egemen sınıfı çaresiz bırakan bir şeydi. O açıdan Gezi’yi bir süreklilik olarak değil, genel egemenliğe karşı, genel akış içinde istisnai bir an olarak değerlendiriyorum. Bu, onun önemine ve güzelliğine halel getirmez.
Gezi kitlesinin tutkulu özlemlerine cevap verecek hiçbir örgüt yoktu. Hareket halindeki kitlenin içinde kendini bulmuş bireylerin ihtiyaçları, iddiaları ve yarattıkları güç bu örgütlerin tahayyül edebildiği ve formüle etmiş olduğu her şeyden daha fazla, daha çeşitliydi. Arkasından geleni niye öncüsü olarak kabul etsin insanlar; akıl var, izan var.
Gezi davasının bahsi geçmişken… İddianame ısıtılıp ısıtılıp getiriliyor, fantastik boyutlar eklenerek. Gezi’yi mahkûm etme kararlılığı var gibi görünüyor. Öte yandan, dolaylı olarak kesilen hukuksuz cezalar var, Osman Kavala örneğinde olduğu gibi. Bu duruma ne diyorsunuz?
Bu iddianameyle Gezi’yi mahkûm falan edilemez, tabii Saray işe bizzat el koymadıkça. Bu manada gülünç bir iddianame. Osman Kavala’yı baş sanık olarak yargılayan bir iddianame, Gezi’yi nasıl mahkûm etsin? Osman’ı elbette başka sebeplerle önemsiyoruz. Hakiki bir erdem örneği teşkil ederek bir modern zaman bilgesi gibi bu esareti, bu çileyi yaşadığını görüyoruz. Çok daha büyük bir değer kazandı benim ve pek çok insanın gözünde. Fakat bunların Gezi ile alâkâsı yok. Osman Gezi’de bir nüfuza sahip bir insan olarak hiçbir rol oynamadı. Mimarlar Odası dolayısıyla, örneğin Mücella (Yapıcı) da sürece dahil, ama Mimarlar Odası’nın çağrısıyla kim sokağa çıkar ki? Herkes birbirini çağırdı, Gezi’nin en önemli özelliği bu zaten.
Gezi’deki eylemleri dolayısıyla pek çok kişi, pek çok kentteki pek çok mahkemede yargılandı, pek çoğunda beraat etti. Mülkiye ya da Emniyet müfettişlerinin, Gezi protestolarının herhangi bir kurumun, örgütün liderliği altında cereyan etmeyen bir toplumsal olay olduğuna dair bir ilk raporu olduğunu da biliyoruz. Bu rapor ortada dururken, mahkeme kararları dururken bu davanın açılması, esasen Gülenci savcıların Osman’ın başına bir çorap örmek için başlattıkları bir işti. Bu iddianame onlardan bakiye kaldı. AKP Gülenci savcıları her sebeple içeriye tıkarken, o iddianamede hasmı bellediklerinin adı geçtiği için, devraldı kullandı.
Yoksa, bütün olarak baktığımızda, iddianame deli saçması. Bu deli saçmasını desteklemek, anayasal düzeni zor kullanarak devirme iddiasının kanıtı olarak iddianameye taşıdıkları en önemli malzemenin şiddetsizlik üzerine sivil itaatsizlik stratejilerini tartışan bir yayın olması bu davanın bir parodiden ibaret olduğuna kuşku bırakmıyor. Lafı uzatmaya gerek yok, Gezi yargılaması denen dava hukuk usulü açısından rezalettir ve adil yargılama açısından da tam bir zulümdür. O nedenle, 2013’te milyonların katılımıyla gerçekleşmiş bir hadisenin İstanbul’daki 10 kişiye mâl edilerek 2021’de yargılanıyor olmasının, 2014 Kobanê protestolarının şimdi bir davaya dönüştürülerek HDP’nin karşısına çıkarılmasından farkı yok.
Bu yargılama nereye varır?
Elinde satırla dolaşan sokak serserileri var. O satırla neler yapabilirler? Her şeyi yapabilirler. Devrimcilere vurabilirler, Nuh’u (Köklü) öyle öldürdüler. Çete savaşına girebilirler veya satırı ceketlerinin altına saklayıp dükkânlarına gidebilirler. Bu iktidar da öyle. Ne yapmak istiyorlarsa onu yapacaklar, bunun hukukî bir öngörülebilirliği yok. Yerel mahkeme bu rezalet için hukuken yapılacak hiçbir şey olmadığı için beraate karar verdi. Saray’daki mahkeme, saray Yargıtay’ı dedi ki, “Bu bizim elimizde her zaman köpürtülecek bir malzeme olarak kalmalıdır, bu dava kapatılamaz. Hesap göreceğimiz insanlar var, bu sanıklarla yetinmeyebiliriz, başkalarını davaya dahil edebiliriz, her şeyi yapabiliriz, burada büyük bir toplumsal olay var, içine kimi atsam benim kitlem buna inanır, ötekilerinin kanaati de beni ilgilendirmez, neden acıyayım.” Böyle düşündükleri çok açık.
Kendi kitlesi inanır mı?
İnanır tabii. Yüzde 15-20’lik bir kitle var, onlar her şeylerini Tayyip Erdoğan’ın egemenliğine borçlu olduklarını hissediyor, bir bölümü hakikaten borçlu. O nedenle bütün yalanları kabule hazırlar, yalan bir hayatı yaşıyorlar. Hatta kendileri bu yalanları tarikatları yoluyla, cami cemaatleri yoluyla, kadın kolları vasıtasıyla durmadan yeniden üretiyorlar. Düşünsenize, Kabataş yalanına inanmış bir kitleden bahsediyoruz.
Gezi kitlesinin ezici çoğunluğunun HDP’ye oy verdiğini düşünüyorum. Herkesin örgüte gelmesi gerekmiyor. Yargıtay bir içtihat uydurmuş “terörle mücadele” kapsamında, “örgüt üyesi olmadığı halde örgüt üyesi gibi davranan” diye. Yani diyor ki, “bu kişi örgüt üyesi değil ama, örgüt üyesinden ne farkı var, ona da verelim 6 yıl 7 ay”. Şimdi bu 6 yıl 7 aylıklardan oluşan muazzam bir kitlemiz var, onlardan çok memnunum.
Peki, Gezi ve sol partiler, örgütler ilişkisini nasıl görüyorsunuz? Gezi’ye aktif biçimde katılanların azımsanmayacak bir kısmında, örgütlü sol karşıtı bir söylem kendini gösterdi. Öbür taraftan, karşılıksız aşk misali, örgütlerin, partilerin bir Gezi sahiplenmesi oldu. Hatta Gezi’nin bakiyesi üzerinden Haziran Hareketi girişimi yaşandı. Bu tabloya ne diyorsunuz?
Üzerinde konuştuğumuz Gezi maddesi söylediğimiz kadar gelenek dışı ve kendiliğinden ise, bu da Gezi’ye özgü bir örgütlenme eğiliminin olmaması demek aslında.
“Gezi’ye geldik, gördük şimdi işimize gidiyoruz” ya da “Gezi’de çok güzel yaptık, şimdi Sarıgül’e oy vermeye gidiyoruz” veya “devletin hiçbir şekilde eğitilemeyeceğini, bununla başa çıkılamayacağını anladım, memleketten göçüyorum” gibi pek çok şahsi karara yol açmış olduğunu görmeliyiz. Bu insanlar geldiler ve gittiler. Fakat Gezi’ye aktif olarak katılanların önemli bir bölümü, bir topluluk olarak kendi aralarında, aslında nasıl kurulduğunu kendilerinin de çok iyi bilmediği bağlarla yaşamaya devam ediyor. Böyle bir eğilim var Gezi’de kendini dışavurmuş, dünyayı değiştirme ihtiyacına sahip çeşitli topluluklarda, öbeklerde.
Tesadüfen, tanımadığım insanlarla bazı istisnai durumlarda temas kurabilmiştim Gezi günlerinde. Benim için önemli bir deneyimdi. Taksim’den aşağı kovalanan insanların bir bölümü Cihangir’de kıstırılınca, kapıyı açtık, gelsinler diye. Dışarıda şimdi bir şey yapamayacaksak da onları içeri alalım, gazdan, sopadan korunsunlar diye, üç-dört kişiyi eve aldık. Hayatlarında ilk defa siyasi bir eyleme dahil olan ve bunu tutkuyla yapan insanlardı. Kadınlı erkekli, yaşları 25-30 arasında, beyaz yakalı çalışanlar, her akşam veya her hafta sonu, gaz maskelerini, sırt çantalarını alıp mücadeleye katılıyorlardı. Bekledikleri şey çok uzun vadeli ve çok büyüktü. “Çocuklarımızın geleceği için yapıyoruz, yapmalıyız” diyorlardı. Çünkü AKP iktidarını gelecek için en büyük tehlike olarak, Gezi’yi de bu iktidara son vermenin bir imkânı olarak görüyorlar, büyük samimiyet ve tutkuyla bu mücadeleyi sürdürüyorlardı.
Marx’ın ekolojik sorunlar için bir kavramsal çerçeve oluşturmaya gayret ettiğini görüyoruz. Bunlar tohum halinde de olsa yapıtında var. Mesela, insanla doğa arasında bir “metabolik çatlak” oluşacağı ve bunun varoluşsal bir krize dönüşeceğine dair çok önemli bir saptaması var. Nitekim, “metabolik çatlak”tan yeşil hareket doğdu, ama o çatlak her gün genişleyerek orada durmaya devam ediyordu.
Onlara, onların tutkulu özlemlerine cevap verecek hiçbir örgüt o gün yoktu. Ve bence onlar, var olanların hiçbirine de giremezdi. Dahası, hareket halindeki kitle ve onun içinde kendini bulmuş bireylerin ihtiyaçları, iddiaları ve yarattıkları güç bu örgütlerin tahayyül edebildiği ve formüle etmiş olduğu her şeyden daha fazla, daha çeşitli, daha zengindi. Dolayısıyla, mevcut örgütlerde kendilerini yansıtmayan bir kısırlık gördüklerini düşünüyorlardı. Diyeceksiniz ki, kendi zenginlikleri ne olabilir? Hayalleri zengindi, karışık olsa da, fakat ona sadıktılar ve hâlâ onun peşinden gittiklerini düşünüyorum çoğunluğunun.
Eldeki mevcut yapılar, HDK’nin tabanındaki yapılar, Gezi’ye ne anlam vereceğini üç gün boyunca düşündükten sonra ancak adım atabildi. O üç gün içinde Gezi kazanabileceği bütün momentumu kazanmıştı. Dolayısıyla, arkasından geleni niye öncüsü olarak kabul etsin insanlar; akıl var, izan var. Fakat şu oldu: Onların eleştirileri birçok siyasi grupta yeni bir kavrama çabası, yeniden kendini kurgulama, dilini ve sosyal ilişki tarzını gözden geçirme ihtiyacı doğurdu. Bundan feyz aldılar ve bir dil, tutum değişikliği birçok harekette oldu.
Hatta o kadar oldu ki, Gezi’nin enformel söylemini siyasi söylem haline getirmeye çalışanlar oldu, eğretileşen dil kalıplarıyla falan… Ama yerini bulamayanlar, geliştirilmiş süsler zamanla herkesin üzerinden düştü. Gördüğüm kadarıyla, sosyal hareket konusunda daha uzağa bakan ve daha kucaklayıcı bir ilişkilenme biçimi, faaliyet biçimi hakkında düşünen ve bununla ilgili adımlar atan yapılar var şimdi.
HDP Gezi sonrasında kuruldu. Gezi’nin HDP’ye ve Kürt hareketine nasıl bir etkisi oldu?
HDP’nin, Kürt özgürlük mücadelesinin Gezi’den olumlu etkilendiğini düşünüyorum, ama belli bir hadde kadar. Kendi öz tabiatıyla Gezi’nin tamamen örtüşmediği yere kadar evet, ama ondan sonrası hayır.
Mesela Gezi’de hâkim olan şiddetten kaçınma eğilimine cevap veremez birçok yapı, çünkü sonuçta mücadelenin tayin edici şeklinin böyle olmayabileceğine dair en azından imalar içerince o yapıların söylemi, büyük kitle burada kendisini hakkıyla ifade edemeyeceğini düşünüyor. Ama bir saygısızlık da ettiği yok. Sonuçta oyunu getirip HDP’ye veriyor.
Gezi kitlesinin ezici çoğunluğunun HDP’ye oy verdiğini düşünüyorum. Vermeyenler de maksimalist talepleri olan, Gezi’nin tipik ögesi olmayan gruplar herhalde. Bundan bir şikâyetim yok, böyle yaşamak iyi, bunun bir zararı yok. Herkesin örgüte gelmesi gerekmiyor. Yargıtay bir içtihat uydurmuş “terörle mücadele” kapsamında, “örgüt üyesi olmadığı halde örgüt üyesi gibi davranan” diye. Yani diyor ki, “bu kişi örgüt üyesi değil ama, örgüt üyesinden ne farkı var, ona da verelim 6 yıl 7 ay”. Şimdi bu 6 yıl 7 aylıklardan oluşan muazzam bir kitlemiz var, onlardan çok memnunum. (gülüyor)
Elli yıl öncesinde, hatta yakın zamanlara kadar tedavülde olmayan, ama bugün solun genel söyleminin ana unsurlarını oluşturan kavramlar ve onları temel alan sosyal, siyasal hareketler var. Ekoloji, kadın emeği, eş yöneticilik, LGBTİ+… Bu kavramlara ve onların taşıyıcısı hareketlere, öznelere nasıl bakıyorsunuz?
Bunlar nesnel şeyler, ben nasıl bakarsam bakayım, onlar orada duruyor ve inkârı mümkün olmayan hakikatler olarak şu ya da bu şekilde siyasete ve sosyal mücadeleye tercüme ediliyor.
1970’lerde, küresel ısınma, iklim krizi ve benzeri olguların siyasal ve sosyal mücadele gündemine dahil olmayışı kısmen bunların dünya çapında henüz hissedilir etkiler yaratmıyor olmasıyla ilgiliydi. Fakat bütün olarak baktığımızda, SSCB’de sürdürülen sanayileşme, tarımsal sanayi, sulama gibi şeylere ve genel olarak ekonomiye herhangi bir ekolojik parametreden hareketle müdahale edilmesi o gün gündemde değildi. Ama o gün de Aral Gölü kurumaya devam ediyordu. Ya da okyanusların kirlenmesi, besin zincirlerinin kırılmaya başlaması o zaman da müşahade ediliyordu, ama hem bunların ölçülmesi, kaydedilmesi, sonuç çıkarılması bakımından yeterince birikmiş bilgi yoktu hem de aynı nedenle olmakta olanlar geri dönülmez değişimler olarak görülmüyordu.
Bu açıdan bakıldığında, o adını böyle koymasa da, Marx’ın ekolojik sorunların ve soruların farkında olduğunu ve bunlar için bir kavramsal çerçeve oluşturmaya gayret ettiğini görüyoruz. Bunlar bir tohum halinde de olsa Marx’ın yapıtında var. “Metabolik çatlak” kavramı mesela. Özellikle yapay gübre kullanımı dolayısıyla tarımdan elde edilecek verimin, her genişletilmiş üretim çemberi sonrasında daha da daralacağı ve sonunda kırılacağı, insanla doğa arasında bir “metabolik çatlak” oluşacağı ve her şey aynı şekilde sürecek olursa bu çatlağın varoluşsal bir krize dönüşeceğine dair çok önemli bir saptama var Marx’ta. Fakat bu ancak akılla görülen şeyin devamı ne kalkınma iktisadında ne de sosyalist politikalarda, programlarda geldi maalesef. Buna hazırlıklı değildik. Nitekim, metabolik çatlak’tan yeşil hareket doğdu, ama o çatlak her gün genişleyerek orada durmaya devam ediyordu.
Bir tek kategorinin ezilmesi bile bütün kategorilerin ezilmesi anlamına gelir. Bu kabule ulaştığın an dünya önünde aydınlanıyor. O zaman sen ne olursan ol, heteroseksüel veya eşcinsel ol veya olma veya cinsiyetsiz say kendini, LGBTİ+ ezilmişliğine dair bir tutumun, metodolojin olmazsa hiçbir şey yapamazsın. Çünkü sen olsan da, olmasan da onlar kendi mücadelelerini sürdürüyor.
Bunu gözümüzle görebilmek ya da neticelerini idrak edebilmek açısından ise, evet, başka yaklaşımları düşünecek kadar bu sonuçlarla karşılaşmamız gerekebilirmiş. Karşılaşıyoruz. Kadın hareketi, LGBTİ+ hakları mücadelesi için de geçerli bu. LGBTİ+ insanlık tarihinin başında neredeyse, orada duruyor. Bu açıdan değişen hiçbir şey yok. Adını ne koyarsanız koyun, bu gerçekliğin toplumdaki izini takip etmeye başladığımızda, ta ilk topluluklara kadar gideriz, orada da görebiliriz. Yunan mitolojisi, Osmanlı minyatürleri bunlarla dolu. Fakat bunlarla ne yapacağımız hakkında, devrimci hareket toplumdaki yaygın kabulleri tekrar etmenin ötesine geçmiyordu.
Bunları Engels’in kısmen Ailenin, Devletin, Özel Mülkiyetin Kökeni’nde, o dönem antropologlarının eserlerine yansıdığı kadarıyla ele alıp değerlendirdiğini görebiliriz. Devrimci hareket kadın meselesinde içerici standartlar uygulamaya çalışsa bile, kadının toplumsal hakikati değişmediği için bunun devrimci harekete yansıması değişmiyordu. Üniversitedeki kadın sayısı toplumdaki kadın sayısının 10’da veya 20’de 1’ydi. Her üç öğrenciden biri bile kadın değildi üniversitelerde. Devrimci harekete yansıması da böyleydi.
Kadının rolünü tartışacağımız ve hareketi o doğrultuda dönüştüreceğimiz feminist düşünce, henüz kadınların arasında kabul görmüyordu ya da feminist dalga henüz yansımıyordu, yeniden üremiyordu ki, bunun gerçekliğiyle yüzleşelim. Dr. Hikmet Kıvılcımlı bu konuda da en öndeydi, zekâsıyla, gözlem ve analiz gücüyle potansiyeli görüp işaret ediyordu ama, pratik gerçeklikte laf ola beri geleydi. Dev-Genç’in Genel Yönetim Kurulu’nda otuz kişi miydik, kırk kişi miydik, bir kadın vardı, Merkez Yürütme Kurulu’nda hiç kadın yoktu. Ama bu bir mesele olarak gündeme gelmiyordu ya da meselenin bunu mesele etmememiz olduğunu idrak edecek bir derinlikte değildik.
Sonuç olarak, bu kavramlardan hareket edeceksek, kimlikler ya da sermayenin yeniden-üretim süreçleriyle kimlikler arasında oluşan korelasyon, maalesef henüz olgun bir biçimde karşımıza çıkmadığı için, çıkanları da anlayacak donanımdan yoksun olduğumuz için, o dönemin mücadelesine bunlar damgasını vurmadı. Şimdi elbette ezme-ezilme ilişkileri bağlamında karşımıza çıktığı yerde bunu tanımamak diye bir şey akıldan bile geçemez, çünkü kadın hareketi bunun düşünülüp düşünülmeyeceğini size bırakmaz zaten.
Güçlü bir sınıf mücadelesi sömürü hadlerini aşağı doğru çekecektir. Polis şiddetini yavaşlatacaktır, ücretlerin yukarıya doğru tırmanmasına yardımcı olacaktır. Yasakların gerilemesine yol açabilecektir. Dolayısıyla, üçüncü kutbun bütün alanlardaki mücadeleyi birbirleriyle birleştiren bir mevzi savaşı sürdürerek toplumsal ve kültürel karşı-hegemonya zeminini kurmayı denemesi gerekir.
Bir tek kategorinin ezilmesi bile bütün kategorilerin ezilmesi anlamına gelir. Bu kabule ulaştığın an dünya önünde aydınlanıyor. O zaman sen ne olursan ol, heteroseksüel veya eşcinsel ol veya olma veya cinsiyetsiz say kendini, LGBTİ+ ezilmişliği sürecine dair bir tutumun, metodolojin olmazsa hiçbir şey yapamazsın. Çünkü sen olsan da, olmasan da onlar kendi mücadelelerini sürdürüyor.
Dolayısıyla, bu açıdan kendisini ortaya koymuş hakikatlerin “bu hakikat midir” diye tartışılmasını delice buluyorum. Bunlarla vakit kaybedemeyiz. Edinilmiş bütün kazanımların, deneyimlerin devrimci harekete içerilmesi lâzım. Bu açıdan HDP bu içerilmeyi –hakkını yememek lâzım, ilkin ÖDP ile başladı, siyasete ÖDP’de sirayet etti– şimdi bütün sonuçlarına ulaştırıyor. Ortalama bir HDP’linin havsalası, bakış ve ufuk genişliği 1970’lerdeki devrimcilerin çoğundan daha ileride. Bunu görmemiz ve kabul etmemiz lâzım.
Elbette her şeyi, her ilişkiyi kendi çağı içinde değerlendirmek gerektiğini akılda tutarak bunları konuşuyoruz. Devrimci tutku, devrimci heyecan, devrimci kararlılık bakımından eşsiz insanları, örneğin Deniz Gezmiş’i bugünün ortalamasıyla kıyaslayarak hükme varamayız. Böyle bir şey çok çocukça olur.
O açıdan bakınca da, Deniz’in idam sehpasındaki son sözleriyle bile hâlâ çığır açmaya devam etmesi harikulâde bir şey.
Eski kuşaktan pratik siyasetçilerin bize tavsiyeleri şuydu: “Marksist olduğunuzu açıkça söylemeyin o kadar; örneğin ilerici, devrimci, sosyalist vs. deyin. Kürt meselesinden dem vurmayın, halkı yabancılaştırmayın” vb… Şu olmasın, bu olmasın derken, devrimci hareket, kaba saba, düz bir ekonomist dile hapsoluyordu. Deniz son nefesinde bu sıradanlığı paramparça etti darağacının altında. Ve hakikaten ufuk açıcı bir biçimde Kürtlerle tarihsel kader birliğini, uğrunda ölünen şeyin Marksizm-Leninizm olduğunu, uğrunda yaşamaya ve ölmeye değer böyle bir seçim de olduğunu ilan etti bütün dünyaya. Bu modeli, bu idolü öyle hemen katlayıp bir kenara koyamaz kimse.
Ama tarih genişleyerek, zenginleşerek sürüyor. Ezme-ezilme ilişkilerinde HDP’nin kapsadığı, bir HDP’li militanın kucaklamaya çalıştığı ezilen kutup, bugün 70’lere göre çok daha çoğulcu, çok daha fazla kimlikli. Bu ister istemez düşünce derinliğine, kültür derinliğine, dil zenginliğine kapı açan bir gelişme. O yüzden iyi bir şey. Hep aynı şeyleri tekrar ediyor olsak çok sıkıcı olurdu herkes için. Hem dünya değişti hem de kabuller değişti. Bu açıdan gelişmelere elli yıl içinden baktığımızda, devrimci özne kavramında bir çoklaşma olduğunu görebiliriz.
Özellikle ekolojik kriz, küresel iklim krizinin yarattığı çelişkiler o kadar derin, o kadar varoluşsal ki, bunların üretim süreciyle, yani kapitalist üretimin doğasıyla ilişkisi o kadar belirgin ki, şimdi bütün bu sonuçlarla karşı karşıya kalan herhangi bir bireyin varoluşsal tepkileri ve kapitalizmle karşı karşıya gelişi, bilinçli bir işçi önderininkinden daha az radikal değil. Dolayısıyla, bu durum kapitalizmin yıkılışı ve yeni bir dünyanın kuruluşu için hem devrimci hareketin alanını hem devrimci düşüncenin ufkunu hem de maddeci tarih görüşünün tercümanı olduğu sosyal mücadeleler zeminini sonsuzca genişletiyor. Bu yepyeni bir şey.
Bunu daha senkronize, daha eşgüdümlü bir halde çekip çevirmeyi henüz yeni öğreniyor devrimci hareket. O açıdan, 70’lerden daha zengin bir düşünsel hayat var. Edebiyatta da, müzikte de görebiliriz aynı gelişmeleri. 70’lerde hem ilişkilerde hem dilde eril değerlerin önde olduğunu, kahramanlık edebiyatının, maçoluğun, cinsiyetçiliğin geçer akçe olduğunu görmek mümkün.
İdeoloji ile politika, siyaset ile toplumsal hayatın ilişkilerini kavrama bakımından bugün devrimci hareketin çok daha fazla donandığını söyleyebilirim. Her şeyi siyasete indirgeyen, siyasetten başka ölçüt tanımayan bir bakış açısının, dünyayı değiştirme kavrayışını maalesef sığlaştırdığını ve bugün için pek de prototip sayılamayacak bir devrimcilik modeli ortaya çıkardığını söylemek mümkün. Bu açıdan bugün daha zenginiz.
65-71’e, 74-80’e ve sonraki dönemlere de baktığımızda, siyasal sınıf mücadelesinin yükseldiği bütün dönemler hem sömürü hadlerinin aşağı doğru çekilebildiği, hem özgürlük alanlarının fiili olarak genişletilebildiği dönemler oldu. Dolayısıyla, mücadele zemini de burası olmalı.
Fakat şu paradoksu da aklımızda tutmak kaydıyla: Devrimci hareketin öne çıkan, ikonik değer kazanmış bütün figürleri aslında bu sığlığı söze dökmüş olmasalar da sezgisel olarak ve fiilen aşmış insanlardır. Mesela, Mahir, Hüseyin Cevahir, Deniz, İbrahim Kaypakkaya bu konularda kendi sınırlılıklarımıza karşı ironik bir tavra sahip, kendi sınırlılıklarıyla böbürlenmek yerine bu eksikliklerini alaya alabilen ve o yüzden de bu dünyadan arkalarında çiğlikler bırakmadan ayrılmayı başarmış insanlardır. O yüzden devrimci prototipi deyince onları anlamıyorum, genel ortalamaya bakıyorum daha çok.
Bugün HDP’nin ortalama üyesinin donanımı 1970’lerin ortalama Dev-Genç’lisine göre daha geniş, çünkü elli yılın tecrübesine dayanıyor. Şaka değil, nice canlar, nice hayatlar, nice acılar ve nice umutlarla yoğrulmuş bir tecrübeden ve damıtılmış bir bilgi dağarcığından söz ediyoruz: Şöyle ya da böyle, havadan sudan, topraktan, kitaptan, söyleşiden, siyasi hareketten, filmlerden devraldıkları bilgiyi kendi deneyimleriyle birleştirip başka türlü şekilleniyorlar. O yüzden ilerlediğimizi düşünüyorum. Bugünkü kıvamdan şikâyetçi değilim.
Bütün bu yeni mücadele alanlarının da, biz aramış olalım olmayalım, önümüze çıktığını ve buralardan geçmeksizin yol alamayacağımızı görüyorum. Dönüp dolaşıp oraya geliyoruz, en can alıcı yere: Dünya küresel ısınmadaki artışı yüzyıl sonuna kadar 1 santigradın altında tutamazsa çorba kazanı gibi kaynayacak. Bunu akıl etmeyen, burada problem görmeyen bir insanın “sınıf mücadelesini şimdi buraya mı bağlıyoruz” diye uluorta konuşan birinin ciddiye alınmasına imkân var mı bugün? Mesele budur. Kapitalizmi en çok sıkıştıran, insanlık karşısında en çok sorumlu kılan şeylerden biri budur ve burada gerçekten çok büyük bir mücadele cephesi var. Herkes var burada.
Ayrıca şunu söylemek isterim, 1970’lerin dünyasında kalkınmayla sosyalizm arasında büyük bir örtüşme, bağ kuruluyordu. Oysa şimdi, bütün bunların ışığında sosyalizmi tanımlayışımız bile, üretici güçlerin sonsuzca gelişmesi değil, üretici güçlerin doğayla uyum içinde gelişmesi gibi bambaşka bir parametreye büründü, bürünmek zorunda. Öyle bakınca da sosyalizmdeki başarı, ürettiğimiz çimento, demir, pamuk, iplik miktarından bambaşka şeylerle ölçülecek, ölçülüyor. Üretimin temposu, kalkınmanın temposu, kalkınmanın kalitesi gibi şeyler sosyalizm tasavvurunu bile yeni baştan değerlendirmeyi, kurmayı gerektiriyor.
Gelecek açısından en önemli değişim iki kutupluluğa meydan okuyan üçüncü kutbun teşekkülüdür. Kürtlerin kendi kaderlerini tayin haklarını, bağımsız bir devlette değil, yeniden kurulacak olan Cumhuriyet’te özerk özyönetimlerde gerçekleştirmeyi öngören bir siyasal stratejiyle sürdürdükleri mücadele, Türkiye’nin demokratik güçleriyle birleşerek üçüncü bir kutup oluşturdu. 50 yılın en stratejik sonucu budur.
1970’lerde sosyalizm de, kapitalizm de neredeyse kaynakların sınırsızlığı ve sonsuzluğuna ve üretim miktarlarının, üretim hacimlerinin bir uygarlık ölçütü olduğuna özgülenmiş gibiydi. Bir şekilde simetrik bir yaklaşım vardı. Şimdi böyle değil. Ortaya çıkmış olan yeni itiraz dinamiklerinin hepsine hoş geldi, sefa geldi demenin kaçınılmaz olduğunu ve bunların hepsine sosyalizm ufkunda yer olduğunu düşünüyorum.
Demin 70’lerin edebiyatından, müziğinden dem vurdunuz. Kişisel öykünüzün köşe taşları neler? Sosyalizmi, Marksizmi benimsemenizde neler rol oynadı, edebiyatta, müzikte, sinemada, hangi isimler, eserler esinlendirdi? ODTÜ’nün Mimarlık Fakültesi’ni tercih etmeniz nasıl oldu?
27 Mayıs 1960 darbesinin ve sonuçlarının kişisel yaşantımı ve geleceğimi derinden etkilediğini söyleyebilirim. Birincisi olumsuz anlamda. Babam Demokrat Parti (DP) taraftarıydı, neden olduğunu kendisinin de iyi bilmediğini sanıyorum, ama kendisini sağcı sayardı. Darbeden sonra yalnızca yöneticiler değil, DP taraftarları da yeni rejimin hedefi olmuştu, dışlanıyorlardı. İşleri rast gitmiyordu. Öte yandan, Menderes ve arkadaşlarının idamı da ruhlarını azaba sokuyordu besbelli. 27 Mayıs bizim eve iyi gelmedi. Babam işinden gücünden oldu. Ankara’daki işyerini kapatıp İzmit’te yeni açılan rafineride bulduğu işe girdi. İzmit’e taşındık. Arkadaş çevremiz değişti. Ancak, annemin kardeşleri de 27 Mayısçıydı. 27 Mayıs olduğunda 11-12 yaşlarındaydık ama, kendi hayatımızın altüst oluşu kadar, akrabalar arasındaki bu sert tartışma ve münazaralar da bizi siyasete uyandırdı.
Doğrusu, neden olduğunu hiçbir zaman çok iyi bilemesem de, ne babamın Demokrat Partililiğinde ne de dayım ve teyzemin 27 Mayısçılığında cazip bir yan buluyordum, ama evin dışında yukarılarda bir yerde cereyan eden siyasetin büyük belirleyen olduğuna dair bir sezgiyle büyüyordum. Derken, edebiyat ve sinema yetişti.
1971 öncesi Türkiye’nin bilgi ve iletişim ortamı kitaplar, dergiler ve gazeteler ile sinema, tiyatro ve müzik çevresinde dönüyordu. 1960 sonrası düşünce hayatı üzerindeki baskılar nispeten gevşemiş, çok canlı bir basın-yayın dünyası doğmuştu. Biz büyürken, Nâzım Hikmet şiiri yasaklardan kurtulmuş elden ele, dilden dile geziyor; Yaşar Kemal, Orhan Kemal, Kemal Tahir, Fakir Baykurt durmadan yazıyor, durmadan okunuyordu. Arkalarından Adalet Ağaoğlu, Sevgi Soysal, Leyla Erbil, Gülten Akın roman ve şiirleriyle geliyordu. Şöyle ya da böyle edebiyatın ucu siyasete bağlanıyordu.
Metin Erksan 1962’de Fakir Baykurt’un Yılanların Öcü’nü filme çekmiş, sağın ve muhafazakârların infialine yol açmış, ardından Necati Cumalı’nın Susuz Yaz’ıyla sansürlenmiş, ama Berlin Film Festivali’nde büyük ödülü kapmış, yer yerinden oynamıştı. İki kutuplu siyaset ekseninde sinema da yerini alıvermişti. Her halde 60’lar ve 70’ler sinemanın altın çağıydı. Sinema popüler kültürün kâbesi olmuştu.
Sinema salonları ve açık hava sinemaları boldu ve sinemaya gitmek ucuzdu ve çok film çekiliyordu, ama bunlar arasında eleştirel ve toplumcu bakış açılarıyla Ömer Lütfi Akad, Memduh Ün, Metin Erksan, Atıf Yılmaz, Halit Refiğ, Yılmaz Güney öne çıkıyor, Duvarların Ötesi’nin, Kızılırmak Karakoyun’un, Hudutların Kanunu’nun, Göçmen Kuşlar’ın ezilen, yoksul, emekçi, haydut kahramanları orta sınıfların durgun ve mazbut yaşantı ve havsalalarına sığmayan maceralarıyla hayalhanemize yerleşiyordu.
Derken Jean-Paul Sartre ve Şolohov geldiler. Sartre 1964 Nobel edebiyat ödülünü almayı reddetmiş, “bir yazar olarak kurumlaşmayı kabul edemem” demişti. Bu meydan okuyan filozofun varoluşçuluğunda bir hikmet olmalı ve okunmalıydı. Bu tavır örnek alınmalıydı.
Egzistansiyalizmin peşine takılmalı mı diye düşünürken 1965 kendi büyük sorularıyla çıkageldi. O yıl Nobel edebiyat ödülü Mihayil Şolohov’a gitti. Bu harikulade, oku oku bitmez roman (Ve Durgun Akardı Don), üzerinde aktığı ırmakla birlikte komünizme açılıyordu ve yazarı ödülü reddetmemişti. İki ayrı felsefe ve politika, iki ayrı edebiyat ve duruştan hangisi doğru ve anlamlı olabilirdi? Bütün bunlar bir lise öğrencisinin önünden akıp giderken iki şey oldu.
O yıl lise öğrencileri nüfus sayımında sayım memuru olarak görevlendirildiler. İzmit’in, bu fabrika ve işçi kentinin yükseldikçe daha da yoksullaşan semtlerinde, haneden haneye girip çıktıkça, oturduğumuz semtin bir kilometre ötesindeki, hiçbir zaman hayal edemeyeceğim kadar derin bir sefalet içindeki binlerce insanın varlığıyla tanışmak, yaşadığımız dünyanın bize görünenden bambaşka bir yer olduğunu kafama dank ettirdi. O gün, o insanlar ondan sonra hiç aklımdan çıkmadı… Ve 1965 seçimleri geldi.
Bir tek TİP Genel Başkanı Mehmet Ali Aybar’ın konuşmalarıydı bu hiç aklımdan çıkmayan insanların halini dile getiren. Sadece ne söylediğiyle değil, nasıl söylediğiyle de partisini 17 yaşındaki lise öğrencisinin aklına soktu.
Ama koşarak gidip TİP’e üye olmadım. Hep aklımda olsa da beni siyasete ve TİP’e taşıyacak bir dolayım, bir hareket yoktu henüz ortada. Gerçi o yaz babası TİP üyesi bir arkadaşımla birlikte işçi çocuklarına matematik ve İngilizce dersi vermek için partiye gidip geldik, ama bir siyasal tutum almam için üniversiteye gelmem, yeniden büyük şehrin hayatına karışmam, başkalarıyla konuşmam tanışmam, birlikte vakit geçirmem gerekecekti.
Hep mimar olmak istemiştim. Resme yatkınlığım vardı; büyük mimarların büyük eserleri, camiler, müzeler, anıtlar hep ilgimi çekmişti, bir tasavvurun maddileşmesi süreci, yaratıcı faaliyet masa başında çalışmaktan hep daha çekici gelmişti. Merkezi sistem –o zaman öyle deniyordu– sınavlarına başvurmadım. ODTÜ sınavlarına girdim, mimarlık olmazsa diye inşaat mühendisliğini de işaretlemiştim. İkisini de kazanıp mimarlığı seçtim.
Duvarların Ötesi’nin, Kızılırmak Karakoyun’un, Hudutların Kanunu’nun, Göçmen Kuşlar’ın ezilen, yoksul, emekçi, haydut kahramanları hayalhanemize yerleşiyordu. Derken Sartre ve Şolohov geldiler. Egzistansiyalizmin peşine takılmalı mı diye düşünürken Nobel edebiyat ödülü Şolohov’a gitti. Bu harikulade, roman, Ve Durgun Akardı Don, üzerinde aktığı ırmakla birlikte komünizme açılıyordu.
O gün de bugün de düşüncem değişmedi, hangi bölümde okursa okusun insanlar, akademik eğitimin ilk iki yılında mimarlık da okuyabilseler, çok yönlü düşünmek için, bilgiyle pratiğin bağını daha derinden kurmak için, doğa bilimleriyle düşünce bilimlerini ve sanatı birbirine bağlayacak bir bilimsel yaklaşım edinmek için mükemmel bir temel edinmiş olurlardı.
Ancak, sonunda her şey gelip bir seçim yapmaya dayanınca, kendimi eğitmek ile mücadeleye boylu boyunca katılmak arasında seçmek zorunda kalınca ikincisini seçecektim. Ama ne derler, horoz ölür gözü çöplükte kalır… Benimki de öyle.
Zaten son birkaç yılın olağanüstü hızlı birikimi birinci sınıfta bir felsefi ve siyasi tercihe kapı açmıştı. Başka yerde de anlattım: Oturup, sosyalizm nedir baştan sona öğrenmeye karar verdim. Gidip Ankara’da Büyük Pasaj’daki Erdal Öz’ün kitapçısından üzerinde siyah harflerle Sosyalizm yazan sarı kapaklı kitabı aldım. Yazarı Bertrand Russel, Britanyalı liberal filozof, esasen bir Marx eleştirisi yapıyor. Ancak, Marx’ın “tarihin sınıf mücadeleleri tarihi” olduğu belirlemesiyle “komünizmde sınıfların ortadan kalkacağı” öngörüsü arasında kurduğu lafzi çelişki ve bu kurmaca çelişkiyi saçmalığa indirgeyerek verdiği hüküm –şu halde tarih komünizm ile son buluyor– asıl kimi okumam gerektiğine dair temelli bir fikir sahibi olmama yol açtı. Bu vesileyle Bertrand Russel’a müteşekkir olduğumu ifade etmeliyim. O günden beri Marx’ı okumaya devam ediyorum.
İktidar el değiştirecek, bu kaçınılmaz. İktidar el değiştirmeyecekse de şekil değiştirecek. Türkiye en azından iktidarın mevcut kuvvetler arasında dağıtıldığı bir denge durumuna kavuşacak. Bu, varolan rejimin ortadan kalkması demektir. Veya rejim karşısındakileri yerle bir etmek üzere büyük bir saldırı başlatacak. Bu da neresinden baksanız çok sert bir çatışma demektir.
Buraya kadar daha çok sol cenahın elli yılını konuştuk. Biraz karşı cepheye bakalım. Elli yıl önceki sağ blokla, Deniz Gezmiş’in idamına el kaldıranlarla, bugünkü iktidar bloku arasında ne gibi devamlılıklar, benzerlikler ve farklılıklar var?
Karakteristik unsurların aşağı yukarı aynı temel nitelikleri koruyarak genişleyerek ve kitleselleşerek sürdüğünü söyleyebilirim.
Cumhuriyet, 1946’ya kadar Kürtleri, İslâmcıları ve komünistleri müesses nizamın ve resmi toplumun dışına atarak devleti ve toplumu CHP çevresindeki Türkçü-Cumhuriyetçi blokta konsolide etme peşindeydi. Çoğul bir toplumu tek bir dünya görüşü etrafında konsolide etmeye yönelik bu anti-sosyal ve gayritabii devlet kuruculuğu pratiğinin ömrü İkinci Dünya Savaşı’yla birlikte sona erdi. Faşizmin yenilgisi ve liberal değerlerin yükselişi üzerine kurulan yeni uluslararası iklimde bir tek parti devleti sürdürülemezdi. Demokrat Parti’nin doğuşuyla CHP’deki Türkçü-Cumhuriyetçi blok dağıldı.
O güne kadar resmi toplum dışında tutulan kuvvetler de yeni düzenin iki kutuplu siyasi mimarisi içinde saflaştılar. 1950’de DP’nin İslâmcıları, liberal burjuvazi ve toprak sahiplerini ve Şafi Kürtleri yanına çekerek üste çıktığı, CHP’nin laik ve devletçi bürokrasi ve burjuvaziyle Alevileri ve devletçi Kürtleri arkasına alarak muhalefete geçtiği Türkiye’nin iki kutuplu siyasal düzeni böyle doğdu. Sonraki bütün ayrışma ve kopuşlara, iniş çıkışlara, bütün ayrışma ve yeniden ayrışmalara, askeri darbelere, iç çatışmalara karşın Türkiye’nin siyasal yaşamı hep bu kutupsallık ekseninde devindi, ta ki Kürtler bir toplumsal devrim gücü niteliği kazanıp kendi kaderlerini tayin hakkı talepleriyle üçüncü bir kutbun çekim merkezi haline gelinceye kadar.
1960 öncesi krizde bu kutupsallık toplumun başını DP’nin çektiği Vatan Cephesi ile başını CHP’nin çektiği Güçbirliği ekseninde ifadesini bulmuştu. 1971 öncesinde eski kutupsallık Adalet Partisi’nin (AP) başını çektiği “sağ” ile CHP’nin çevresine yığılan “sol” arasında yeniden şekilleniyordu. Faşist ve devrimci güçlerin çatışması henüz “sağ” ve “sol” kutuplardan kopan merkezkaç kuvvetler arasındaki bir öncü savaş niteliğindeydi.
1980 öncesinde bu kutupsallık bir ucunda sağın bütün güçlerini, AP-MHP-MSP’yi iktidarda bütünleyen Milliyetçi Cephe ile “sol”un bütün güçlerini kapsamayan, ama dirsek temasında tutan CHP arasındaki gerilimde ifade ediliyordu.
1984-2000 arası, Kürtlerin silahlı isyanını ve Sovyetler Birliği’nin çöküşünü takip eden gelişmeleri ve ekonominin ve devletin iflası bir fetret dönemi doğurdu. AKP, siyasal İslâm’ın bu fetretten çıkış sürecinde edindiği momentumun üzerinde yükselirken bir an için geleneksel kutupsallığın ötesine geçebileceği beklentilerini harekete geçirse de, Kürtlerin özgürlük mücadelesinin talep ettiği radikal değişimlere yanıt veremeyince her şey bir kez daha aslına rücu etti.
Bugünkü rejim –Cumhur İttifakı– esasen 1980 öncesinin Milliyetçi Cephe’sinin 2021’deki yansısı gibi, karşısındaki Millet İttifakı’nın ağırlık merkezinde de gene 1980 öncesindeki gibi CHP var.
Ancak hiçbir şey eskisi gibi değil, elli yıl önceki gibi değil. Bu kutupsallık, elli yıl boyunca her dönemde olduğu gibi, bir askeri darbe veya müdahaleyle sonuçlanmıyor. Bu ritm kırıldı. Çünkü iki şey oldu: Birincisi, TSK “hakem rolü” oynamasına el veren statüsünü kaybetti, doğrudan doğruya iktidarın bir eklentisi olarak yeniden konumlandı. 15 Temmuz girişiminin başarısızlığı ve daha başlamadan AKP’nin kontrolü altına girerek başının kopartılmasının en önemli nedenlerinden biri, TSK’nin durumdan vazife çıkarmasını neredeyse kaçınılmaz kılan özerkliğinin son bulmasıydı. Kriz anında, TSK hükümetin arkasına dizildi. En az bunun kadar, hatta gelecek açısından en önemli değişim iki kutupluluğa meydan okuyan üçüncü kutbun teşekkülüdür. Kürtlerin kendi kaderlerini tayin haklarını, bağımsız bir devlette değil, yeniden kurulacak olan Cumhuriyet’te özerk özyönetimlerde gerçekleştirmeyi öngören bir siyasal stratejiyle sürdürdükleri mücadele, Türkiye’nin demokratik ve toplumsal muhalefet güçleriyle birleşerek üçüncü bir kutup oluşturdu. Elli yılın en stratejik sonucu budur.
2000’lere kadar bir “ayrılıkçı” hareket olarak görülen Kürtlerin özgürlük mücadelesi, özellikle son on yıldır artan bir tutarlılıkla üçüncü kutbun kök salmasına siyasal panoramanın değişmez ve vazgeçilmez bir unsuru haline gelmesinin en önemli kaynağı.
2015 genel seçimlerinde HDP suretinde siyasi şahsiyetine kavuşan bu yeni güç merkezi kendisiyle birlikte her şeyi ve bütün özneleri dönüştürüyor.
Üçüncü kutbun varlığı ve Türkiye’nin kaderinin Kürtlerin kaderine bağlanmış olması, geleneksel kutupları da kendi içinde ayrıştırıyor ve dönüştürüyor. AKP’nin Cumhur İttifakı, örneğin elli yıldır her krizde siyasal İslâm’ın tepesine çöken Ergenekon milliyetçiliğiyle ittifaka girerken, MHP’nin tabanı ve tabanından kopan en önemli güçler İyi parti olarak CHP’nin başını çektiği ikinci kutba eklemleniyor. AKP’den kopan Deva ve Gelecek Partisi ise usul usul onun tabanını kemirerek Millet İttifakı hattına doğru ilerliyorlar.
Bunlar eski kutupsallık modeli çerçevesinde hayal edilemeyecek gelişmelerdi. Üçüncü kutbun yol açtığı güç kaymaları politik güçlerin tek bir ölçütle sadece “sağ” ve “sol” diye tasnif edilemeyeceği bir yeni siyasal dizilişe bürünmelerine, yeni ittifak bileşimleri içinde yeniden kurulmalarına yol açtı.
Bugünkü siyasal tablo şöyledir: Birinci kutup: Merkezinde MHP ve Ergenekon ile ittifak halindeki AKP’nin ve Erdoğan’ın yer aldığı diktatörlük güçleri. İkinci kutup: merkezinde İyi Parti ve Saadet Partisi’yle ittifak halindeki CHP’nin yer aldığı parlamenter muhalefet güçleri. Ve üçüncü kutup: Merkezinde toplumsal ve demokratik muhalefetle ittifak halindeki HDP ve Kürt mücadelesinin yer aldığı demokratik cumhuriyet güçleri.
Elli yılın en büyük kazancı devrimci hareketin kendisinin bir yan akıntı olmaktan çıkarak, belirleyici bir toplumsal ittifak blokunun, üçüncü kutbun asli bileşenlerinden bir haline gelmiş olmasıdır.
Bugün HDP’nin ortalama üyesinin donanımı 1970’lerin ortalama Dev-Genç’lisine göre daha geniş, çünkü elli yılın tecrübesine dayanıyor. Şaka değil, nice canlar, nice hayatlar, nice acılar ve nice umutlarla yoğrulmuş bir tecrübeden ve damıtılmış bir bilgi dağarcığından söz ediyoruz.
Bugünden, 1921 Anayasası’nın 100. yılından yakın geleceğe, diyelim on yıl sonrasına baktığınızda nasıl bir Türkiye öngörüyorsunuz, toplumsal muhalefet ve sosyalistler nasıl bir yol izlemeli?
Aslında iyimser bir kehanette bulunmak icap eder ama, bir bütün olarak demin konuştuğumuz büyük küresel krizler dolayısıyla, on yıl sonra mevcut siyasi coğrafyalar üzerinde her şeyin aynen devam edeceğini düşünmek, değişen kuvvet dengeleri içinde gerçekçi olmaz. Bugüne sıkışıp kalmamamız lâzım. ABD’nin göreli gerilemesine, Çin’in dünya çapında göreli ilerleyişine, Avrupa’nın yerinde sayışına ve Rusya’nın bu denge içinde özellikle Doğu Avrupa’da ve Ortadoğu’da edindiği yeni inisiyatiflere baktığımda, yeni bir küresel güç ve nüfuz dağılımının eşiğinde olduğumuzu düşünüyorum. Bu eşik Türkiye, Brezilya, Malezya, Güney Afrika, Sırbistan, Ukrayna gibi ülkelere yeni hareket alanları açıyor, bu ülkelerin burjuvazilerini küresel güç paylaşımı konusunda yeni iddialarla donatıyor.
Önümüzdeki on yılda bu gerilimlerin devam edeceğini ve bunun, özellikle Türkiye söz konusu olduğunda, Kürtlere kendilerini özgürleştirme kapısı açacağını öngörebiliyorum. Bu pekâlâ HDP’nin teklif ettiği ortak ülke zemininde de olabilir, bunun önünde mantıksal bir engel yok. Fakat rejimin Kürtlerin yaşadığı her yeri zapt ederek Kürtlüğü bitirme çabaları, ortaklaşa özgürleşme kapısını her geçen gün daraltıyor ve geride çok kanlı hatıralar biriktiriyor. Bu, Kürtleri kendi kaderlerini tayin bağlamında dört parçada da kopuşçu seçeneklere yönlendirebilir. Bu çok daha sert ve çatışmalı gelecek tasavvurlarına yol veriyor. O yüzden birinci seçeneğe asılmak daha doğru. Ama buna karar verecek olan Kürtler, biz değiliz.
Bununla birlikte, birinci seçeneğe asılacaksak hem bölgesel hem de yerel düzeyde istilacı, hegemonyacı güçlerin yenilgiye uğratılması en önemli hedef olarak karşımızda beliriyor. Bu açıdan henüz yeterli güç birikmedi.
Ama tüm bunlara bakarak şunu söyleyebilirim: Bugün 1980 öncesine, 1920’lere dönülemez. Onlar dünde kaldı. Belki 1921 Anayasası’nın ima ettiği şey, “yerel muhtariyetler” üzerinden Kürt sorununun barışçı çözümü bugün daha çok gerçeklik kazanabilir, ama 1920’lerin esasen kırsal yaşantısı içinde ve sayılı bir nüfusla mümkün görünen bu teklifin modernitenin çelişkileri bağlamında ne kadar uygulanabilir olduğu tartışma götürür.
Öte yandan, köprülerin altından çok sular aktı, Cumhuriyet’in silsileler halindeki Kürt katliamlarının eşliğinde şekillenmiş bir “Türklük Sözleşmesi” oldu. 12 Eylül’le anayasanın “dibace”sine de kazınmış olan bu zımni sözleşmenin son bulması gerekiyor. Türklüğe tanınmış olan üstünlük ve avantajlardan kolayca vazgeçilemeyeceği için, bu hakimiyet prensibinin yerine eşitlik ve dayanışmaya dayalı yeni bir toplumu geçirmek de kolay olmayacak. Fakat her şeye rağmen, eskisine göre daha mümkün, çünkü bu teklif yüzde 20’ye yakın bir taraftar kitlesine sahip, HDP’ye oy vermeyenlerin de bir bölümü aslında böyle düşünüyor. Bu yepyeni bir unsur.
Önümüzdeki 10 yılda Türkiye’nin alacağı şekil HDP’ye vücut veren toplumsal dinamiklerin yeni bir toplum kurma başarısına bağlı olacak. Bu pekâlâ olabileceği gibi, bunun başarısızlığı halinde bir haydut devlet olarak Türkiye, kendisini bu çalkantılı denizde oradan oraya savrulurken de bulabilir. Doğrusal bir gelişme ihtimali yok, sıçramalı olacak, bu sıçramalar birkaç yönde olabilir.
Dolayısıyla, bu çalkantılar içinde pek çok şey bizim bu süreci yönetmeyi başarıp başaramayacağımıza bağlı. Diyebilirim ki, önümüzdeki on yılda Türkiye’nin alacağı şekil HDP’ye vücut veren toplumsal dinamiklerin yeni bir toplum kurma başarısına bağlı olacak. Bu pekâlâ olabileceği gibi, bunun başarısızlığı halinde bir haydut devlet olarak Türkiye, kendisini bu çalkantılı denizde oradan oraya savrulurken de bulabilir. Doğrusal bir gelişme ihtimali yok, sıçramalı olacak, bu sıçramalar birkaç yönde olabilir.
Fakat çok büyük ölçüde 2020’leri nasıl geçireceğimize çok bağlı her şey, 2021’de barışçı bir geçiş için yeterli kuvvet sağlayabilirsek o zaman pek çok şey farklı olabilir. Fakat önceki beş yıla baktığımızda bu geçiş, yani tekçilikten çoğulculuğa geçiş karşısında büyük bir direncin olduğunu görüyoruz. O yüzden, hiçbir şey kolay gözükmüyor. Ama istikametler az çok ortaya çıkmış durumda. Her şeyi mücadele tayin edecek.
En yakın vadeye baktığınızda hangi ihtimaller öne çıkıyor? Erken seçim, zamanında seçim, iktidarın sürmesi, el değiştirmesi…
İktidar el değiştirecek, bu kaçınılmaz. İktidar el değiştirmeyecekse de şekil değiştirecek. Yani Türkiye en azından iktidarın mevcut kuvvetler arasında dağıtıldığı bir denge durumuna kavuşacak. Bu, varolan rejimin ortadan kalkması demektir. Veya rejim karşısındakileri yerle bir etmek üzere büyük bir saldırı başlatacak. Bu da neresinden baksanız çok sert bir çatışma demektir.
Birinci seçeneğin gerçekleşme olasılığının ağır bastığını, fakat bunun da özellikle HDP’nin uyardığı beklentileri aşındıran bir “tepede uzlaşma” kapısını açabileceğini düşünüyorum, ki bu bütün mücadelelerin 2021 sonrasına taşınacağı bir süreci ima ediyor. Yani bir istikrar, bir denge bu şartlar altında oluşmaz. HDP çevresinde kümelenen güçler meşru bir ortak sürece katılmadıkça sahici bir değişim olmayacaktır. Rejimin şu anki bütün çabası bu ihtimali bertaraf etmeye yönelik.
İkinci kutuptakiler üçüncü bir ortağa yer açmakta tereddütlüler, ama o olmadan daha ileriye gidemeyeceklerini de biliyorlar. Ortaklığın mahiyetini ve düzeyini üçüncü ve ikinci kutup arasındaki ilişkiler belirleyecek. Bunların hepsi bir şekilde bir genel seçime taşınacak. Rejim halkoyuna başvurmadan egemenliğini sürdürebileceği ve rıza üretebileceği bir konumda değil. Halka gidilecekse, bütün avantajları elinde toplamış olarak seçime gitmek istiyor, ancak meşruiyetini yitirmiş olduğu için de ne yapsa sırıtacak. Bu durum göreli olarak lehimize çalışıyor, ama hiçbir şey altın tepside sunulmayacak. Yani gidişat gerilimli, çatışmalı, sonucun her iki tarafa da yıkılabileceği bir dengesizlik üzerinde cereyan edecek. Sakin bir gelişme düşünemeyiz. Sakin bir gelişme olacakmış gibi hazırlanan herkes kaybedeceğinden emin olabilir.
27 Ocak’ta, Yeni Yaşam’daki “Siyasetin Zemini” başlıklı yazınızda şöyle diyorsunuz: “Son elli yılın deneyimine baktığımızda, toplumun işsizlik, pahalılık, yoksulluk ve bunlarla eklemlenen sağlık ve eğitim krizlerinden nisbi özgürleşmesinin, ezilenlerin bu eşitsizliklere karşı siyasal sınıf mücadelelerinin yükseldiği dönemlerinin eseri olduğunu görebiliyoruz.” Ve devamında, “faşizmin kurumsallaşmasına karşı, rejimi parlamento dışından kuşatan bir demokrasi ittifakı”nı muhalefetin siyaset zemini olarak tarif ediyorsunuz. Bu tarifin dayanağı ve içeriğiyle bitirelim…
Şimdi konuştuklarımızı orada daha derli toplu ifade etmişim. (gülüyor) Sonuçta, bu söylediklerimizin hiçbirini kurumsal olarak elde edemeyebiliriz. Fakat şunu elde etmiş olmak bile son derece büyük bir avantajdır: Güçlü bir sınıf mücadelesi sömürü hadlerini aşağı doğru çekecektir. Polis şiddetini yavaşlatacaktır, ücretlerin yukarıya doğru tırmanmasına yardımcı olacaktır. Kısıtlamaların ve yasakların gerilemesine yol açabilecektir. Son elli yıla bakalım, Türkiye’de ezilenler bu açıdan en önemli avantajları 1965-71 arasında yakalamışlardı. Bu, ezilenlerin, yoksulların, yönetilenlerin hak ve söz sahibi olduğu ve bunu gerçek yaşamlarında hissedebildiği bir dönemdi. Bu bir devrim değildi, ama siyasal sınıf mücadelesi yukarıdan gelen şiddeti ve sömürüyü dengelediği nispette gerçek gelirlerde, refah seviyesinde, özgürlüklerde artış oldu. Bu bir darbeyle durduruldu.
1974-80 arası toplumun kendisini en özgür hissettiği, hareket sahasının en çok genişlediği, dilediği gibi konuştuğu yazdığı, aynı zamanda büyük çatışmalar içinde hayatlarını kaybettiği, ama sonuçta özgürlük alanlarının genişlediği, sömürünün daraldığı, insanların çalıştıkları, yaşadıkları yerleri, işyerlerini, mahallelerini, kendilerinin yönetebildikleri, bu kazanımlara yönelik saldırılardan kendi kendilerini korudukları özsavunma ve özyönetim imkânlarına kavuştukları bir dönemdi. Bu dönem de bir başka darbeyle sonlandırıldı.
Sonraki dönemlere baktığımızda da siyasal sınıf mücadelesinin yükseldiği bütün dönemlerin hem sömürü hadlerinin aşağı doğru çekilebildiği, hem özgürlük alanlarının fiili olarak genişletilebildiği dönemler olduğunu görebiliriz. Dolayısıyla, üçüncü kutbun mücadele zemini de burası olmalı. Gücü budanmış parlamentoyu eksen alan, sözü ve mücadeleyi orada kuran, statükoyu yeniden üreten siyaset yaklaşımı yerine, bilinçli bir biçimde devletle özel hayat arasında kalan bütün alanlardaki mücadeleyi birbirleriyle birleştiren ve yenilmesi çok daha güç bir mevzi savaşı sürdürerek kendisini bir güç merkezi olarak inşa edeceği bir toplumsal ve kültürel karşı-hegemonya zeminini kurmayı denemesi gerekir. Bir seferde başlayıp bitecek bir şeyden söz etmiyoruz. Nereleri tutmalı, nereleri kazanmalı, asıl yığınağı nereye yapmalı sorusunun cevabının burada olduğunu düşünüyorum.
Bu söyleşinin kısaltılmış versiyonu Express’in 175. sayısında (Mart-Mayıs 2021) yayınlanmıştır.
Yorum yazabilmek için oturum açmalısınız.