30 Mart vesilesiyle Kızıldere ve THKP-C: Beş maddeli miras

Express Dergisinin 2006’da Kızıldere üzerine Ertuğrul Kürkçü’yle yaptığı röportaj

30.03.2013 Bugün Kızıldere katliamının 41. yıldönümü. Ve her 30 Mart’ta olduğu gibi, bugün de solun karşı karşıya olduğu soru THKP-C’nin mirası. 2006’da, Express’in nisan sayısında bu soruyu Kızıldere cehenneminden sağ çıkan yegâne THKP-C’li Ertuğrul Kürkçü’ye sormuştuk. Ve elbette Nisan 2006 gündeminin içinden konuşmuş, söyleşiyi sunarken şöyle demiştik: “Kızıldere katliamının yıldönümünde, Sakarya’da Mahir Çayan afişi asmak isteyen üniversite öğrencilerinin iki bin kişilik bir güruhun linç girişimine maruz kalmaları, saldırganların kendilerini ‘onları Kürtçü sandık’ diye savunmaları, ‘Mahir Çayan kimdi, THKP-C neydi?’ sorularını gündeme getirdi. 12 Mart darbesinin 35. yıldönümü dolayısıyla Ertuğrul Kürkçü’yle geçen sayıda başladığımız ‘nehir söyleşi’nin ilk bölümünde, 12 Mart’ın öncesini konuşmuştuk, ikinci bölümde sonrasını, Kızıldere’ye giden yolun kilometre taşlarını, üçüncü bölümde de THKP-C deneyiminin genel bir değerlendirmesini ve bugüne bıraktığı mirası konuşmak vardı aklımızda. Sakarya olayı –ve Diyarbakır ve Paris– ikinci bölümü atlayıp bugüne ve THKP-C mirasına öncelik vermemizi gerektirdi…”

O günlerden bugünlere köprülerin altından çok sular aktı, ama birçok olgu ve temel sorun yerinde duruyor. 2006’da, Sakarya’da Mahir Çayan afişi asmak isteyen gençler linç girişimine hedef olmuştu. 2013’te, aralarında Ertuğrul Kürkçü’nün de olduğu BDP milletvekilleri Karadeniz gezisinde benzeri bir saldırıya uğradı. 2006’da Fransa ayaktaydı, 2013’te başta Yunanistan olmak üzere birçok Avrupa ülkesi ayakta. 2006’da Kürt hareketiyle sosyalist hareketler arasındaki ilişki fazlasıyla kırılgandı, bugün bütün gel-gitlerine rağmen yedi yıl öncesinden daha sağlam. Şimdi 2006’ya dönelim, Express’in nisan sayısına bağlanalım, önce o günlerin gündemine bir göz atalım, sonra da Kızıldere’ye giden yolun kilometre taşlarını ve THKP-C’nin mirasını Ertuğrul Kürkçü’den dinleyelim…

 

 

Sakarya’daki linç girişimini duyduğunuzda ilk tepkiniz ne oldu?

Ertuğrul Kürkçü: Kafamdan şimşek gibi bir karşılaştırma geçti. 12 Mart öncesinde, yani soğuk savaş döneminde, kurulu düzene karşı yaptığın her şey seni Sovyetler Birliği’nin yanına götürüyordu, “Sovyet casusu”, “komünist”, “vatan haini”… Sol spektrumda herkesin eylemi, ötekine fatura edilebiliyordu. Bugün de, ne yaparsan yap “PKK’lisin” ve “Kürtçüsün”… Dolayısıyla da “Amerika’nın adamı”sın. Bu tabii eski “Sovyet damgası” kadar güçlü değil, fakat giderek kuvvetlenebilecek bir dışlama yordamı. Dolayısıyla, bu açmazdan hiç çıkamayacağımız gibi bir duygu gelip yerleşiyor; çaresizlik duygusu insanı öfkelendiriyor. İlk tepkim böyle bir öfkeydi, ikincisi de şu: Çocukların yapıştırdığı afişler Kızıldere’nin yıldönümüyle ilgili… Siyasi Gazete’de yazdığım “Kurtlar başkasının vatanını sever” başlıklı yazıda da buna dikkat çekmiştim. Şimdi bu “kurtlar” güya ABD’ye çok karşılar, askerlerinin başlarına çuval geçirilmesinden nefret ediyorlar. Ama Amerikalıların, İngilizlerin başına hakikaten “çuval geçirmiş” olan insanlardan da hâlâ nefret ediyorlar. Sahici bir tavır yok aslında ortada. Manipüle edilen bir güruhtan söz ediyoruz. Düzen karşıtı her şeyi “Kürtlük”le özdeşleştirip saldıranlar, aşağıdan gelen bir hareketten ziyade, yukarıdan gelen bir hareketin parçası. Tabii bu da, merkezî politikalar açısından endişeye sevk ediyor. Üstten kontrol olmaksızın, üniversitede Mahir Çayan afişlemesinin karşısında iki bin kişinin toplanması, sonra bu iki bin kişinin taşkın bir biçimde bunu Kürt meselesiyle bağdaştırması ve Demokratik Toplum Partisi’ne (DTP) karşı bir saldırıya dönüştürmesi pek düşünülemez. Okulda başlayan mesele, okulda biterdi normal olarak. Bu kadar büyük bir kitleselleşmeye de yol açmazdı. Dediğim gibi, şimdi her türlü itiraz Kürt hareketine, PKK’ye bağlanıp bloke edilmeye çalışılıyor. Ve bu giderek yaygınlaşan, derinleşen, popülerleşen bir “muhalefete muhalefet” biçimi haline geliyor. Buna bir çare bulamama duygusu da öfkelendiriyor tabii.

 

Sakarya’daki linç girişimi ve Kürt illerindeki çatışmalar, Paris’teki kitle gösterileriyle eşzamanlı olarak gazetelere, ekranlara yansıdı. Diyarbakır’da başlayıp bölgeye yayılan çatışmalarda birçok dinamik iç içe, mesela telefonda görüş aldığımız Diyarbakırlı bir Kürt, “bu yoksulların i̇syanıdır” diyor. Fransa’da sömürüyü ve işsizliği katmerlendiren bir yasaya karşı iki aydır kitlesel bir direniş söz konusu. 4 Nisan’da bir milyon kişinin katıldığı bir protesto gösterisi oldu. İnsan şunu düşünmeden edemiyor: Orada olabilen burada niye olmasın? Bugün değilse yarın… Tamam, toplumların farklı tarihleri, gelenekleri var, Fransa’daki protestolar bütün medyada 68 Mayısına referansla yorumlandı. Ama Türkiye de hepten çöl değil. Sakarya’daki olay şunu da gösteriyor: Evet, faşizm çok güçlü, ama hâlâ devrimciler var, Mahir Çayan’ın simgelediği hareketin yalımı sürüyor. TV’deki görüntülere bakarken ister istemez akla 68’in ünlü sloganı “gerçekçi ol, imkânsızı iste” geliyor: Türkiye’nin doğusundaki yoksul halk kitleleriyle batısındaki yoksul halk kitlelerini buluşturabilecek, aralarında köprü kurabilecek bir örgütlenme imkânsız mı? Bu yönde bir takım adımların atılması mümkün değil mi?

 

EK:Bence şart. Dün Ahmet Türk’ü dinledim TV’de, bence çok akıllıca bir şey söyledi, çok takdir ediyorum onu zaten, meseleleri ele alışını ve Türkiye’ye anlatışını da çok değerli buluyorum. Şöyle dedi: “Önceki dönemde, Kürtler bir silahlı çatışma sürecine doğru henüz giderken, Kürtlük bilinci yeniden uyanırken, ayrı örgütlenmek şarttı belki. Ayrı örgütlenme fikrine Türkiyeli arkadaşlar karşı çıkardı. Biz de savunurduk, böyle olması lâzım diye. Şimdiyse birlikte örgütlenmek zamanı geldi, birlikte örgütlenmeyi savunuyoruz ama, bu seferde herkes ayrı örgütlenmeyi savunuyor.” Bu saptaması doğru. Yakınması haklı. Ben de emekçi Türklerin ve Kürtlerin, bu kimlik bilgisine de sahip olarak, yani Kürt ve Türk işçiler olarak aynı politik yapıların içerisinde, sosyal ve politik kurtuluş talepleri dolayısıyla bir araya gelerek örgütlenmesi gerektiğini düşünüyorum. Zaten sendikal alanda bu kısmen yürüyor. Fakat, politik alanda böyle değil. Böyle bir ortak parti girişiminin, ama emek programı üzerinde yükselen bir parti girişiminin şart olduğunu düşünüyorum. Bu bir anlam, bir heyecan katabilir şimdiki çoraklaşmış hayatımıza. Ancak, burada kocaman bir “ancak” var, temel mesele, benim açımdan program meselesidir. Biz daha önce DEHAP’a destek verdik, seçimlerde gücümüz kadar, çapımız kadar çaba gösterdik. Fakat, bizim için hep şöyle bir problem oldu: DEHAP’ın seçim bildirgesi neoliberal politikalara, küreselleşmeye ve küreselleşmenin kurucu yapılarına, örgütlerine karşı bir dil kurmakta çok zorlandı, hatta kimi zaman bunları kâğıt üzerinde yazdıysa da, asla açıktan propaganda etmedi. Oysa, emek dünyasına baktığında işçinin ve çiftçinin bütün derdi, meselesi burada. Denklemi burada kurabilir, sözü buradan söyleyebilirse, ama bunların yanısıra Kürt meselesinin çözümü için gerekenleri dillendirmeyi asla ihmal etmez ve bütün bunları birbirinin içine sokabilen bir politika kurabilirse, böyle bir iç içe geçişe dayanan bileşik bir politik güç Türkiye’de çok esaslı bir emekçi yükselişine yol açabilir, buna imkân var. Zaten demin “çoraklık” lafını kasten ettim, çünkü Türkiye sosyalist solu eskiden sahip olduğu üç kültürel dinamikten ikisini son yirmi yıldır kaybetmiş durumda. Alevîler ve Kürtlerin asıl gövdesi sosyalist harekette değiller artık. Ama onlar, Türkiye’nin, sadece iktisadî olmayan sebeplerle de, en çok ezilen kesimleriydi ve 1960’ların, ‘70’lerin sol hareketinin en önemli insan kaynağıydılar. O hareketlerin çok enerjik, çok atak olabilmesinin en önemli nedenlerinden biri, sadece ekonomik olmayan dışlanma, zor, baskı öğelerini de ortadan kaldıracak bir kurtuluş hareketine bu insanların aktardığı enerji, verdikleri destekti. Baktığınız zaman tabloya, şunu görürsünüz: Alevîler ve Kürtler hayatlarını verenler arasında nüfuslarına oranla hep sayıca daha çokturlar devrimci tarihimizde. O nedenle, bu militanlıktan, bu yaygınlıktan ve çeşitlilikten yoksun kalışın, Türkiye solunun giderek daha fazla milliyetçi nüfuz altına girişinin gerisinde, bu birbiri içine girmişlik halinin epeydir son bulmasının da önemli bir rol oynadığını düşünüyorum. Dolayısıyla, şimdi herkesin bir şeyleri feda ederek bir araya gelmenin yolunu araması lâzım. Türkiye’nin bütün yoksullarının duygudaşlık içine girdiğini ve anti-kapitalist, anti-küresel bir program etrafında hareket ettiğini düşünün, bence düzenin kâbusu işte bu olur.

 

Peki, bu çoraklıkta dönüp bakacağımız, esinleneceğimiz bir miras var mı?

 

EK:Dönüyorum, dolaşıyorum, hep şuraya geliyorum: Ne kadar maddeci rasyonellerle falan açıklamaya çalışsak da bunlar kesmiyor. İrade yokluğu meselesinin çok önemli olduğunu kaç zamandır düşünüyorum. Miras dediğin şey bununla ilgili çünkü. 1980 öncesine, 1971 öncesine dönüp baktığımızda, göreceğimiz en önemli şey, bu dünyanın değiştirilebilir olduğuna dair inancın taşıyıcılarının mevcudiyetiydi. DİSK nasıl varoldu? Hiçlikten varoldu. Kapitalist sınıfın bütün kalelerini ele geçirerek kendisini var etti. Sabancı’nın, Koç’un bütün işletmelerinde örgütlenmeyi kendi karşısına hedef diye koydu. Her fabrikanın sendikal örgütlenmesi bir savaşa benzedi. Bu inanca sahip bir “sendikacı sınıfı” hakikaten varmış o zaman. Şimdi bu iradenin yok olduğunu gözlüyorum. Bu irade yeniden ortaya çıkabilir, kendini yeniden üretebilir. O zaman vardı da şimdi niye yok? Kısmen emek sürecindeki değişiklikler bunu etkiliyor. Kısmen büyük sınaî işletmeler yüksek ücret politikasıyla işçilerini sessizleştirebiliyorlar, ama Türkiye’de işçilerin sayısı artmaya devam ediyor. Yirmi milyona yakın ücretli emekçi var, bunların sadece bir milyon kadarı sendikalarda örgütlü. Onun da ötesinde, gecekondu halkı arasındaki örgütlenme, öğrenciler arasındaki örgütlenme, bunlar hep sonsuz sabırla, iğneyle kuyu kazarak yapılan işler. Geçtiğimiz yılları bu açıdan çok iyi değerlendiremediğimizi düşünüyorum. Tabii, Sovyetler Birliği’nin çökmesi ve bununla bağlantılı olarak hedef kaybı önemli bir meseleydi. Türkiye solunun önemli bir bölümü, işin aslı, Sovyetler Birliği’ni ideal sosyalist düzen olarak görmezdi. Fakat, çok tuhaf bir biçimde, Sovyetler’in çöküşüyle birlikte, sosyalizmin gerçekleştirilebilir olduğu inancı da bu ülkede çöktü. Bu kriz anında şimdi, iradeye özel bir önem veren, iradenin rolünü tanıyan, bunun etrafında kendi faaliyetini yeniden kuran bir geleneği hatırlamak lâzım diye düşünüyorum. Örneğin Dev-Genç kitlesel bir öğrenci hareketi haline geldi, ama onun kitlesel bir öğrenci hareketi haline gelmesi, dışardan bakanlara “çılgın” olduklarını düşündürebilecek hareketlerde bulunan, orada burada ses çıkartmaya, her fırsatta ajitasyon yapmaya çalışan, bunların sonuçlarını ilk elde alamayan, karşılarındakilerden “ahmak” muamelesi görmeye gücenmeyen insanların birkaç yıl boyunca sabırla, inançla süren çabalarının sonucunda oldu. Politik önermeler ilk söylendiklerinde, hiçbir zaman “aa, ne kadar düzgün bir gerçek, biz bunu benimseyelim” denmedi. Bunları ileri sürdükçe itilmeye, kakılmaya, horlanmaya, küçük görülmeye ya da ürkütücü bulunmaya, mesafe alınmaya razı olan ve böyle çalışarak adım adım ilerleyen bir yığın insanın faaliyetinin sonucuydu. Ama zamanın ruhu da yardımcıydı tabii. O zaman dünyanın değişebileceği inancı genel olarak daha yüksekti. Askerî darbeler, dünya çapında yaşanan problemler, siyasî İslâm’ın yükselişi, bütün bunları etkileyen bir sürü faktör bir araya geldi ve kafalar karıştı. O nedenle, küreselleşmenin de bir sonucu olarak kapitalizmin genel kriziyle solun krizinin üst üste düşmesiyle yakından ilgili olduğunu düşünüyorum meselenin. Solcunun kafasının artık karışmaması gerekiyor. Çıkışın, bu iradenin rolünü tanıyan ve müdahaleleri burada örgütlemeye yönelişte bulunabileceğini, solun demin sözünü ettiğimiz, çeşitli zeminlere doğru kaymış olan dinamiklerini yeniden bir araya getirmeyi öngören bir çaba içerisinde bir yol alınabileceğini düşünüyorum. Mesela bugün gelişmeye devam eden çiftçi sendikaları sabırlı, çalışkan ve bu meseleyi kafaya takmış insanların eseri. Teoriye kabaca bakıldığında, “köylüler istikrarsız bir zümredir, kaypak bir sosyal güçtür”. Ama birkaç yıldır neoliberal ekonomi politikalarına karşı muhalefette anlamlı sonuçlar hep oradan geldi. Büyük mitingler yaptılar, sendikalaşma hareketinin içine girdiler, deneyimlerini muhafaza ediyorlar, Ziraat Odaları’nın ötesine giden bir yapı oluşturmaya başladılar. Üstelik, sadece tarımsal üretim süreçlerine değil, kırsal yaşantının bütün veçhelerine bakan, ekolojik kaygıların gözetildiği, sınaî işletmelerin tarımsal alanlara verdiği zararları ortadan kaldırmayı, iklim değişimini, GDO konusunu da önüne alan bir çaba. Ne kadar çok el verilse bu çabaya, o kadar çok sonuç alınabilir. Uzaktan kitabî bir tarzda bakıldığında, “Türkiye’de artık tarım-sanayi dengesi değişti, tersine döndü, zaten nüfusun yüzde 20’si tarımla ilgili” falan denebilir ve uğraşmaya değmez olarak görülebilirdi. Ama işte, gördüğünüz gibi bir şey çıkıyor, çünkü tarım dediğiniz zaman, sadece buğday üretiminden söz etmiyorsunuz, toprakla ilgili her şey ve bunların endüstriyle bağlandığı noktalar sizi ilgilendiriyor. Dolayısıyla, temel güçlere, yani işçi hareketine, köylülere, yoksul halka, gecekonduda yaşayanlara, gündelik üretim yapanlara, evde çalışan kadınlara, temel olarak Türkiye’deki üretim sürecinin baş oyuncularına yönelen, onları yeniden oyuna davet eden bir hattın icap ettiğini düşünüyorum.

 

1971’e dönüp baktığımızda şöyle bir tablo görüyoruz: 12 Mart’ta askerî darbe oluyor, 16 Mart’ta Denizler yakalanıyor. Nisan sonuna doğru Erim hükümeti “balyoz harekâtı”nı ilan ediyor. Dev-Genç kapatılıyor, solcu avı başlıyor, 500 aydın tutuklanıyor. Ve THKP-C silahlı eylemlere girişiyor, 16 Ağustos’ta Mahirler yakalanıyor, bir süre sonra, 30 Kasım’da cezaevinden kaçıyorlar ve 30 Mart 1972’de Kızıldere’de biten süreç başlıyor. 12 Mart’a dek THKP-C, demin sözünü ettiğiniz “temel güçler”e, işçi komiteleri gibi örgütlenmelere yönelmişken, 12 Mart’tan kısa bir süre sonra silahlı mücadeleye başlıyor. 1971 nisanındaki o dönüm noktası, bir bölünme de getiriyor. O dönüm noktasından bakıldığında THKP-C’nin mirası nasıl yorumlanmalı?

 

EK:THKP-C’nin o zaman çözmüş olmadığı, daha sonra THKP-C devamcılarının da bunu çözmeye her kalkıştıklarında bölündükleri nokta burası. Bence geçmişteki Dev-Yol / Kurtuluş ayrılığının gerisinde de ya da MLSPB ile diğerleri arasındaki gerilimde de kısmen bu çelişkiye yol açan yapısal bir mesele var. O da şu: THKP-C’nin Marksist düşünce geleneğini sürdürdüğünü düşünsem de, kimi tezlerini bugün dahi çok önemsesem de, örgütlenme ve stratejisinde THKP-C’nin “korporatist” diyebileceğimiz bir kurgusu olduğunu söylemem gerek. THKP-C’nin alan faaliyetinde işçiler, öğrenciler, askerler, köylüler, aydınlar, beyaz yakalılar ayrı ayrı duran, kendi kendilerine hareket eden yapılar oldular. Her kesimden temsilcilerin genel komitede olması, bu sektörleri organik bir parti yapısı içinde çalışır hale getirmedi. O nedenle, 15-16 Haziran’dan sonra, “işçi komiteleri”nin gereği öne çıkmasına rağmen, Deniz’lerin (Gezmiş), THKO’nun (Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu) başlattığı silahlı hareketin oluşturduğu yeni politik iklime dahil olma kaygusu bir anda her şeyin önüne geçti. Çatışmanın şiddetine bağlı olarak da, süreç çatışma tarafından belirlenir oldu. Yoksa, işin başlangıcına, özgün tasarıma döndüğümüzde, “silahlı propaganda” dediğimiz şeyin kitle hareketinin yolunu açacak bir kaldıraç olmak üzere tasarlandığını anlarız. Ama icraata baktığımızda, çatışma çok ciddi bir şey olduğu için, yapı o çatışmaya göre yeterince organize olmamışsa, bütün sektörlerin çatışmaya hizmet eder hale geldiğini, sonunda askerlerin ve işçilerin oradan buradan kaçanları korumakla, köylülerin işin uzağında kalmakla, öğrencilerinse ne yapacağını bilememekle malûl hale geldiklerini görebiliriz. THKP-C’nin TİKKO’dan ve THKO’dan farklı olarak bütün faaliyetini esas olarak işçi sınıfının örgütlenmesine hizmet etmek üzere tasavvur ettiğini, silahlı mücadeleyi ya da kırda siyasî faaliyeti bir köylü devriminin, köylü ayaklanmasının vasıtası olmaktan ziyade, egemen sınıfın darbelerinden kaçınacak bir taktik zemin olarak gördüğünü söyleyebiliriz. THKP-C, bütün politik hayatını şehre ve şehrin yoksul sınıflarına göre tasavvur etmiştir. Ancak, icraata gelince, işçi hareketinin kabarışı ve konvansiyonel yapılardan taşması, THKP-C’nin zihninde, “şimdi gündemimizde kocaman bir mesele var, işçi hareketinin sendikal örgütlerini, politik örgütlerini, yeraltı örgütlerini oluşturmalıyız” sonucunu doğurmadı. Onun yerine, “işçi hareketinin bu kabarışı rejimde esaslı bir krizi işaret ediyor, bu krizi derinleştirmek üzere hareket etmeliyiz” diye düşündü. Bu saptamanın doğruluğundan, yanlışlığından bağımsız olarak kopukluk bununla ilgili: “Kriz derinleştirme”ye karar veriyorsan, çatışmanın yönünü tayin etmeye girişiyorsun, zaten siyasî rakiplerin de var, onların da önüne geçmek için adımlar atıyorsun. Ama, çatışmaya yeterince hazır olmadığın için, çatışma senin sürecini belirlemeye başlıyor, bütün öteki sektörlere profesyonel devrimciler örgütü değil, sektörler profesyonel devrimciler örgütüne hizmet etmeye başlıyor. Ve sonuçta, o dönem boyunca pratikte köklü bir toplumsal karşılık bulamadan gidiyorsun. Fakat, meselenin öbür yüzü de var: Büyük kitle, çatışmada seni haklı görüyor. Çatışma bittikten ve sen askerî düzeyde kaybettikten sonra, işçi hareketinin bağrından sana yönelik yeni bir sempati dalgası doğuyor. Bence, 1974 sonrasında soldaki tartışma bu sempatinin nasıl örgütleneceği üzerine sürdü. En azından “Cephe solu”ndaki tartışma buydu ve bu da az şey değildi, Türkiye solunun yansından fazlasıydı. Başlangıçtaki korporatist kurgu da bu yapısal mirasın her bir sektörüne kendince göreceli daha fazla önem yükleyenin daha haklı olduğunu iddia etmesine yol açabildi. MLSPB açısından mirasın tutulacak halkası gerilla faaliyeti ve öncü savaştı; Kurtuluş için işçi hareketi içinde temel oluşturmaktı; Dev-Yol açısından “bütün sektörler eşit önemdeydi, bunların tamamına bakmak lâzım”dı vs. Dolayısıyla, herkes kendi açısından, yorumlarında kendisinin haklı olduğunu iddia edebilirdi. Ama bana sorarsan, özgün kurgunun kendisi problematikti. Buradan da zaten karmaşık bir sonuç doğdu. Ama, deneyimi ilk kuranlar, onu projelendirenler bir arada kalabilselerdi, yaratıcı bir tarzda deneyimlerini değerlendirebilselerdi, belki çok daha başka bir şey olabilirdi. Kızıldere’deki büyük kayıp ve ondan önceki bölünme, bunun sağlıklı bir biçimde yapılmasını önledi. O zaman hepimiz ayrıştıklarımız hakkında abur cubur, bol kepçeden konuştuk ama, Yusuf’ların (Küpeli) yanında kalan ekipte de son derece saygıdeğer arkadaşlar vardı ve işçi hareketi içerisinde bir zemin oluşturanlar da büyük ölçüde onlardı.

 

Bölünmeye, Yusuf Küpeli ve Münir Ramazan Aktolga’nın ihracına yol açan görüş ayrılığının temelinde ne yatıyordu?

 

EK:Onların dediği şuydu: “Baştan sona yaptığımız her şey yanlıştı, silahlı bir başkaldırı yolunu açmakla kendimize ve başkalarına kötülük yaptık. Bunu bir an önce durduralım ve yeniden Lenin’in dediği gibi örgütlenelim.” Mahir’in yakalanmasından sonraki dönemde, zaman zaman bizim de katıldığımız, kısmen paylaştığımız, kısmen paylaşmadığımız, fakat sonuca bağlanmamış bir tartışmaydı bu. Mahir’lerin hapisten kaçışlarıyla birlikte, bu bir anda alevlendi. Çünkü Mahir’e eleştiriler, suçlamalar vardı, Mahir’in de eleştirileri, suçlamaları vardı. Bize yön veren üç kişiydi: Mahir, Yusuf, Münir. O tartışmalar, onlar arasındaki ilişkileri onarılamaz ölçüde tahrip etti. Ben kendi adıma, Yusuf un bu süreci iyi yönetemediğini düşünüyorum. Dolayısıyla, sağlıklı bir tartışma olamadı. Bizler daha uzaktan tartışmaya katıldık; tez kurmaktan ziyade, tezleri benimsemek, benimsememek, şurasını burasını eleştirmek yönündeydi. Bütün bu tartışmalarda bir an Yusuf’la Münir’e hak vererek, bir an Mahir’e hak vererek yer aldık. Fakat, Ankara’daki Dev-Genç’liler, yani ben, Sinan (Kâzım Özüdoğru), Hüdai (Arıkan), Oğuzhan (Müftüoğlu), Sabahattin (Kurt), Zafer (Kutlu), Saffet Alp, Orhan Savaşçı ve diğerleri şu sonuca vardık: “Eleştirilerin tamamı da haklı olabilir, fakat biz bir ayaklanma, bir isyan başlattık. THKP-C’nin 1 no’lu bildirisinde ‘artık silahlı devrim mücadelesi başlamıştır’ diye ilan ettik. Bu başlangıcı mantıkî sonuçlarına vardırmak için gerekenleri yapmadığımız sürece, yapılabilecek bir otokritiğin de herhangi bir anlamı yoktur. Çünkü nihayet bu bir ayaklanma, başladığın zaman gideceksin. Sen silahlarını gömsen bile, karşıdakiler gömdüğünü kabul etmeyecek. O yüzden bir direniş hattında durmamız lâzım.” Bu, bize akla yakın geldi. Taktik doğruluktan, stratejik tutarlılıktan ziyade, etik olarak ve geleneğin gereği olarak öbür yolu tutamayacağımız kanaatine vardık. Yoksa, mantıken Yusuf’la Münir’in itirazlarının içerisinde pek çok doğru öge de vardı. O yüzden de aramızda, başka ayrılıklarda olduğu gibi, şiddetli bir kavga çıkmadı. Çünkü herkes karşısındakinin de kısmen haklı olduğunu düşünüyordu aslında. Genel komitemiz 11 kişiydi, Hüseyin Cevahir öldüğü için on kişi kalmıştık. İki tez, 5-5 berabereydi, yani kimse ötekini ihraç edecek durumda değildi. Ama biz Yusuf’u bilfiil ihraç etmiş olduk. Onlar da zaten tartışmayı kazanmak için fazla gayret göstermediler, yani neticeye razı oldular. Bu çerçevede, askerler, öğrencilerin önemli bir bölümü ve kısmen de Karadeniz kırsalında olanlar bizim tarafımızda kaldı. İstanbul ve İzmit’teki işçiler, İzmir, Ege bölgesindeki köylüler, Güney’dekilerin önemli bir bölümü de Yusuf’la Münir’den yana çıktılar. Bu tartışmanın yaygın, anlamlı ve tutarlı bir biçimde yapılamadığı kanaatindeyim ben, ama şu herkes tarafından anlaşılmıştı. Tez 1: Silahlı mücadele yanlıştır, silahları gömelim ve başka bir pozisyona geçelim. Tez 2: Doğru ya da yanlış, şu aşamada, silahlı mücadeleyi gündemden kaldıramayız, direniş hattında durmamız gerekiyor. Tartışma böyle şekillendi. Sonra da THKP-C’nin silahlı mücadelesinin bastırılarak ortadan kaldırılması sonucunda, onun kurucuları kapsamında son buldu. Ama ondan sonra da sürdü gitti, geri kalanı da sizin kuşak yaptı zaten.

 

THKP-C, sol kamuoyunun imgeleminde “tez 2”yle yer etti büyük ölçüde. Halbuki asıl miras, “o berabere durum” ya da 12 Mart’ın çok özgül koşullarının dayattığı “iki tez”in öncesindeki pozisyon galiba.

 

EK:Doğru. Latin Amerika’daki bütün devrimci partilerin Che Guevara’nın mirasına sahip çıkması, ama hiçbirinin gerillacılık yapmaması gibi bir şey THKP-C mirası. Devrimci davaya kurban verilmiş olanlara saygı, o davranışa politik ve ahlâkî değer biçme, ama pratikte uygulanacak politikalarla onun arasında bir doğrusal bağıntı da aramama gibi bir durum.

 

THKP-C mirası özetle böyle mi?

EK:Evet, böyle. Başkalarının nasıl yaklaştığını tartmak istemem, fakat, zamanında kendime, kendi arkadaşlarıma, harekete yöneltmiş olabileceğim bütün eleştirilere, isyanlara, hayal kırıklıklarına rağmen, benim açımdan mutlak ve değişmez olan şudur: THKP-C’yi 1970, 71, 72 yıllarında, devrimci mücadeleyle Marksizmi bir arada tutmaya çaba göstermiş olan biricik hareket olarak görüyorum. O yüzden, benim açımdan çok önemli bir başlangıç. Çünkü Türkiye’de o zamanlar adeta yazılı olmayan bir kural vardı: Marksist olan devrimci olmayacak, devrimci olan da Marksist olmayacaktı sanki. THKP-C, sadece bireysel düzeyde değil, organize ettiği bütün insan topluluğu düzleminde bu bağı kurmayı başardı. Daha sonrasına baktığınızda, hiç umulmayan kitlesel bir patlamayla birlikte “cephecilik” diye bir şeyin Türkiye’de varolması kısmen bununla ilgili, çünkü THKP-C geleneğine yaslanarak bir mühendis odasında da çalışabilirsin, sendikada da çalışabilirsin, köyde de, öğrenci derneğinde de faaliyet sürdürebilirsin, faşistle de çatışabilirsin. Çünkü sosyal mücadelenin tamamına bakarak konuşan bir gelenek bu. Demiyor ki, “dağa çıkacağım, ‘fococuluk’ yapacağım, ondan gayrısı karşı devrim”. Demiyor ki “köylüden başka devrimci kuvvet yoktur” ya da “işçi sınıfından başkası hiçbir işe yaramaz”… Sosyal mücadele neredeyse, orada mutlaka bir enerji var, bunu dönüştürmek de devrimcinin görevi. Bunu da kendine göre maddeci tarih görüşüne bakarak söylüyor, Marksist geleneğe yaslanıyor. Kendisini uluslararası planda ilişkilendirmeye çalıştığı da, Küba’nın etrafında oluşmuş olan bir hale, fakat ona da o kadar sıkı sıkıya bağlanmıyor… Bunun çok değerli olduğunu, 1970’ler dünyasında bugün en anlamlı şeyin bu varolma tarzı olduğunu düşünüyorum. İkincisi, bu da çok önemli, devlet içindeki ya da sermaye sınıfı içindeki çatışmalardan değil, kendi programından ve kendi dayandığı güçlerden kuvvet alarak adım atma tavrı. Geçmişte Türkiye sosyalist hareketinde çokça görülen, burjuvazinin iki kanadı arasında ve devletin içinde bugün de süregiden, laikler / anti laikler, Amerikacılar / Avrupacılar, liberaller / muhafazakârlar türünden gerilimlerin ötesinde bir yerde, kendi hareket hattını oluşturması, kimseden icazet istememesi bence çok mühim bir gelenek. Benim davranışımı nasıl görürsünüz diye yukarılara değil, aşağıya doğru bakması… Nihayet, kitle hareketini çok önemsemesi. Bana sorarsan, Kızıl Tugaylar’la THKP-C’nin farkı, bir yerden bakınca yok, bir yerden bakınca da çok önemli bir fark var: O da THKP-C’nin Dev-Genç’e, işçi komitelerine, köylü komitelerine sahip olarak çalışması, kendi etrafında aydınlardan, sanatçılardan bir destek hattı oluşturmuş olması, öğretmenlerinden mühendislerine kadar bütün beyaz yakalı çalışanlarla arasında bir rezonans olması ve onların örgütlenmelerine kısmen yardımcı olmuş olması… Bunlar bir arada bir anlam taşıdı. Dolayısıyla, bir, devrimcilikle Marksizm arasında mütekabiliyet araması; iki, egemen sınıf arasındaki çatlaklardan değil, egemen sınıfla ezilenler arasındaki çatışmadan hareketle yola koyulması; üç, kitle hareketinin en önemli kaynak olduğuna dair inancı. Zaman zaman bundan sapılmasına, zaman zaman bireysel kahramanlıkların çok önemsenir olmasına rağmen, bu kaynağa geri dönebilecek kanatları hep muhafaza edebilmiş olması. Bu üç nokta bence bugün de yeniden üretilebilecek bir gelenek sağlıyor. Belki şunu da eklememiz lâzım: O dönem Millî Demokratik Devrim tezini savunan cenahla çok sert bir teorik tartışma sürdürdük. Bu belki kısa bir dönemdi, ama bunlar sert tartışmalardı. O çocuk sayılabilecek aklımızla, saydığım üç temel özelliği olan bir geleneği başlattığımızı düşünüyorum. Bizden daha yaşlı olanlardan akıl da almış değildik, bunları kendi idrakimizle yaptık.

 

Sosyalist demokrasi açısından THKP-C’nin mirası ne?

 

EK:Asla, kitle örgütlerinde başkalarının varolma hakkına karşı bir yasak getirmedik, bir zorlamada bulunmadık. Dev Genç’te TİP’Ii olamaz, şucu bucu olamaz diye bir şey asla olmadı. Öğrenci hareketinin ve genel olarak kitle hareketinin içinde çokluğu ve çoğulculuğu gözetmeye çalıştık. Mesela Dev-Genç’in İstanbul örgütüyle –orada daha çok Mihri Belli’ci arkadaşlar hâkimdi–, Ankara’da bir-iki fakültede gerilimlerimiz oldu, fakat biz onları özerklikleri olan kümeler olarak kabul ettik ve böylelikle herkesin mücadelesi, herkesin katkısı Dev-Genç’in kazanç hanesine yazıldı sonuçta. Bunları becermek o dönem mühimdi. Devrimciler arasında işin içine silahın girdiği çatışmaların yaşanmasına hiç izin vermedik, bunun için çok çaba gösterdik. Bunun çok önemli bir gelenek olduğunu düşünüyorum. Hoşgörü, kardeşlik, tahammül, çoğulculuk… Bu daha sonra aşındı, yıprandı, ama hapse girişimizi bizim defteri kapattığımız dönem olarak kabul edersek, o döneme kadar, kendi iç gerilimlerimizde, THKP-C içi gerilimlerde de, laftaki sertliğe dışlama ya da varolma hakkını hiçe sayma eşlik etmedi. Bu da iç yaşam geleneği olarak önemli, muhafaza edilmesi, çoğaltılması gereken bir şey. Molière’in “Kibarlık Budalası” edebiyat öğretmenine “vay be, bugüne kadar nesir konuşuyormuşum, haberim yokmuş” der ya, biz de sosyalist demokrasi yapıyormuşuz da, adının ne olduğunu bilmiyormuşuz. (gülüyor) Öyle bir adlandırmaya bile gerek duymamıştık. “Zaten böyle olur, başka nasıl olur ki” diye düşünüyorduk. Kısmen bundan sapmalar oldu, onlardan ötürü de herkesten özür dileriz ama, esasen bu fikir hakimdi. Sonuç: Bu dört nokta bir arada olursa, hep bir başlangıç noktası oluşturur.

 

THKP-C’nin hâlâ önemsediğiniz tezleri neler?

 

EK:Kapitalizm-emperyalizm bağıntısı meselesinde THKP-C’nin modern ve çok yüksek bir analiz yaptığını düşünüyorum. Türkiye kapitalizmini, uluslararası kapitalizmin bir halkası olarak gördük. Yani eski, THKP-C öncesi analizde olduğu gibi, “dünyada kapitalizm var, fakat burası feodal bir ülke, bir komprador sınıf dünya kapitalizmine hizmet etmek için kendi halkına ihanet etmiş de kapitalizm ortaya çıkmış” yaklaşımını aşmıştık. Türkiye kapitalizmini dünya kapitalist sisteminin bir parçası olarak mütalaa ettik. Bunda Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın sosyo-ekonomik analizlerinin de çok büyük katkısı oldu tabii. İkincisi, emperyalizmle mücadeleyi de bu çerçevede kendi kapitalizmiyle mücadele olarak gördü THKP-C. Yani bir “yabancı güç”ün varlığıyla belirlenen bir kapitalizm değil, bizzat kendi kapitalistlerinin kendi milletini sömürdüğü bir düzenle uluslararası ortaklık olarak gördük emperyalizm meselesini. Dolayısıyla, kapitalizmle savaştan ayrı bir emperyalizmle savaş hikâyesini sahici bulmadı THKP-C, bunun sınırlarına işaret etti. Dolayısıyla, Mahir Çayan’ın “emperyalizm Türkiye’de bir içsel olgudur” saptamasını çok önemli buluyorum, hâlâ eskimeyen bir tez olduğunu düşünüyorum. Bunun sadece iktisadî kertede değil, aynı zamanda politik ve askerî kertede de kendini yeniden üreten bir şey olması, THKP-C’nin anafikrinin Marksizm olduğunu söylememin en önemli nedenlerinden biridir. Herkes “Marksistim” diyebilir, önemli olan bunu hakikatin analizinde ortaya koymaktır. Eğer bir cümleyle özetlenmesi gerekseydi Mahir Çayan’ın tezi, ben böyle özetlemek isterdim.

(Söyleşi: Yücel Göktürk/Express, sayı 60, Nisan 2006)