Demokratik Özerkliğin kurumları

Adaylık işleri ortaya çıkmadan önce, Mersin BDP İl Örgütü beni Çözüm Çadırları’nda planlanan panellerden birine çağırmıştı. Mersin’e gitmek üzere hareket ettiğim sırada artık adaylar yalnız belli olmakla kalmamış, aynı zamanda Mersin adayı da içinde olmak üzere BDP adayları bir de “veto” edilmişti. Filiz Koçali ile birlikte Amed’deki direnişi izledikten sonra ben Mersin’e uçtum.

Ve daha “bismillah” demeden kendimi Bismil’de işlenen “devlet cinayetini” protesto eyleminin içinde buldum. İşler o hale gelmişti ki, ben Mersin İl Başkan’ının bir koluna girdim, diğer koluna giren Mersin adayı Ertuğrul Kürkçü’yle birlikte yürümeye başladım.

Olaylar “gazeteciliğin” boyunu aşmıştı.

Oturma eylemi sürerken birden yan sokaktan elinde Türk bayrağıyla adamın biri fırladı. Onun fırlamasıyla birlikte de, “provokasyon tezgahı” otomatiğe bağlanmış gibi işlemeye başladı. Ama bu defa sökmedi. “Öz savunma” kitleyi provokatörden de, onun ve belki de YSK’nin arkasına saklanan “derin devlet” tertipçilerinin tuzağından korudu. Provokatörün burnu bile kanamadı. Kanamayınca da provokasyon başarıya ulaşamadı, eğer başarılsaydı, diyelim ki provokatör o hengamede hayatını kaybetseydi, belki de seçim bile kaybedilebilirdi.

Mersin’de halk ve “öz savunma” hem BDP’yi, hem de vekil adayını korumayı başardı. Bu “küçük bir taktik zafer”di. Demokratik Özerkliğin “kurumları” işlemeye başlamışı.

***

Yas, zafere selam

Mersin’de çatışmalar günlerden beri sürüyordu. Ben Mersin’e geldiğim gün, gece saat 20’de Akdeniz İlçesi’nde kurulu Çözüm Çadırı çevresinde başlayan çatışma sabah 08.00’e kadar tam 12 saat sürmüştü. Kürt gençleri polisin çadırı ele geçirmesini önlemişti. Daha sonra saat 14’te yeni bir çatışma daha yaşanmıştı. Ben çadıra vardığım sırada saat 18.00 civarıydı ve yüzlerce “öz savunmacı”yla sayılarını bilemediğim polis güçleri arasında yeni ve son derecede sert bir çatışma daha başladı.

Çadır dört Kürt mahallesinin orta yerinde kuruluydu. Ve burada polis ve onun karakolu tümüyle “yabancı” bir unsurdu. “Dostu”, “işbirlikçisi”, “muhbiri” filan yoktu. Diyarbakır balkonlarından atılan “limon”, buranın balkonlarında “kazma” ve “balyoz”a dönüşmüştü ve gençlerin, yaşlıların, çocukların “taş imalatı” için “balkonlar” direnişçilere “lojistik” destek veriyordu.

Polis saldırısı altında hem benim katılacağım paneli, hem de panelden sonra “Kutlu Doğum Haftası” münasebetiyle okunacak Mevlid’i yapmak imkansız hale gelmişti. Yüzlerini kapayan gençler bütün sokaklardan, kendilerine has taktiklerle fırlıyor, gazın etkisi altında kalanlar çekilirken, “taze güçler onların yerini alıyordu. Sayıları 500’ü buluyordu.

Tam “savaşın” en kritik anında birden balkonlardan haber verildi: Zafer kazanılmıştı. YSK BDP adaylarını “veto” eden kararını geri çekmek zorunda kalmıştı. Günlerdir süren direniş devleti geriletmişti. Nasıl daha önce Zap’ta olduysa, ardından Yerel Seçimlerde gerçekleştiyse, bu defa serhildan da büyük, somut ve çok önemli bir zafer kazanmıştı.

Gaz bulutları henüz dağılmadan, polis güçleri henüz mevzilerinde yeni bir saldırıya hazırlanırken bu haber bir anda alanda muazzam bir gösteriye neden oldu. Elli metre ötede gaz bombalı tüfeklerini halka çevirmiş polislere aldırmadan halk platformun önünde toplandı. Bizler platforma çıktık. Biz konuştuk, halk hem zaferini sloganlarla kutladı, hem de bu zafere adını yazdıran Şehit Oruç için gözyaşları döktü. Biber gazı Kürt halkının göz pınarlarını kurutamamıştı. Şehitleri için hala dökülecek gözyaşları vardı.

Ve bir de baktık ki, “yenilenler”, “cepheden” büyük bir utanç içinde terk ediyor.

Mahalle artık Hükümet kuvvetlerinden arınmıştı… İl Başkanı Cihan Yılmaz, benzetmek ayıp olmasın, polisin çekildiği yoldan, “muzaffer bir komutan” gibi alana girdi ve “AKP’yi direnerek iflas ettirdiniz” dedi. Ve kitle “direne direne kazanacağız” sloganını haykırdı.
Ben uzun yıllardan sonra bir sloganın gerçekten hayata geçtiğine tanık oluyordum.

Direne direne kazanmışlardı… ***

‘Leğen’ taktiği ve ‘savaş ekonomisi’

Eğer büyük savaşları konu alan romanları okumuşsanız, cephede savaşanların hayatı nasıl alaya aldıklarını, ölümü nasıl doğal karşıladıklarını bilirsiniz. Kürt halkı bunu romanlardan öğrenmiyor. Kendisi roman yazıyor.

İki “saldırı” arasında sohbet ediyoruz: Biraz sonra savaş alanına dönecek olan çadır önündeki alanda sandalyelere oturmuşuz. Bir arkadaş konuşuyor: “Savaş dışı kalmış” mahallelerden birinde halk “sineklerden” şikayet etmek için belediyeye başvurmuş. Belediye memuru yanıt vermeden, “Roj” yani “Güneş” mahallesinden bir yurtsever bizim Roj’da, Zilan’da, Azadi’de, Berhudan’da sinek yok demiş. Şikayetçi merakla “niye ki?” diye sormuş. Yurtsever ona demiş ki, “çünkü siz savaşmıyorsunuz, biz savaşıyoruz, devlet bizim mahallelerimize binlerce gaz bombası atıyor, biz ölmüyoruz, ama sinekler ölüyor. Siz de savaşın sinekleriniz ölsün”…

Hep birlikte gülüyoruz.
Gençler devletin “silah teknolojisine” karşı kendi “savunma teknolojilerini” geliştiriyorlar. Aynı zamanda devletin “kapitalist moderniteye” has “yoksullaştırma” taktiğinin alternatifi olararak bir “savunma ekonomisi” kuruyorlar.

Gençler müthiş. Ortada bir çamaşır legeni ve içinde de su var. Nedir bu diye soruyoruz. “Savunma leğeni” diyorlar. Polis gaz bombası atınca, aşırı derecede kızgın ve etrafı gaz bulutuna boğan bomba kovanlarını gençler artık yanarak nasırlaşmış çıplak elleriyle yerden alıyor ve bu su dolu “savunma leğenine” atıyorlar.
Gaz bombası o anda “fısss” diye sönüyor. Duman filan kalmıyor. Bomba ölüyor. Ben bu işe hayran olup şapka çıkaracakken, bir genç de devam ediyor.
“Ele geçirdiğimiz bu alüminyum alaşımlı kovanları sudan çıkarıp, uygun bir yerde topluyoruz.”

Ben “basına göstermek için mi?” diye soracakken, genç devam ediyor: “Çatışma dışındaki arkadaşlarımız bu toplanan kovanları hemen hurdacılara götürüyor ve kilosunu 4-5 liradan satıyor.”
Yüzlerce kilo bomba kovanı satmışlar.
“Askeri harcamalarımızı polis bombalarının kovanlarını satarak karşılıyoruz…”
Ağzım bir karış açık kalıyor.
“Bunlarla başa çıkılmaz” diye mırıldanıyorum.

***

‘Öz savunmacıların’ İbrahim ‘dedesi’

Polis saldırısı başlarken biz arabadaydık. Yanımızdan hızla geçen İbrahim Sığınç’ı fark ediyorum. Onu İl binasında tanıdım 1938 doğumlu. 2 çocuğu gerilladaymış. Şırnaklı. Gençlerle birlikte kilometrelerce yol yürüyor.

“Yorulmuyor musun?” diye soruyorum.
Onun yanıtını almama kalmadan, yanımdaki arkadaş, 90’ına merdiven dayamış bu yaşlı Kürt yurtseverin ayakkabılarını gösteriyor. Bunlar dağdakilerin giydiği ayakkabılarının tıpkısı. Neden yorulmadığını “anlıyorum”.

Kürt öz savunmacı gençliğin “dedesi” gözümde gençleşiyor. Onu kucaklıyorum.
İşte bu İbrahim “dedeyi” çatışma mahalline doğru koşar adım giderken görünce arabadan inip yanına gidiyorum. “Çatışma var gitme” diyorum. O ömrüm boyunca unutamayacağım o masum bakışlı gözlerini bana dikerek, “ben oradaydım, üşüdüm, giyindim, yeniden gidiyorum” dedi. Yürüdü. Ardından baka kaldım.

***

Sağır ve dilsiz, hem duyuyor, hem konuşuyor

Zaferin ilan edildiği anda yaşlı bir adam birden boynuma sarılıyor. Merhaba filan diyorum, ama o bir takım garip el hareketleri yapıyor. Şaşırıyorum. Sağır ve dilsiz. Köyünde patlayan bir havan topuyla iki kulağı da sağır olmuş. Adı Ali Yılmaz. En az yetmişinde.

“Ah diyorum içimden, işte böyle yapmak istediler, havanla nasıl Ali Yılmaz’ı “sağır ve dilsiz” ettilerse, işte bu coplarla, bombalarla, basınçlı sularla, plastik ve ardından da gerçek mermilerle tüm Kürdü “sağır ve dilsiz” etmek istediler.

Olmadı. Başaramadılar.
Sağır ve dilsiz Ali Yılmaz ile İbrahim “dedeler” onlara “dur” dedi. Birisi “kulaklarını ve dilini”, diğeri “iki evladını” halklarına vererek, zafere doğru yürüyenlerle yürümeye devam edecekler.

Veysi Sarısözen
http://www.yeniozgurpolitika.org/?bolum=yazi&yid=10381