Değiştiremediğimiz her şeyi yutmak zorunda değiliz

Gardrop hukuku, Uluslararası Ceza Mahkemesi mevzuatının önünü keser: Bir takım elbise, bir kravat ve bir çift kundura, başına 10 milyon USD istenen “uluslararası terörist” Muhammed el-Colani’den, bebek kadar masum bir Ahmed Eş-Şara yaratmaya yeter de artar.Doğrusu bütün uluslararası nizamın böyle hızla alaturkalaşmasına bakarak, Tayyip Erdoğan’ın kendisinde bulduğu hikmetlere ve buradan aldığı hızla gelecek yüzyılı “Türkiye Yüzyılı” ilan etmesine şaşmamalı.

Şimdi her şey olmuş bitmiş gözüküyor… “İsyancılar” sonunda Şam’ı fethetmiş, “zalim Esad” bir gece yarısı ülkesini terk etmiş, Suriye uzun yıllar Hakan Fidan’ın yüksek takdirine mazhar olacak şekilde “Türkiye ile istihbarat alışverişi sürdüre gelen” HTŞ kuvvetlerinin yönetimine geçmiş.

Geçmiş mi, geçmiş! O zaman hakikati kabullenmek, Suriye İç Savaşı’nın diğer tarafıyla işleri tatlıya bağlamak gerek. “Peki, bunlar terörist değil miydi?” Onun da kolayı var, Hakan Fidan’a sorulsun. O ne diyor? “Valla, 10 yıldır bir teröristliklerini görmedik… Ama şimdi hukuki boyut ile fiili boyutun birbiriyle çeliştiği farklı bir durum var.”  Çelişkiyi kaldırmaktan kolay ne var. Fiili boyut, hukuki boyutu götürür. Gardrop hukuku, Uluslararası Ceza Mahkemesi mevzuatının önünü keser: Bir takım elbise, bir kravat ve bir çift kundura, başına 10 milyon USD istenen “uluslararası terörist” Muhammed el-Colani’den, bebek kadar masum bir Ahmed Eş-Şara yaratmaya yeter de artar.

“Uluslararası nizam”ın alaturkalaşması

Doğrusu bütün uluslararası nizamın böyle hızla alaturkalaşmasına bakarak, Tayyip Erdoğan’ın kendisinde bulduğu hikmetlere ve buradan aldığı hızla gelecek yüzyılı “Türkiye Yüzyılı” ilan etmesine şaşmamalı. Kabul etmek lazım gelir ki, bu dönüşüm “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi”nin icadıyla başlamıştı. Tekrar hatırlıyoruz. Daha 2016’da mevcut iktidar blokunun küçük ortağı hukuki durum/fili durum ikiliğini bıçak gibi kesen formülünü ortaya atmıştı: “Sayın Cumhurbaşkanı fiilî başkanlık durumundan vazgeçmeyecekse fiilî duruma hukuki bir boyut kazandırılmalıdır, her gün suç işleyen bir yönetimden söz edilemez. Ya Anayasa Cumhurbaşkanına uyacak ya Cumhurbaşkanı Anayasa’ya uyacak. Varsa bir teklif, gelsin değerlendirelim.” İşte bu ilkenin “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” olarak kuvveden fiile geçmesinden bu yana her geçen gün dünyada daha çok rağbet görmekte olduğu kuşkusuz.

Kendilerini hükümdar sananların “megalomani”sini daha fazla kışkırtmadan esasen bu durumun genel olarak “insan hakları, demokrasi ve hukuk devleti” esası üzerine kurulan ikini dünya savaşı sonrası statükosunun dağılmasının eseri olduğunun altını çizelim.

Kendilerini Erdoğan gibi biricik sanan Orban, Bolsonaro, Donald Trump, Boris Johnson vb. bütün o bağnaz, ultra-milliyetçi, benmerkezci “yerli ve milli” şeflerin hep bir arada zuhur edişlerinin tılsımı uluslararası mali sermayenin din, dil, ülke ve sınır tanımayan çürüyüşünün dünyayı tamamen gayri milli bir şekilde her yerde kendi suretine büründürmesinde. Erdoğan’ın “meziyeti” bu devir değişikliğinin alaturkalığı yükselten iklimini hızla kavrayıvermesinde: Hukuk ve güç çelişiyorsa, güç kazanır.

Tarih şahidimiz olsun

Bu olup bitenleri değiştiremiyorsak da yalayıp yutmak zorunda olduğumuza ilişkin bir tarih yasası yok. Bu sonucun başka türlü de olabileceğine dair bir uluslararası politika da yürütmüş olduğumuz hakikatini arşivlere emanet edemeyiz. Bu kapsamda DBP ve HDP temsilcisi olarak Ankara’yı ve uluslararası toplumu Suriye’deki gelişmelerin tartısına çıkardığım[ız] müdahaleleri Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi (AKPM) tutanaklarından aktarıyorum. Tarih şahidimiz olsun:

4 Mayıs 2012: AKPM Genel Kurulu
Avrupa Konseyi’nin çok-etnili, çok-dinli bir demokrasi, çoğulculuk, kadın ve işçi hakları üzerine kurulu bir Suriye istikametinde çalışmasını istiyoruz

[…] Suriye’deki çatışma 17 Aralık 2010’da Tunus’taki ayaklanmalarla başlayarak Magrib’den Maşrık’a uzanıp sonunda Batı destekli Arap rejimlerinin çöküşüne yol açan geniş çaplı değişiklikler bağlamına yerleştirilebilirse daha iyi anlaşılacaktır. ABD ve Avrupa yaygın medyasının Kuzey Afrika ve Orta Doğu’daki toplumsal değişimin devrimci içeriğini boşaltmak amacıyla uydurduğu tabirle “Arap Baharı“ aslında Arap halklarının devrimlerinin emperyalizmin bu ülkelerdeki başlıca politik müttefiklerince –silahlı kuvvetler ve siyasal İslam- gasp edilmesinden sonra geriye kalan şeyden ibarettir.

İşçilerin, kent yoksullarının, öğrencilerin ve kadınların kitlesel kurtuluş hareketi her ne kadar eski rejimleri sarsarak seçimlere giden yolu açtıysa da iktidar, bütün yaygın toplumsal başkaldırılara karşın mutlak otoritesi sarsılmadan kalan silahlı kuvvetlerin kolladığı gericilerin eline geçti.

[…]

Suriye’de tıpkı Libya’daki gibi bir askeri müdahaleye kesinlikle karşıyız. Esad rejiminin acımasız bir diktatörlük olduğu apaşikar. Ama o hep öyleydi. Türkiye Başbakanı 2010’da ona “kardeşim” derken de Suriye bir diktatörlüktü. O yüzden Batı’nın –Suriye’deki- asıl ilgisinin stratejik çıkarlar değil başlı başına demokrasi olduğu ikna edici olmaktan uzaktır.

Dolayısıyla biz Avrupa Konseyi’nin nüfuzunu Suriye krizine barışçı bir çıkış sağlamak için kullanmasını, Türkiye’nin insan hakları ihlalleri ve insanlığa karşı suçlar işleyen “Özgür Suriye Ordusu”na yataklık etmekten kaçınmasını istiyoruz. Biz Avrupa Konseyi’nin çok-etnili, çok-dinli bir demokrasi, çoğulculuk, kadın ve işçi hakları üzerine kurulu bir Suriye istikametinde çalışmasını, Kürtler de aralarında olmak üzere Suriye halklarının kendi kaderlerini tayin hakkını tanımasını istiyoruz.

4 Ekim 2012: AKPM Genel Kurulu
Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi, süregiden Suriye krizinin tek barışçıl ve demokratik yan sonucunu lekelemek yerine, Rojava’yı (Batı Kürdistan), çatışmaya barışçıl bir çözüm getirmek için bir ortak olarak kabul etmelidir.

[…] Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi’nin bu ülkedeki durumu en son tartıştığı 26 Nisan’dan bu yana Suriye’deki durumun daha da kötüleştiği ve iç savaş mevcut hızıyla genişlediği takdirde, bütün Suriye’nin yerle bir olacağı ve bunun Avrupa’nın eteklerinde bir insanlık felaketine yol açacağı görülüyor.

Bu nedenle Karar Tasarısı, çatışan tarafların “her türlü siyasi çözüm için gerekli önkoşul olan bir ateşkese olabildiğince hızlı bir şekilde ulaşmaları” talebini öne sürerek oldukça önemli bir noktaya temas etmektedir. Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi bu çağrıyı benimsemeli ve rejim değişikliği ihracı için yapılan nafile dış müdahele çağrılarına karşılık bir an önce bir ateşkes sağlanması için pratik yollar bulunmasına yardım etmelidir.

Karar Tasarısı’ndaki ikinci önemli nokta, uluslararası topluma yönelik olarak mültecilere yardım çağrısına “cömert ve acil bir yanıt” verme davetidir. Evet, bu yanıt verilmelidir ve dahası, yardımın nereye gittiğine de, halka mı yoksa savaş ağalarına mı ulaştığına bakılmalıdır! Evet, bu yapılmalıdır çünkü Suriye halkları, Orta Doğu’da yeni bir güç dizilişi için ABD tarafından desteklenen ve tamamıyla bir yanlış hesaba dayanan bir taşeron savaşın (proxy war) bedelini ödemektedir. İçinde bulundukları yıkıntı sadece Esad rejiminin acımasızlığından kaynaklanmıyor. Bu, aynı zamanda, açıkça ABD tarafından teşvik edilen, ancak herhangi bir siyasi programdan, güvenilir bir liderlikten ve mümkün sonucuna dair herhangi bir siyasi hesaplamadan yoksun olduğu için başarılı olamayan bir başkaldırının kaçınılmaz sonucudur da.

[…]

Öte yandan, Açıklamalar’ın 23. Madde’si duruma Ankara’nın gözlükleriyle bakarak, şimdilerde Batı Kürdistan’da (ya da arzu ederseniz Kuzey Suriye’de) ortaya çıkmakta olan geleceğin laik, çoğulcu, çok-etnili ve demokratik Suriyesinin yeniden birleşmesi için işleyen bir modeli incelemek açısından harika bir fırsatı gözden kaçırmaktadır.

Ankara’nın Kürtler’in Kuzey’deki özerkliklerini “terörist” olarak nitelendirmeye yönelik asılsız suçlamalarını tekrar etmesi, Açıklamalar’ın çok-etnili Suriye’nin toplumsal topoğrafyasında süregiden dönüşüm konusundaki mutlak cehaletini yansıtmaktadır.

Bugün 4 milyon Suriyeli Kürdü içinde barındıran demokratik özerklik – raportörün, buranın ABD tarafından “terörist” olarak görüldüğüne dair asılsız iddiaları bir yana– ne Türkiye ve Türkiye halkı ne de bölge için, askeri ya da siyasi açıdan bir tehdit içermektedir. Bu nedenle Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi, süregiden Suriye krizinin tek barışçıl ve demokratik yan sonucunu lekelemek yerine, Rojava’yı (Batı Kürdistan), çatışmaya barışçıl bir çözüm getirmek için bir ortak olarak kabul etmelidir.

[..]

Ne yazık ki Suriye’deki durum geçen yılki tartışma sırasında dile getirdiğimiz kaygıları doğruluyor: “Olaylar bugün olduğu gibi sürecek olursa Suriye’nin çok geçmeden Avrupa’nın eteklerinde bir insani faciaya yol açarak harabeye dönmesi çok muhtemel görünüyor” demiştik. Raportörün sunduğu olgular ve rakamlar çok daha kötü bir manzara çiziyor.

Raportör tarafından “askeri saldırı tehditleriyle” Suriye’nin kimyasal silah cephaneliğinin tasfiyesini sağlamakla övülmesine karşın “Batı”nın aslında bu ülkede sürüp gitmekte olan trajedinin sorumluluğunda önemli bir payı var.

3 Ekim 2013: AKPM Genel Kurulu
“(AKPM) Suriye’de sırf varolan rejimin devrilmesini değil, insan haklarına ve etnik, kültürel ve dinsel azınlıkların haklarına saygılı bir devletin ortaya çıkışını desteklemelidir.”

Geçen yılki tartışmada dile getirmiştik: “Suriye halkları ABD’nin Orta-Doğu’da yanlış bir hesaba dayalı olarak yeni bir güç dizilişi amacıyla desteklediği bir ‘vekalaten savaş’ın bedelini ödüyor. Halkların çektikleri yalnızca Esad rejiminin acımasızlığından kaynaklanmıyor. Çekilenler ABD’nin açıkça teşvik ettiği, herhangi bir politik program ya da güvenilir bir liderlikten, olası sonucuna ilişkin bir siyasi hesaptan yoksun bir ayaklanmanın da kaçınılmaz sonucu. “Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi (AKPM) de Nisan 2012’deki 1878 sayılı karada yer verdiği “Esad rejimi sonuna yaklaşıyor” öngörüsüyle, ne yazık ki, kendisinin de bu miyopluktan bağışık olmadığını göstermişti.

Rejimin kısa sürede çökeceğine ilişkin bu perspektif “Batı”yı –ve özellikle Ankara’yı- kaçınılmaz olarak yarısını El Kaide’nin uzantısı olan El Nusra ve diğer cihadcı güçlerin oluşturduğu sözüm ona “ılımlı” Özgür Suriye Ordusu’nun (ÖSO) zulüm ve katliamlarını görmezden gelmeye hatta bunlarla suç ortaklığı yapmaya sevk etti. Böylece zorla bir rejim değişikliği gerçekleştirmek üzere Türkiye sınırlarından ÖSO’ya akıtılan askeri yardımlar kaçınılmaz olarak geçtiğimiz günlerde bir şeriat devleti için mücadele birliği kurduklarını ilan eden acımasız gericilerin ellerine geçti.

Ne var ki, Raportör Björn von Sydow’un raporunda dikkatli bir biçimde gözlemlemiş olduğu gibi bu güçlerin giderek büyüyen varlığı “ülkenin çeşitli dinsel ve etnik azınlıkları arasında savaş sonrası Suriye’deki geleceklerine dair meşru kaygıları besliyor.” Ve bu şekilde Alevi, Hıristiyan Araplar ve Yahudiler kadar laikleri ve rejime sadık Sünnileri de olası bir soykırıma karşı tek güvence olarak gördükleri Şam etrafında toplanmaya itiyor.

Bu anlamda raportörün şu tavsiyesini AKPM’yi Suriye’de daha yapıcı bir rol oynayabileceği yeni bir istikamete sevk ettiği için çok değerli buluyoruz: “(AKPM) Suriye’de sırf varolan rejimin devrilmesini değil, insan haklarına ve etnik, kültürel ve dinsel azınlıkların haklarına saygılı bir devletin ortaya çıkışını desteklemelidir.”

Bu vesileyle AKPM’nin dikkatini Rojava’ya, Kürtlerin kendilerini Esad’ın da El Kaide cihatçılarının da diktatörlüğünden özgürleştirerek laik, çoğulcu, çok kimlikli ve demokratik bir Suriye’de yeniden birleşmek hedefiyle yaşadıkları bölgelerde inşa etmekte oldukları özyönetim modeline çekmek isteriz.