Savaş ve diktatörlüğün kendiliğinden sonuna yaklaştığına ve iktidar saflarında otomatik olarak “yenilgi ruh hali” doğurmakta olduğuna dair öngörüleri ihtiyatla karşılamak gerekir. Rejime verilen toplumsal onay aşınsa da savaş ve diktatörlük orta ve büyük sermaye gruplarını beslemeye; onlar da kontrollü bir savaş halinin süre gitmesi için rejimi beslemeye devam ediyor.
“Kendisi bunun peşinde koşsun koşmasın, askeri-sınai kompleksin, hükümet kurullarında meşruiyet dışı etki edinmesinden sakınmalıyız […] Sadece uyanık ve bilgili bir yurttaşlar topluluğu muazzam sınai ve askeri savunma makinesini barışçı yöntem ve hedeflerimizle uyum içinde işlemeye mecbur edebilir.”
Bu sözler, ABD Başkanı Dwight D. Eisenhower’ın 1961’deki ünlü “veda” konuşmasından. Gerçi Eisenhower’ın başlıca kaygısı kapitalizmin dünya egemenliğine meşru bir çerçeve kazandırmaktan ibaretti, uyguladığı askeri-politik stratejilerle küresel ölçekte demokrasiye değil, emperyalizm ve hegemonyacılığa güç verdi, ama bu, onun ordu-sermaye kaynaşmasının demokrasi ve özgürlüklere yönelik bir daimi tehdit oluşturduğuna ilişkin uyarısını ciddiye almamak için bir neden sayılmaz. Tersine bu “iç bilgi”, nükleer çatışma tehdidi altındaki bir dünyada “savaş-barış” ve “demokrasidiktatörlük” dengesinin ne kadar pamuk ipliğine bağlı olduğunu bizzat deneyimlemiş bir asker-siyasetçiden geldiği için ciddiye alınmayı daha çok hak ediyor.
HDP Grubu, Türkiye’nin de aynı özellikte bir meseleyle yüz yüze olduğunu 2018 Bütçe Kanunu tartışmaları sırasında süregiden çifte savaş bağlamında TBMM’de yüksek sesle dile getirmiş ancak bu bakış açısı “muhalif medya”da Özgür Gündem dışında kendisine yer bulamamıştı: “Son 10 yılda hükümetin ‘milli harp sanayisi’ kurma gerekçesiyle hormonladığı bir sermaye grubu oluştu ya da kimi sermaye grupları ağırlıklı olarak buraya yatırım yapmaya başladılar. Kontrol ettikleri medya grupları da bir yandan savaş harcamalarının zorunluluğu konusunda toplumu sürekli baskı altında tutup kışkırtıyorlar hem de ürettikleri silah ve araç gereçlerinin biricik alıcısı olan devletin savaş harcamalarından nemalanıyorlar. Bu sermaye gruplarıyla hükümet arasında ‘bir emme basma tulumba’ ilişkisi oluştu. Bu gruplar, Türkiye’de Saray’ın hemen içerisinde. Yani devleti dolaylı yollardan uzaktan kuşatmaları, çembere almaları gerekmiyor […] diz dize bir aile içi meseleden söz ediyoruz.”*
Erdoğan, esasen Kürtlere karşı 1990’lardaki kitlesel insan hakları ihlalleri dolayısıyla Türkiye’ye uygulanan ambargolar sonrasında Orgeneral Çevik Bir’in başlattığı stratejiyi sürdürüyor. TSK’nin silah ve savaş araç gereci tedariki için yerli sermaye gruplarıyla ortaklık kurma çabaları, Erdoğan döneminde genişledi. TSK’nin artan ihtiyaçlarını ve “Batı”dan silah temin edemeyen ülkelerden gelen talepleri karşılamak amacıyla “yerli” şirketlere dayanan bir “iç piyasa” oluştu. Askeri sanayi hafif silahlar, mühimmat, elektronik silah sistemleri ve son yıllarda da İHA ve SİHA üretimiyle büyürken, teknolojik düzeyleri de karmaşıklaşmaya başladı. Erdoğan iktidarı, başlıca alıcısı TSK, emniyet, jandarma, belediyeler ve özel güvenlik şirketleri olan bu piyasayı “milli güvenlik hassasiyeti” ve “devlet sırrı” perdesi gerisinde eş-dost, akraba-taallûkat ve yandaş-candaş şirketler arasında paylaştırmanın yanısıra bireysel ve gayri nizami silahlanmayı da teşvik edip denetliyor. Silah üretim ve tüketimini kitleselleştiriyor.
Bu gelişmelere bakarak şunu söylemek mümkün. Onay zemini nispeten daralsa da Erdoğan rejiminin muhafaza edebildiği taban üzerindeki tahkimatı daha karmaşıklaşıyor ve giderek “simbiyotik” bir hal alıyor -yani hepsi birbirine ve tamamı Erdoğan iktidarına muhtaç şirketlerden oluşan yıkıcı bir güç devletin ve piyasanın merkezine yerleşiyor.
Hal böyleyken, savaş ve diktatörlüğün kendiliğinden sonuna yaklaştığına ve iktidar saflarında otomatik olarak “yenilgi ruh hali” doğurmakta olduğuna dair öngörüleri ihtiyatla karşılamak gerekir. Rejime verilen toplumsal onay aşınsa da savaş ve diktatörlük orta ve büyük sermaye gruplarını beslemeye; onlar da kontrollü bir savaş halinin süre gitmesi için rejimi beslemeye devam ediyor.
Bu “emme basma tulumba”nın işlemez hale gelebilmesi her şeyden önce “hanedan”ın devletin merkezinden uzaklaştırılmasına ve askeri sanayi şirketlerinin imtiyazlarının ve rejimle gayri meşru ilişkilerinin tasfiye edilmesine bağlı. Barış ve demokrasi mücadelesinin önümüzdeki dönemde her zamankinden daha çok bir sınıf mücadelesi halini alması kaçınılmaz.
___________________________________
*http://www.ertugrulkurkcu.org/haberler/askeri-sinai-kompleks-sarayin-ortasinda-kurulu/
Yorum yazabilmek için oturum açmalısınız.