TBMM Genel Kurulu’nda bütçe görüşmelerinde HDP adına kapanış konuşması yapan Kürkçü: “Bir seçim ittifakından, alelade bir seçim hazırlığından söz etmiyorum. Zaten, asıl tartışmamız gereken şey budur. Nasıl bu ülke bir kere daha seçime gidecektir? Seçim adaletini, seçim güvenliğini, oyların çalınmayışını, oyların sayılışını, bunların olduğu gibi kaydedilişini, yurttaşın elinden çıkan oyun sandıktan çıkan oyla aynı olduğunu kim garanti edecektir, hangi makam bize bunu garanti edecektir? Olağanüstü hâl kalkmadan, milletvekilleri hapiste yatarken, halkın ifade, örgütlenme ve politika yapma özgürlüğü ayaklar altındayken hangi seçime gideceğiz? Ben daha çok bir tarihsel ittifaktan söz ediyorum.” dedi.
HDP GRUBU ADINA ERTUĞRUL KÜRKCÜ (İzmir) – Sayın Başkan, sevgili arkadaşlar, henüz Mecliste ve hâlâ cezaevlerindeki milletvekili arkadaşlarım, sevgili Eş Başkanlarımız Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ; hepinizi sevgiyle, saygıyla selamlıyorum.
En karanlık, en uzun geceyi dün arkamızda bıraktık. Doğa, sırf “Biz gideriz tersine.” inadıyla karanlığa uyandırılarak zulmedilen milyonlarca çocuğa, damadın çektirdiklerini telafi ediyor.
Âkif’in de dediği gibi “Her karanlık gecenin bir sabahı vardır, her kışın baharı vardır.” Doğanın ve edebiyatın bize cömertçe sunduğu umuda, cesarete ve iyimserliğe gerçekten ihtiyacımız var çünkü kasım ve aralık boyunca Komisyon ve Genel Kurulda süren açık tartışma 2018 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Tasarısı’nın halklarımızı bekleyen uzun ve ağır bir toplumsal kışın habercisi olduğunu gün gibi ortaya koyuyor. Devlet bu bütçeyle 599 milyar 400 milyon Türk lirası olarak öngörülen 2018 bütçesi vergi yükünün neredeyse tamamını satın aldığımız her şeyin fiyatı, maaş ve ücretlerimiz üzerinden peşin olarak yoksulların ve emekçilerin sırtına yüklüyor. Ama aynı devlet 2016’da tahakkuk eden sermaye ve servet vergilerinin yüzde 25’ini yani neredeyse 2018 bütçesinde öngörülen 146,5 milyar liralık toplam ÖTV gelirine yakın bir miktarı tahsil etmeden bıraktı. Sonuçta servet, rant ve sermaye gelirlerinin korunduğu, emekçilerin ve yoksulların ücret, aylık ve maaşlarının ezildiği, gitgide kabaran bir savunma ve güvenlik bütçesiyle karşı karşıyayız.
2018 bütçesi, yapısı gereği bir savaş bütçesidir. Maliye Bakanı istediği kadar “En çok pay eğitime.” diyedursun, sadece silahlanmayı finanse etmek için toplu salınan 18 milyar lira tutarındaki yeni vergi gelirleri, Eğitim ve Sağlık Bakanlıklarının toplam yatırım bütçeleri kadardır. Özetle AKP’nin 2018 bütçesi eğitime ve sağlığa değil, savaşa bütçedir.
Bu bütçenin bir savaş bütçesine yönelmesinin nedeni, ülkenin düşmanlarla kuşatılmış olması, terörizm tehdidi altında bulunuyor olmamız değildir. Bu bütçe iktidardaki AKP, MHP, Ergenekon ittifakının Cumhurbaşkanının 2018’de içeride ve dışarıda gerginlik ve çatışma siyasetini derinleştirerek sürdürme eğiliminin izdüşümüdür; AKP Hükûmetinin izlediği iç ve dış siyasetin toplam sonucu olarak içine düştüğü açmazları kuvvet kullanarak aşma heveslerinin bir ürünüdür. AKP savunma ve güvenlik politikasının ve bunun bütçeye yüklediği aşırı yüklerin gerisindeki irrasyonel tehdit algısının kaynağı da bu politik başarısızlıktır. AKP bu başarısızlığın yükünü de bütçe üzerinden bütün topluma aktarma yolunu seçmiştir. 2018’de faiz, kâr ve rantı korurken büyük çoğunluğu düşük ücret ve enflasyonla ezmeye yönelen AKP, toplumu bu toplumsal kışta yoksulluğun yorganı altına alıyor. Akşamları kenti saran kapkara Ankara göğüne bakan, nerede yaşadığımızı görür. Burası, sözüm ona bir büyük devletin payitahtı değil, itibarı artsın diye linyit sobalarının başında titreyen yoksulların başkentidir.
Sayın Başkan, sevgili arkadaşlar; bu bütçenin haber verdiği bir başka şey var. O da aslında artık bütçe hakkından Meclisin vazgeçtiği, bütçe hakkını terke hazırlandığıdır. Bu bütçe tartışmasındaki prensipsizlik, bütçenin neredeyse yüzde 30’una yakın bir ek bütçe tahsis edilmesi gücünün Hükûmete verilmiş olması, aslında bütçe hakkının ortadan kalkmasıyla ilgilidir. Eğer Anayasa değişiklikleri gerçek olursa 2019’da, eğer bu gidişatı önleyemezsek Meclis artık bütçenin başlıca kaynağı olmayacak, bütçenin kaynağı Cumhurbaşkanlığıdır. Cumhurbaşkanlığının yaptığı bütçeyi Meclis kabul ya da reddedebilecektir belki ama asla ve asla kendi içinden çıkan bir Hükûmetin, Meclisin üyeleri tarafından hazırlanan bir bütçenin tartışıldığı bir Meclisimiz artık olmayacaktır.
Bu Mecliste sık sık hâkim ittifakın sözcülerinden “Gazi Meclis” sözünü işitiyoruz. Ben 1920 Meclisine dönüp bakmanızı tavsiye ederim. Kendinden başka hiçbir güç tanımayan Meclisten, kendi iktidarını ve gücünü Cumhurbaşkanına devretmiş, kendi iktidarından vazgeçmiş bir Meclise geçtik.
Gazi Meclis… Böyle bir Gazi Meclis olabilir mi? Bu, Cumhurbaşkanının ayakları altında bir yasa fabrikasına dönüşmüş olan, Cumhurbaşkanının yapmayacağı yasaları yapmasına rıza gösterilen bir Meclistir. 1876’da Türkiye’de bütçe hakkını toplum mutlak monarşiden aldı ve yüz yıldan fazla bir zaman geçtikten sonra yani artık bunun bir huy, alışkanlık, vazgeçilmez, cildimize yapışmış bir durum gibi olması gereken yerde, cildimizi, derimizi soyarak bütçe yapma hakkını Cumhurbaşkanına teslim eden bir Meclis kendisinden daha mütevazı sözlerle söz etse çok daha yerinde olur. Meclis Başkanımız, aslında bu Meclisin alameti farikası olan bu yetkinin, bu gücün elinden alınmasına bir tek kere ses çıkarmadı.
Milletvekillerinin yüzde 2’sinin hapsedildiği bir Meclis bütçe yapıyor, sakat bir Meclis sakat bir bütçe yapıyor. Başı koparılmış, eli koparılmış bir Meclis ve Meclis Başkanımızın takıldığı yer, halının nereden geldiği. Biz halınızla değil, hâlinizle ilgileniyoruz Sayın Başkan, bunu düşünsenize. (HDP sıralarından alkışlar)
Sayın Başkan, sevgili arkadaşlar; bugün Türkiye, bütçesinin de yansıttığı gibi, aslında ne Meclis tarafından ne Hükûmet tarafından yönetiliyor, bir hanedan tarafından yönetiliyor. Mahdumun, kerimelerin, hanımefendinin, beyefendinin, damadın, eniştenin devletin hemen hemen bütün iş ve işlemlerine, ne seçilmiş ne atanmış oldukları hâlde, el koydukları bir hanedandan söz ediyoruz. Bu hanedanın avlusunda kendisine yer buldu diye kimileri bu hanedanın aslında ifade ettiğinden, ima ettiğinden daha geniş olduğunu düşünmesin. Onlar o avluda çöplenmeye devam edebilirler ama iktidar, artık ne Meclistedir ne Hükûmettedir ne seçmendedir, hanedanın elindedir ve bu bütçenin bu şekilde ortaya çıkmış olması, bir askerî sınai kompleksin hanedanı ele geçirmesi, hanedanın da bütçeyi ele geçirmesiyle ilgilidir. Amerika Cumhurbaşkanı Eisenhower, 1950’lerde Amerikan devletini bir askerî sınai kompleksin Amerikan savunma ve dış politikasını ele geçirme ihtimaline karşı uyarmıştı. Bizde ise bizzat hanedan kendisi hükûmet kurdu, bizzat hanedan kendisi iktidarı ele geçirdi ve bir askerî sınai hanedan tarafından Türkiye yönetiliyor.
Bu şekilde yönetilmeye layık mıyız? Aslında bu sorunun cevabını belki de Milliyetçi Hareket Partisine sormamız gerekir çünkü Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet Bahçeli, bu eğilimler, kabına sığmayan, kabından taşan, iktidarı zapta yönelik bu eğilimler her gün Anayasa’yla çatışan bir cumhurbaşkanı profili ortaya çıkarttığında dedi ki: “Her gün suç işleyerek devlet yönetilemez ya Anayasa Cumhurbaşkanına uyacak ya Cumhurbaşkanı Anayasa’ya uyacak.” Suçun yasa hâline geldiği yeni bir toplum düzenini ikisi beraber kurdular. Bu toplumu bin bir zahmetle yaratılmış bulunan kısmi, kısıtlı, parçalı bir demokrasiden mahrum edebilecek şekilde, iktidarı doğrudan doğruya bir suç etrafında tanımlayan yeni bir şey yarattılar. Bu bir şeydir, ne olduğunu siyaset bilimi bize söyleyemez. Savcıların generalleri tutukladığı, generallerin polisleri ihbar ettiği, polislerin polisleri hapsettiği, sonra hepsinin birden dönüp vatandaşı ele geçirdiği tuhaf bir rejimde yaşıyoruz. Bu, bir geçiş rejimi besbelli ama bu, sınırlanmış, kısıtlı, otoriter bir parlamenterizmden daha yüksek bir rejime geçiş değil. Bu, Türkiye’nin yeni bir diktatörlük rejimine doğru geçişidir ve bunun temellerini döşeyenler aslında 16 Nisan referandumunda yenildiler.
Sevgili arkadaşlar, Meclis, halkımız; aklınızdan çıkarmayın, 16 Nisan referandumunun galibi biziz. Oyların çalındığını hepiniz biliyorsunuz, kanuna uygun olmayan 1,5 milyon oyla bu sonucun elde edildiğini biliyorsunuz. O yüzden, bu Meclis şu menkıbeyle bu referandumun sonucuyla tanıştırıldı: “Atı alan Üsküdar’ı geçti.” Bir at hırsızlığı menkıbesi bir demokrasi zaferinin nişanesi olamaz. Asla ve asla bu sonucu kabul etmiyoruz. İşte bu suçlular ittifakına karşı haklıların bir araya gelmesi gerekir. Tüürkiye suçluların ittifakına karşı bir haklıların birliğine ihtiyaç duyuyor.
Yanlış anlaşılmasın söylediklerim, bir seçim ittifakından, alelade bir seçim hazırlığından söz etmiyorum. Zaten, asıl tartışmamız gereken şey budur. Nasıl bu ülke bir kere daha seçime gidecektir? Seçim adaletini, seçim güvenliğini, oyların çalınmayışını, oyların sayılışını, bunların olduğu gibi kaydedilişini, yurttaşın elinden çıkan oyun sandıktan çıkan oyla aynı olduğunu kim garanti edecektir, hangi makam bize bunu garanti edecektir? Olağanüstü hâl kalkmadan, milletvekilleri hapiste yatarken, halkın ifade, örgütlenme ve politika yapma özgürlüğü ayaklar altındayken hangi seçime gideceğiz? Ben daha çok bir tarihsel ittifaktan söz ediyorum. Bu Parlamentoda olan ya da olmayan, şu ya da bu partiden olan bütün yurttaşlarımız, bu suçlular ittifakına karşı, haklıların ittifakı için bir araya gelsinler; ev kadınlarından şoförlere, manifaturacılardan manavlara, işçilerden köylülere, öğrencilere, akademisyenlere, sürgündeki vatanseverlere kadar herkes Türkiye’nin geleceğine el koymalıdır.
Bütçe elinizden gitmiştir, yargı elinizden gitmiştir, oy hakkınız bile elinizden gitmek üzeredir; bunu hâlâ seyredemez Türkiye, mutlaka ve mutlaka buna bir demokratik çare bulmak için ayağa kalkmak zorundadır. Bu bütçe tartışmasının bize gösterdiği şey, bütün bunların oldubitti olarak görüldüğüdür. Bu bütçe demokrasiye kaynak tahsis eden, demokrasinin önünü açan, halkı demokratik tercihlerini ortaya koymada teşvik eden, onu kuran bir bütçeyi bize göstermiyor, bir savaş ve olağanüstü hâl bütçesiyle bizi baş başa bırakıyor; bunu reddediyoruz. Türkiye asla ve asla yanlış iç ve dış politikaları sonucunda uluslararası alanda ittifaksız kalmış, içeride olağanüstü bir rejime mecbur kalmış, halkın rızasını kaybetmiş bir hükûmetin çektiği yere gidemez, gitmemelidir.
Bize şimdi taslanılan Batı düşmanlığı, Türkiye’nin bir Batı emperyalizmi komplosuyla karşı karşıya olduğu palavralarını da buradan reddediyoruz. Türkiye, aslında hâlâ kendi seçtiği yerde durmaktadır ama durduğu yerde kendi iç politikasını ve dış politikasını müttefiklerine kabul ettiremediği için, onlarla ihtilafa düştüğü için şimdi, Türkiye halklarına dönüp başka emperyalist güçleri, dünya hâkimiyeti için mücadele eden başka devletleri yeni ortaklar, yeni siyaset partnerleri olarak anlatmaya çalışıyor.
Biz -daha önce de söyledik- hiçbir zaman ve hiçbir zaman hiçbir milletle, hiçbir halkla düşman olamayız. Biz, halklarımızın haklarının gerçekleşeceği bir yeni rejimin ancak ve ancak insan hakları ve demokrasi üzerine kurulabileceğini, hukuk devleti üzerine kurulabileceğini düşünüyoruz, biliyoruz, bunu istiyoruz ve bunun etrafında bir tarihsel ittifak kurmak, bununla birlikte olan, bu değerleri kabul eden bütün ülkeler, halklar, uluslararası kuruluşlarla bir arada olmaya devam edeceğiz. Türkiye’de zamanında iç muhalefeti ezmek için Amerika Birleşik Devletleri’yle, NATO’yla, gladyoyla ortaklık kuranların bugün bize antiemperyalizm taslamaya hakları yoktur.
Sevgili arkadaşlarım -bu bütçe ile halkımız arasındaki ilişkiyi- bir şairle başladık, öbür şairle bitirelim:
“Hani şimdi biz haykırırız,/ Cevap:/ Açılır kara kaplı kitap: Zindan./ Kayış kapar kolumuzu,/ Kırılan kemik, kan./ Hani şimdi bizim soframıza,/ Haftada bir et gelir/ Ve/ Çocuklarımız işten eve/ Sapsarı iskelet gelir./ Hani şimdi biz…/ İnanın, güzel günler göreceğiz çocuklar,/ Güneşli günler göreceğiz,/ Motorları maviliklere süreceğiz çocuklar,/ Işıklı maviliklere süreceğiz.”
Hepinizi sevgi ve saygıyla selamlıyorum.
Yorum yazabilmek için oturum açmalısınız.