Devlet “sınıf birincilerini” sevmez

Silahlı kuvvetler gençliğinin tarihsel eğilimlerine daha geniş bir açıdan baktığımızda genç subayların hükümet ve yüksek komuta kademesinin plan ve beklentilerine sığmayan davranışlarının günümüze özgü bir olay olmadığını, olan biteni bir “komplo”ya, başının nerede olduğu henüz bilinmeyen bir “cunta”nın elinden çıkmış bir koreografiye bağlamanın gidişatı anlamak açısından anlamlı bir ipucu sağlamayacağını görebiliriz.

“Değerler ve gerçeklerle ilgili bir düşün buhranı içinde ve ekonomik, politik bocalamaların derinliğindeyiz. Bu buhran ve bocalamalardan aydın Batıcılığı, ırkçı ya da dinci ulusçuluk görüşleri ile kurtulunamaz.”(*)

Hava Yer Teğmen Saffet Alp 1960’lar Türkiye’sinin büyük sorunsalını tartıştığı bu satırların mürekkebi daha kurumamışken ağır yaralı olarak ele geçirildiği Kızıldere katliamında kontrgerilla subaylarınca alnından vurularak öldürülmüştü.

Göksenin: Genç Havacıların 68’i

Saffet Alp’in içinde “Türk Düşünüşünün Batılılaşma Eylemleri İçerisinde Evrimi” başlıklı makalesinin de yer aldığı 1969’da Hava Harp Okulu öğrencilerince yayımlanan “Göksenin Kültür Yıllığı” bugün Harp Okulları öğrencilerinin mezuniyet törenleri dolayısıyla patlak verenlere benzer bir tartışma doğurmuştu. Silahlı kuvvetlerin kurulu düzeni ve politik iktidar zeminlerinde yarattığı tepkilere bakılırsa “Göksenin” bir bakıma 1968’in silahlı kuvvetler gençliği içindeki yankılarından biri sayılabilirdi.

Saffet Alp, “Göksenin”de sorduğu soruların peşine düşüşünün bedelini, kolunda Hava Harp Okulu’nu ikincilikle bitirişinin ödülü olarak aldığı Başbakan Süleyman Demirel imzası kazınmış saatiyle Kızıldere’de kurşuna dizilerek ödedi. Rejimin muhataplarını asker-sivil diye ayırt etmeyen karşı devrimci reaksiyonunun şiddeti, her zaman kahredici olmuştu.

Sınıf birincisi kadınlar

Kara, Hava ve Deniz Harp Okullarından birincilikle mezun olan kadın teğmenlerin duruşlarıyla egemen oldukları ant içme törenlerinde yarattıkları havanın iktidar ve muhalefet çevrelerinde “ordu gençliği”nin yönelişleri konusunda yol açtığı karmaşık tepkiler, aslında yepyeni bir tartışmayla karşı karşıya olmadığımızı hatırlatıyor.  

15 Temmuz 2016 kalkışması bahane edilerek, yeni baştan inşa hedefiyle “Milli Savunma Üniversitesi” adı altında toplanan Kara, Hava ve Deniz Harp Okulları’nın 8 yıllık tadilattan sonra toplumsal gündemin ön sıralarına kadın suretinde yerleşmesinin, cinsiyetçi, kadın düşmanı siyasal rejimin beklentileriyle örtüşmediği ortada. Her ne kadar tartışma “kılıç kuşanan” mezunların bir bölümünün “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” sloganlarıyla gayri resmi bir ant içme töreni düzenlemiş olmaları etrafında dönüyor görünse de iktidar ideologlarını asıl, eve tıkamak için her yolu denedikleri kadınların binlerce erkek arasından, harp okullarının birincisi, erkeklerin komutanı olarak temayüz etmesinin rahatsız ettiğini düşünmek yersiz olmaz.

Bu kadın duruşunun AKP’nin rejimi din eksenli dönüştürme gayretlerinin beyhudeliğinin bir nişanesi olarak laik muhalefetin iyimserliğini beslediğini, yeni mezun teğmenlerin kıtalarına “Mustafa Kemal’in askerleri” olarak intikal edecek olmalarının da Atatürkçülerin damarlarına bir doz özgüven aşısı zerk ettiğini varsayabiliriz.

Ordunun “onulmaz” çelişkisi

Ancak, silahlı kuvvetler gençliğinin tarihsel eğilimlerine daha geniş bir açıdan baktığımızda genç subayların hükümet ve yüksek komuta kademesinin plan ve beklentilerine sığmayan davranışlarının günümüze özgü bir olay olmadığını, olan biteni bir “komplo”ya, başının nerede olduğu henüz bilinmeyen bir “cunta”nın elinden çıkmış bir koreografiye bağlamanın gidişatı anlamak açısından anlamlı bir ipucu sağlamayacağını görebiliriz.

Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK), bütün ordular gibi peşinde koştuğu azami nizam, intizam ve disipline ulaşma hedefiyle bu hedefin hiçbir zaman tam olarak gerçekleşememesi arasındaki “onulmaz” çelişki, düzen karşıtlarının, “iç ve dış düşmanlarımız”ın tertiplerinden kaynaklanmıyor. Bu çelişki, en önce ordunun insan doğasına temelden aykırı bir makine olarak tasarlanmış kurgusundan, daha sonra eratın da, subay kıtalarının da birincil insan kaynağının halk -bildiğimiz halk- olmasından doğuyor.

Bu, tasavvurdaki nizam intizam makinesinin gerçeklikte daimî bir ast-üst gerilimi içinde parçalanmaya uğraması, halka boyun eğdirmenin başlıca aygıtı olan ordunun halkla devlet arasındaki ve halk içindeki sınıf, kuşak, cinsiyet, kültür, zihniyet çatışmalarını sürekli ithal etmeden varlığını sürdüremeyecek olmasının kaçınılmaz sonucu.  Son 70 yıldır kadınları da içere gelen TSK’nin “onulmaz” çelişkisinin bir ucunda, tasavvur edilen orduya en aykırı, halka en yakın ve gayri insani militarist pratiklere en uzak unsurları olan ordu gençliğinin yer alması bu diyalektik bağlamında gerçekleşiyor.

Bu çelişkinin her somut durumda ne yönde seyredeceği, toplumda süre giden sınıf mücadelelerine ve bunların yansısı olan siyasal mücadele saflaşmalarının gidişatına bağlı. Son Harp Okulları mezuniyet törenlerinin gösterdiği şudur: 12 Mart 1971 darbesinin kıyıcı şiddetiyle başlayan Saffet Alp gibi isyana cüret etmiş “proleter devrimci”leri hiçbir yasa tanımadan cezalandırma pratiklerinin peşi sıra, toplumsal muhalefetle bu potansiyel insan kaynağı arasına “yangın duvarları” kurmak üzere 50 yılı aşkın bir zamandır sürdürüle gelen gayretler, bir kez daha toplumsal sınırlara gelip dayanmıştır.

Buradan hareketle, tartışılan Harp Okulları tablosunda, esasen 31 Mart yerel seçimlerinde dışa vuran toplumsal eğilimlerin TSK gençliği arasında da bir izdüşümünün bulunmasında şaşırtıcı bir yan olmadığı söylenebilir.

1970’lerin devrimci dalgası, 2020’lerin dolaylı muhalefeti

Kızıldere Katliamına öngelen günlerde ve katliamın ardından THKP-C’ye yönelik çökertme operasyonlarında tutuklanan yüzü aşkın Hava Harp Okulu öğrencisi, teğmen ve üsteğmen 12 Mart darbesine karşı halkın, devrimin, demokrasinin ve özgürlüklerin savunulması, askeri diktatörlüğe karşı direniş için harekete geçen yeni kuşak devrimcilerdi. Öğrenciler ve aydınlar arasında hâlâ ordu üzerine devrimci fanteziler kol gezebiliyor olsa da o genç subayların içinden geldikleri orduya son derece serinkanlı ve mesafeli yaklaşmak için pek çok nedenleri, orduya bir dönüştürücü güç vehmetmeyecek kadar dolaysız deneyimleri vardı. Saffet Alp işte bu dolaysız pratikler ve düzenli politik ve teorik çalışma içinde “Göksenin”de kendi çabalarıyla ulaştığı mantıksal sonuçları temellendirmeyi başarmıştı: Saffet’in “Türk Düşünüşünün Batılılaşma Eylemleri İçerisinde Evrimi” başlıklı makalesinin son cümlesi şu ifadelerle noktalanıyordu: (…) “topluma sürekli bir devrimcilik anlayışının egemen kılınması zorunludur.”

1970’lerde silahlı kuvvetler gençliği içindeki politik yansımalar, dönemin genel, küresel eğilimlerinin bir tezahürüydü. Saffet Alp ve TSK’deki “proleter devrimciler”in deneyimleri bu bağlamda “özgün” olsa da eşsiz sayılmazdı. Brezilya ve Venezuela’da 1970’lerde gerçekleşen, Bolivya ve Peru’da etkileri görülen mücadelelerin de gösterdiği gibi nispeten gelişmiş kapitalist ülkelerin hepsinde genç askerlerin oligarşilere ve askeri diktatörlüklere direnişlerinin bir genel karakteri vardı. Birbirlerinin deneyimlerden haberleri olsun olmasın Asya, Afrika ve Amerika kıtalarında silahlı kuvvetlerde ABD hegemonyasına karşı toplumsal mücadeleye katılma yönünde bir genel küresel eğilim baş göstermişti. Batı yarımküredeki başkaldırılarla eş zamanlı olarak ABD’nin Orta Doğu’daki nüfuz sahalarında da kapitalist gelişmenin yarattığı yeni kentsel dönüşümlerden beslenen çelişkiler ve toplumsal altüstlükler ABD askeri doktrinleriyle eğitilen silahlı kuvvetler tabanında da yeni anti-emperyalist ve devrimci dinamiklerin doğuşuna yol açıyor yeni devrimci örgütler ve mücadele şekilleri ortaya çıkarıyordu.

1971-72’deki boy ölçüşmede Türkiyeli devrimciler emperyalizmin bu birleşik savaş stratejisini bozguna uğratamadılar, ama Kızıldere’deki paha biçilmez kayıplar karşılığında Türkiye halklarının muazzam bir aydınlanma yaşamasına yardımcı oldular.

Birincisi, toplum 12 Mart 1971’de dehşet içinde, emperyalizmin bir “içsel olgu olduğunu”, ABD’nin stratejik çıkarlarının bekçisinin kendi “silahlı kuvvetleri”nden başka kimse olmadığını kendi öz deneyimiyle öğrendi.

İkincisi hem toplum hem genç askerler 15-16 Haziran 1970’ten itibaren öğrenmeye başladıkları ordunun ezen ile ezilen arasında hakem rolünün “ordunun fıtratı”na aykırı olduğuna ilişkin tarih dersini 30 Mart ve 6 Mayıs 1972 trajedileriyle hiçbir yanılgıya yer bırakmayacak bir şekilde içlerine sindirdiler. “Kurtarıcı” askerler bir daha geri gelmemek üzere, tarihteki yerlerine kaldırılmışlardı çoktan. Genç askerler eğer toplumun kurtuluşuna eşlik edeceklerse, bunu devletin başında değil, toplumun bağrında yapacaklardı.

Ve bir ders daha, devlet sınıf birincilerini sevmez: İster istemez, akranlarının toplam eğilimlerini, onlarda biriken cevheri dışa vuran sınıf birincileri, rütbelerini aşan parlaklıkları dolayısıyla bir sorun kaynağı olarak not edilir. Ya kendileri geri çekilir ya parıltıları er ya da geç söndürülür.
_____________________
(*)Bu ve diğer alıntılar için bkz. “Saffet Alp: Genç Subayın ‘Kurtarıcılık’tan ‘Proleter Devrimciliğe’ Trajik Yolculuğu” ertugrulkurkcu.org

Yeni Yaşam, 5 Eylül 2024