Eğer politika kendi rolünü oynamayacaksa, ya da politika, iktidarın istediği gibi, kendisini güvenliğin hizmetine koşacaksa, İmralı’da başlayan bu son derece daraltılmış “çatışma çözümü”nün kendi kendisine olumlu bir sonuç vermesini beklemek abestir. Daha da önemlisi, savaş kıyıcı bir hakikattir, bu kıyıcı hakikati gidermenin bilinen sonuç alıcı yollarına başvurulmadıkça bu kıyıcı hakikat öyle kalmaya devam edecektir.Temsilî savaş olmadığı gibi temsilî barış da olmayacaktır.
Devlet Bahçeli’nin yeni yasama dönemi açılışında başlattığı çağrılar sonucunda, İmralı’da 10 yıla yakın bir süredir mutlak tecrit altında tutulan PKK lideri Abdullah Öcalan’ın DEM Parti heyetiyle görüşmesinin çelişik yankıları oldu.
İki uçta, devleti ya da kurumsal siyasetin bileşenlerinin herhangi bir biçimde görüşmesini kategorik olarak reddeden ve bunu “vatana” ya da “davaya” ihanet olarak niteleyenler var.
Çatışmanın maliyeti
Böyle düşünenler için son 40 yıldır aralıksız süre giden ve farklı kaynaklara göre, devlete ve topluma maddi maliyeti toplam 300 ila 450 milyar doları bulan, insani maliyeti 2015 öncesi ve sonrasında devlet güçleri açısından toplam 9 bin 39 ölü ve 21 bin 128 yaralıya, isyancılar (PKK) açısından 2015 öncesinde 107 bin 500 ölüm ve 27 bin 250 esire, 2015 sonrasında yeni terminolojiyle 40 bin kişinin “etkisizleştirilme”sine ve 2015 öncesinde 15 bin 828 sivilin öldürülmesine varan çatışma “sonuncu terörist” ortadan kaldırılana kadar sürdürülebilir görünüyor.
Bu sayıların kesinliğini ileri sürmek çok kolay olmasa da, 2015’te sızan “çöktürme harekat planı” belgelerindeki “hedeflerle” tutarlı olduğunu söylenebilir. Basında yer aldığına göre, Eylül 2014’te uygulamaya sokulan bu planın hedefleri şöyleydi: “Özel Polis Kuvvetleri ve özel askeri komandolar eşliğinde, ordu güçleri şehirleri kuşatarak, mahallere ve yerleşkelere operasyonlar düzenleyecek. Saldırıların komuta merkezi il Jandarma Komutanlıkları olacak, gereklilik halinde helikopter ve yine gerekirse savaş uçakları İl Jandarma Komutanlığı emrine verilecektir. Ablukaya alınan yerleşkelerde, yaşamsal alanlar tahrip edilerek geri dönüş koşulları ortadan kaldırılacak. Kitlesel imhalar, tutuklama ve boşaltmalarla yerleşkeler huzura kavuşturulacaktır. Yapılacak bastırma operasyonlarında 10 bin ila 15 bin imha, 8 bin civarı yaralı, 5-7 bin arası tutuklama, bombalanmış küçük ve büyük yerleşim alanlarında 150-300 bin civarı insanın yer değiştirmesi planlanmakta.”
Nitekim, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Yüksek Komiserliğinin Temmuz 2015-Aralık 2016 arasını kapsayan raporuna göre, yalnızca bu bir buçuk yıllık dönemde “Çöktürme Harekatı” alanında “2 bin can kaybı” gerçekleştiği ve yalnızca Nusaybin ilçesinde “1.786 binanın yerle bir edil[diği]” kaydedilmişti. Bu trend, yıllara ve çatışma alanlarına yayıldığında esasen eldeki sayıların uğranılan maddi ve manevi kayıpların büyüklüğünü yansıtmaktan da uzak olduğunu ileri sürmek mübalağa sayılmamalı. Gerçek yalnızca nitelikçe değil nicelikçe de çok daha karmaşık ve bu çatışmanın, çözülmedikçe ahlakî ve kültürel yozlaşmayı da derinleştirerek toplumu bir genel çürümeye sürüklemesi kaçınılmaz. Böyle olursa, gördüklerimiz göreceklerimizin yanında hiç kalabilir.
Çatışmanın evrensel karakteri
Öte yandan, bu tür çatışmalar, yalnızca Türkiye’ye ve yalnızca yakın geçmişe özgü şeyler değil. Uzaklara gitmeye gerek yok. Irak’ta, Suriye’de, İran’da Türkiye’deki çatışmanın muadilleri Kürdistan dörde bölündüğü günden beri süre gidiyor. Gazze ve Batı Şeria’da Filsitinlilerin İsrail’le, İberik Yarımadası’nda Katalonya ve Bask ülkelerinin İspanya Krallığı’yla, Britanya’da Kuzey İrlanda ve İskoçya’nın Birleşik Krallık’la, Rusya Federasyonu’na bağlı cumhuriyetlerin Moskova’yla çatışmaları Kürt Sorunu’yla aynı kategoriden. Latin Amerika’da, Şili, Kolombiya ve Bolivya’da yerli halkların merkezi devletlerle çatışmaları, Afrika’da Sudan, Somali ve Etiyopya’da aynı cümleden olmak üzere süre giden tüm çatışmaların kaynağı ortak: “Milletlerin kendi kaderlerini tayin hakkı”nın inkârı ya da reddi.
Tarih, ve güncel pratik, bu sorunların hiçbirinin, merkezi ya da sömürgeci devletlerce kısa zamanda ve askeri-polisiye önlemlerle ortadan kaldırılamadığının şahidi. Türk kontrgerillasının “çöktürme harekatı”nın esin kaynağı bildiği, “niahi çözüm” örneği diye imrendiği Sri Lanka’nın Tamil-Elam gerillalarına yönelik 2009 yok etme harekatının “muzaffer” siyasal ve askeri liderleri Rajapaksa biraderlerin zaferinin yalnızca 13 yıl sonra bir bozguna dönüştüğüne hep birlikte şahit olduk. 2019’da kardeşinin yerine geçen Gotabaya Rajapaksa, 2022’de ayaklanan halkın elinden ancak yurt dışına kaçarak kurtulabildi. Halk yüzünü “Marksist” muhalefete dönerek iktidarı “seçkinlerin” elinden aldı. Onların arkada bıraktıkları harap Sri Lanka’nın “Tamil-Elam sorunu” ise yerli yerinde ve “yok etme” savaşının ağır günahları bir değirmen taşı gibi ülkenin boynunda asılı durmaya devam ediyor.
“Çöktürme harekatı”nın 10 yıllık bilançosu
Türkiye’de hazin sonlarını hep birlikte gördüğümüz Rajapaksalarla aynı yoldan yürümeye teşne bir güvenlik kliğinin mevcudiyeti bir sır değil. Ne var ki, halen, AKP-MHP-Ergenekon blokunun askeri-polisiye ve yargısal aparatında hakim mevkilerde yer alan bu kliğin Sri Lanka’dan esinlendiklerini gizlemedikleri “çöktürme harekatı”nın sonuçlarına ulaştırılması için Kürdistan’ın tamamını işgale dayalı “ayaklanma bastırma” stratejileri, Türkiye Hint Okyanusu’nda meçhul bir ada olmadığı için politik hedeflerini hala tutturamadı; Kürt Sorunu’nu Tamil-Elam gerillaları örneğini kopyalayarak bastırmak bir yana kalsın, giderek büyüyen ve tüm kaynakları emen bir “uluslararası sorun”a dönüştürdü. Gidişata bakılırsa, iktidar bloku elindeki on yıllık bilanço karşısında bir kez daha “çatışma çözümü”ne müracaat etmenin, eldeki duruma istikrar kazandırmak açısından optimal bir imkan sağlayıp sağlayamayacağını tartmaya yönelmiş görünüyor.
Bunda son on yıldır, iktidar blokunun kargaların kılavuzluğunda ülkede besleyip büyüttüğü muazzam kutuplaşmaya, “Kürt Sorunu” inkarcılığına ve “güvenlik” ve “şiddet” eksenli “yok etme” tavrına karşın, 2022’de gerçekleştirilen Konda araştırmasının da ortaya koymuş olduğu gibi, toplumun yarısından çoğunun “yok etme” stratejisine yüz vermemesinin de büyük payı var. Türkiye’de önemli bölümünü Kürtlerin oluşturduğu bir toplumsal çoğunluk -yüzde elliden çok daha fazlası- hem “Kürt Sorunu”nun varlığında, hem de çözümünün bir “toplumsal mutabakat”ı gerektirdiğinde birleşiyor.
Çözümün meşruiyet kaynağı: Tarafları içermek
Bu koşullar altında, rejim bu süreci nasıl tanımlamaya, nasıl şekillendirmeye çalışırsa çalışsın, çözüm aktörlerini ne kadar daraltmayı hedeflerse hedeflesin, ister istemez “çatışma çözümü”nün evrensel mantığının asgari gereklerine göre hareket ediyor. “Asgari gerek” şu: Çatışmanın başat taraflarından birini barış süreçlerinden dışlamak, çatışma çözümünün meşruiyetini ve sürdürülebilirliğini baltalar.
Dışlanan tarafın, görmezden gelindiği duygusunun pekişmesi, düşmanlığın sürmesine ve çatışmanın tırmanma potansiyelinin tetiklenmesine yol açabilir.
Sahada önemli kaynakları veya bölgeleri şu ya da bu şekilde kontrol eden isyancıların sürece katılımı varılan/varılacak mutabakatların uygulanması açısından kritik bir girdi oluşturur.
Kapsayıcı bir diyalog olmadıkça varılan mutabakatlar, çatışmadan etkilenen toplum kesimleri arasında geniş destek bulamayabilir.
İşte bu nedenle “çatışma çözümü”nün sahici bir karaktere bürünmesi “çatışan taraflar”ın diyalogunu kaçınılmaz ve vazgeçilmez kılar.
Öcalan neden muhatap, DEM Parti’nin rolü ne?
Dolayısıyla, bir yandan başta bir kenara koyduğumuz “uçlar”ın arasındaki alanda konumlanan fikir sahiplerinin Öcalan’ın muhatap alınmasını yadırgamaları ve “o zaman DEM Parti neden var” diye sorgulamaları “çatışma çözümü”nün diyalektiği konusuna yeterince akıl yormadıklarını düşündürüyor.
Yukarıda çok kısa bir bilançosunu özetlediğimiz 40 yıllık çatışma, DEM Parti ve devlet arasında cereyan etmedi. Çatışma, kurucusu ve lideri Öcalan olan Kürdistan İşçi Partisi (PKK) ve devlet güçleri arasında cereyan etti. Devlet ve siyasal parti kadroları arasında bu çatışmanın mahiyeti ve sürecine ilişkin bir görüş birliği olmaması, devlet ile aynı görüşü paylaşmayan politik heyetleri çatışmanın tarafı kılmaz. “Çatışma çözümü”nün “çatışmanın tarafları” -bizim örneğimizde Öcalan’ın “yoğunlaşmış önderliği” ile hükümet- arasında başlaması eşyanın tabiatı gereğidir.
Siyasal partilerin rolü, bu “çatışma çözümü”nün, temsil ettikleri kitlelerin çıkarları ve özlemleri doğrultusunda gerçekleşmesi doğrultusunda başlar ve Öcalan mesajında siyasi partileri bu rollerini üstlenmeye davet ederken kendisinin mevcut diyalogda “çatışan taraf” adına yer aldığını ifade ederek bütünüyle “kitaba”, yani siyaset bilimine uygun bir yaklaşım ortaya koyuyor.
Siyasetin işi
İktidar blokunun “çatışma çözümü”ne asgari hadden yaklaşırken en başta gözettiği şeyin, 2023’ten bu yana yitirmiş olduğu aşikâr olan “toplumsal rıza”yı geri kazanmak ve kendi çıkarını “ortak çıkar” olarak sunmak olduğuna şüphe yok. Ancak toplumsal ve politik muhalefetin iktidar blokunun bu manevrasına konuyu “şehit ailelerine” ya da “DEM Parti’ye” havale ederek yanıt veremeyeceği de apaçık. “Çatışma”, süreğen ve kurumsal bir süreç, insani ve maddi pahası son derece ağır bu sürecin kalıcı bir şekilde sonlandırılması, çatışan tarafları, çatışmanın tarafı olmayanlarla ikame ederek gerçekleştirilemez.
“Çatışma çözümü”nün son derece çapraşık ahlaki ve hukuki meselelerle birlikte gündeme geleceği bilinen bir hakikattir. Siyasetin işi hukuku hayata uydurmaktır. Hayat hukuktan çıkmaz, hukuk hayattan çıkar. Eğer politika kendi rolünü oynamayacaksa, ya da politika, iktidarın istediği gibi, kendisini güvenliğin hizmetine koşacaksa, İmralı’da başlayan bu son derece daraltılmış “çatışma çözümü”nün kendi kendisine olumlu bir sonuç vermesini beklemek abestir. Daha da önemlisi, savaş kıyıcı bir hakikattir, bu kıyıcı hakikati gidermenin bilinen sonuç alıcı yollarına başvurulmadıkça bu kıyıcı hakikat öyle kalmaya devam edecektir.
Temsilî savaş olmadığı gibi temsilî barış da olmayacaktır.
____________________________________
Yeni Yaşam, 1 Ocak 2025
Yorum yazabilmek için oturum açmalısınız.