TBMM İnsan Hakları İnceleme Komisyonunda görüşülen “Anadilde savunma yasa tasarısı” yla ilgili Ertuğrul Kürkçü’nün vermiş olduğu muhalefet şerhini yayınlıyoruz.
1/708 sıra sayılı “Ceza Muhakemesi Kanunu ile Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanunda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı”na muhalefet şerhim aşağıdaki gibidir.
1. Adalet Bakanlığı’nın sunduğu 1/708 sıra sayılı Kanun Tasarısı’nın 1. Maddesi metnin ağırlık merkezini oluşturmaktadır. Tasarının önemi cezaevlerinde süre giden ve 65. gününe varan açlık grevlerinin en önemli taleplerinden birine karşılık verme eğilimini yansıtır görünmesiyle ilgilidir. Ancak durumun ciddiyeti karşısında tasarının getirdiği iyileştirmeler “çok geç ve çok az”dır, hatta kimi yönleriyle iyileştirmeyi amaçladığı Ceza Muhakemesi Kanunu’nun (CMK) 202. Maddesi’nin güvenceye aldığı hakları geriye götürmektedir.
Tasarı’yla CMK’ye eklenen 4. Madde’nin getirdiği yenilik “Meramını anlatabilecek ölçüde Türkçe bilen sanık”a, “sözlü savunmasını, kendisini daha iyi ifade edebileceğini beyan ettiği başka bir dilde yapabilme” olanağı tanımasıyla ilgilidir.
Bu, CMK’nin, özellikle KCK yargılamalarında yargıçların “meramını anlatabilecek ölçüde Türkçe bildiği” gerekçesiyle sanıklara Türkçeden başka dillerde, özellikle Kürtçede savunmayı yasaklamalarına gerekçe oluşturan 1. Maddesi’ni bu şekilde yorumlama olanağını ortadan kaldırdığı için ileriye doğru atılmış bir adım sayılabilirdi. Ancak Tasarı’nın diğer hükümleriyle birlikte ele alındığında bu adım süre giden soruna yanıt vermekten uzaktır. Her ne kadar bu Tasarı’nın “zaten AKP’nin gündeminde olduğu” söylense de “açlık grevleri” nin oluşturduğu konjonktürün tasarının Meclise taşınmasını hızlandırdığı aşikardır. Ancak tasarıya hakim olan perspektifin yanı sıra alelacele hazırlanmış oluşu da yasanın kusurlarını sivriltmekte ve göze batar hale getirmektedir. Bu muhalefet şerhi söz konusu eksikliklere dikkat çekmeyi ve Tasarı’nın Adalet Komisyonu’nda görüşüldüğü sırada iyileştirilmesini, Tasarının kanunlaşmasıyla, açlık grevlerinin taleplerinden hiç değilse birinin karşılanmasını ve hayat kayıpları olasılığının azaltılmasını amaçlıyor.
a. Tasarının getirmeyi amaçlar göründüğü iyileşme gerçekte, 1923 Lozan Barış Antlaşmasının ulusalüstü hükümlerinin de gerisindedir.
Türkiye Cumhuriyeti devletinin kuruluş anlaşması olan Lozan Barış Antlaşması’nın, III. Bölümünde kültürel hakların korunmasına ilişkin hükümler yer almaktadır. Bu hükümlerin bir kısmı Türkiye’deki “müslüman olmayan” azınlıklarının korunmasına yönelik olmakla birlikte; bazı hükümleri, aralarında Kürtlerin de bulunduğu “gayrimüslim azınlık” statüsünde olmayan, farklı kültürlerin haklarını da güvence altına almaktadır.
Lozan Anlaşması’nın 39’uncu maddesinin 4’üncü fıkrasının tam metni şöyledir: ”Herhangi bir Türk uyruğunun, gerek özel gerekse ticaret ilişkilerinde, din, basın ya da her çeşit yayın konularıyla açık toplantılarında, dilediği bir dili kullanmasına karşı hiçbir kısıtlama konulmayacaktır.”
Bu fıkra, bütün Türk yurttaşlarına istedikleri herhangi bir dili, herhangi bir yerde ve herhangi bir zamanda kullanma hakkını vermektedir. Bu fıkranın hak sahibi kıldığı kişiler bütün yurttaşlardır; bunun pratikteki karşılığı ise “anadili Türkçe olmayan yurttaşlardır.”
Lozan Anlaşması’nın 39’uncu maddesinin 5’inci fıkrasının tam metni de şöyledir:”Devletin resmi dili bulunmasına rağmen, Türkçe’den başka bir dil konuşan Türk uyruklarına, mahkemelerde kendi dillerini sözlü olarak kullanabilmeleri bakımından uygun düşen kolaylıklar sağlanacaktır.”
Bu fıkrada “gayrimüslim azınlıkların” haklarından farklı olarak, anadili Türkçe olmayan tüm Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının mahkemede kendi dillerini kullanmalarına olanak tanınmıştır. ”Devletin resmî dili bulunmasına rağmen” tanımlamasıyla da “resmi dilin” diğer dilerin kullanımsana engel olmaması gerektiğine işaret edilmiştir.
Lozan Anlaşması’nda yer alan bu maddenin hukuki tahlili şu şekildedir;
ı) “Türkçeden başka dil konuşan Türk uyruklarının” mahkemelerde “kendi dillerini sözlü olarak kullanabilme” hakkı, md. 39/5 tarafından, devletin bir resmî dilinin mevcut olduğu hususu dikkate alınarak düzenlenmiştir.
ıı) “Uygun düşen kolaylıklar” dan kasıt, en başta, bir tercüman teminidir.
ııı) “Kendi dilleri” nden kasıt, tarafların anadilidir. Duruşma dilini/resmî dili ne kadar iyi anlarsa anlasın veya konuşursa konuşsun, ilgili tarafın kendini en iyi ifade edebileceği dil, ilke olarak anadildir. Bu husus, savunma hakkı gibi en önemli hususun duruşma sırasında en iyi biçimde icra edilmesini sağlamak gerekçesiyle düşünülmüştür.
ıv) Madde 39/5, Türkiye Cumhuriyeti’nde Türkçeden başka bir dili, sözlü olarak dahi olsa, resmî dairelerde kullanma hakkının tek örneğidir. Ayrıca, anadili resmî dil Türkçeden farklı olanlara bir “pozitif hak” (çoğunluğun sahip olduğu hakkın ötesinde bir hak) getirmesi açısından, gayrimüslimler dışındaki TC vatandaşlarına pozitif hak getirilmesinin de tek örneğidir.
v) Madde 39/5 hükmü, 12 Eylül askerî darbe rejimi başta olmak üzere Türkiye’de zaman zaman ihlal edilmiş olmakla birlikte, hiçbir biçimde değiştirilemez. Çünkü yine Lozan Barış Antlaşması’nın 37. maddesi hükmüyle Türkiye, Madde 39’un da arasında bulunduğu kimi Lozan maddelerini hiçbir biçimde değiştirmemeyi çok kesin ifadelerle taahhüt etmiştir.
Lozan Barış Antlaşması, 23 Ağustos 1923 tarih ve 340 sayılı “Lozan Sulh Muahedenamesinin Kabulüne Dair Kanun”la Türk mevzuatına dâhil edilmiştir. Anlaşmanın 39/5 inci maddesi, kendisiyle çelişebilecek iç mevzuat hükümleri bulunduğu takdirde (Örneğin değiştirilmeye konu olan CMK Madde 202), onlar üzerinde üstünlük sahibidir, ancak Lozan Antlaşması’nın 37 Maddesi hükmü, temel hak ve özgürlüklere ilişkin bir hüküm olması nedeniyle iç mevzuata üstündür. Çünkü Anayasa’nın 90’ıncı madde hükmü, “Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası antlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası antlaşma hükümleri esas alınır.” şeklindedir.
Hal böyleyken, CMK 202 bu kuralları ihlal ederek on yıllar boyu mahkeme önünde Türkçe’den başka bir dille konuşma hakkını “meramını anlatabilecek ölçüde Türkçe bilmeme” şartına bağlaya gelmiş, yargıçlara mahkeme önündeki kişilerin Türkçe bilgisini öznel ölçülerle ölçme ve tercih ettiği dili konuşmaktan mahrum bırakma gücü vermiştir.
Şimdi Adalet Bakanlığınca sunulan bu kanun tasarısıyla mahkeme önündeki kişiye “kendisini daha iyi ifade edebileceğini beyan ettiği başka bir dille” savunma hakkı tanınması bir ilerleme bile değil çok önceden gasp edilmiş bir hakkın iadesidir.
b. Savunmanın parçalanması kabul edilemez
Bu çok geç gelen hak iadesi, öte yandan, sahiplerine haklarının yalnızca bir bölümünü geri verir gibi görünürken hem Lozan antlaşmasında hem yasanın önceki halinde var olmayan bir kısıtlamayı da dayatmaktadır. CMK 202’ye eklenen 4. Madde “Meramını anlatabilecek ölçüde Türkçe bilen sanık”a “iddianamenin okunması” ve “esas hakkındaki mütalâanın verilmesi üzerine” sözlü savunmasını, kendisini daha iyi ifade edebileceğini beyan ettiği başka bir dilde yapabilme”yi kayıt altına alırken hem Anayasa’nın eşitlik ilkesine hem de AİHS’nin Adil Yargılanma ilkesine aykırı bir işleme kapı açmaktadır.
Tasarı mahkeme önündeki kişilerden “Meramını anlatabilecek ölçüde Türkçe bilmeyenler” için savunmanın her aşamasında tercümandan yararlanmaya bir kısıtlama getirmezken -ve getirmemesi gerekirken- “Meramını anlatabilecek ölçüde Türkçe bilen sanık”lara tercümandan yararlanma hakkını yalnızca iki kez, iddianame ve esas hakkındaki mütalaanın okunmasından sonra tanımaktadır. Bu eşitsizliğin anlaşılabilir ve kabul edilebilir bir yanı olmadığı gibi, mahkeme önündeki kişinin “kendini daha iyi ifade edebileceği” dili kullanmaktan, yargılamanın ve soruşturmanın diğer aşamalarında mahrum bırakılması AİHS’nin 6. Maddesi’nin ihlalidir. Aslında Tasarının getirdiği hükmün semantik dizilişi bile bunun neden bir hak ihlali olacağını açıkça ortaya koymaktadır, mahkeme önündeki kişi “kendisini daha iyi ifade edebileceğini ifade ettiği” dille konuşamayacaksa kendisini daha iyi ifade etmekten, ve dolayısıyla daha iyi savunmaktan ala konmuş olacaktır. Tasarı bu hak ihlalini göz göre göre kayıt altına almakla, yargıçları mahkemeyi yürütmekte, mahkeme önündeki kişileri de kendilerini savunmakta büyük bir sıkıntıyla baş başa bırakmaktadır.
Öte yandan “kendisini daha iyi ifade edebileceğini ifade ettiği” dille yalnızca sözlü savunmaya olanak tanımak ama yazılı dili dışarıda bırakmak da savunma hakkı bakımından kabul edilebilir değildir. Mahkeme önündeki kişilerin kendilerini yazıyla ifadelerinin engellenmesinin, mahkeme usullerinin organik bir parçası olan yazılı savunma yolunun “kendisini daha iyi ifade edebileceğini ifade ettiği” bir dil için kapatılmasının savunma hakkının ihlalinden başka ne gibi bir anlamı olabilir.
Nihayet, savunmanın ve yargının soruşturmayla birlikte başladığı bir hukuki gerçekse, mahkeme önündeki kişinin (sanığın, mağdurun, tanığın) ilk soruşturma aşamasında “kendisini daha iyi ifade edebileceğini ifade ettiği” bir dili kullanmasını önlemenin gene AİHS’in 6. Maddesinin ihlali olduğunu görmek çok güç olmamalıdır.
c. Adaletin özelleştirilmesi kabul edilemez
Her ne kadar İzmir Milletvekili Hamza Dağ ile Kahramanmaraş Milletevkili Nevzat Pakdil’in sundukları önergeyle Tasarının “tercüman”la ilgili hükümleri geliştirilmişse de “kendisini daha iyi ifade edebileceğini ifade ettiği” dille savunma yapacak olan sanıklar eninde sonunda “savunma yapacağı oturumda tercümanını hazır bulundurmak” zorunluluğuyla baş başa bırakılmıştır. Dağ ve Pakdil’in önergeleri “sanıklar”ın Tasarının ilk halindeki tercümanı kendilerinin bulması mecburiyetini gidermekle birlikte, Tasarının özü değişmeksizin kalmıştır. Demek ki “Kendisini daha iyi ifade edebileceğini ifade ettiği dil”e başvuranlar bunun bedelini ödeyeceklerdir. Özetle herkes mahkemede parası kadar konuşacaktır.
Oysa Türkiye’nin de tarafı olduğu AİHS 6. Maddesi’nin 2. Fıkrası, e bendi açıkça kayıt altına almaktadır ki, kişi “Duruşmada kullanılan dili anlamadığı veya konuşmadığı takdirde bir tercümanın yardımından para ödemeksizin yararlanır.” AİHS’in bu açık ihlali ile de Tasarı bir hakkı güvenceye almak yerine, hakkı sureta tanıyor gibi görünürken pratikte uygulanmasının önüne sayısız engeller dikebilmek için sayısız hak ihlallerini peş peşe sıralamaktadır, Sonuçta Anayasaya, Lozan Barış Antlaşmasına, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne, Her Türlü Irk Ayrımcılığının Ortadan Kaldırılması Uluslararası Sözleşmesine aykırılığı dolayısıyla, Anayasa Mahkemesi’nde ve uluslar arası mahkemelerde hiçbir şekilde kabul edilmesi mümkün olmayan bir yasa yapılırmış gibi yapılarak, “su kadar aziz” olduğu hep söylenen bir talep, yasama labirentleri içerisinde öğütülüp gitmeye mahkum edilmektedir.
Oysa talep acildir, “devlet”in kimseyle pazarlık yapmayacağından dem vururken göz ucuyla hapishanelere bakan ama devletin yurttaşıyla kurması gereken “rıza” ilişkisini hiçe sayan bu tasarının yaklaşan ölümleri durdurmak açısından çölde bir kum tanesinden daha yüksek bir işlev üstlenebileceği şüphelidir.
Bu nedenlerle, tasarının Adalet Komisyonu’nda görüşüldüğü sırada İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu’nda kabul edilmeyen şu değişiklik önergemize uygun olarak İnsan Hakları İnceleme Komisyonundan çıkan tasarının 1. Maddesi yerine aşağıdaki fıkranın CMK 202nin 4. Maddesi olacak şekilde yeniden yazılması diliyorum:
“Meramını anlatabilecek ölçüde Türkçe bilip bilmemesine bakılmaksızın
sanığa, yargılamanın soruşturma ve kovuşturma aşamalarında savunmaya yönelik hususlar tercüman vasıtasıyla tercih ettiği dilde anlatılır ve kişi yargılamanın tüm aşamalarında savunmasını tercih ettiği dilde sözlü ve yazılı olarak yapar.”
2. Tasarının ikinci maddesi ile 5275 sayılı kanunun 16. maddesinin 4. fıkrasına eklenen cümleler ve maddeye eklenen 5. Fıkraya itirazımız şöyledir:
a. 5275 sayılı kanunun 16. maddesinde suç tipine bakılmaksızın gebe kalanlar hakkında infaz rejimi ile ilgili düzenleme bulunmakta idi. Kanun tasarısı ile 3713 sayılı kanun kapsamında yer alan suçlardan hükümlü olan gebe kalanlara negatif ayrımcılık yapılmış ve bu kişilerin ceza infaz kurumunda kalarak geçici de olsa infazlarının ertelenmesi engellenmiştir. Bu durum öncelikle analık hakları ile çocuk hakları bakımından yeni bir ihlal yaratmakta ve açık bir ayrımcı muameleye yok açacaktır.
Bilindiği gibi 3713 sayılı kanundaki terör tanımı oldukça geniş olup, başta ifade özgürlüğü olmak üzere birçok özgürlük alanının sınırlandırıp, yasaklamakta ve cezalandırmaktadır. Dolayısıyla 3713 sayılı kanunun doğrudan doğruya ifade özgürlüğünü sınırlayan 6. ve 7. maddelerinden hüküm giyen kişilerin gebe kalmaları halinde infazlarının cezaevinde devam edeceğinin düzenlenmesi vahim sonuçlara yol açabilecektir. Ayrıca 3713 sayılı kanunun 4. maddesinde belirtilen terör amacı ile işlenen suçların terör suçu olarak tanımlandığı ve TCK’nun 50 değişik maddesini terör suçu olarak tanımlaması, 5 değişik özel yasanın terör suçu olarak tanımlanması karşısında gebe kalanlar bakımından negatif ayrımcılık yapılması kabul edilemez. Tasarı ile getirilen bu değişikliğin tasarı metninden çıkarılması gerekmektedir.
b. Tasarının ikinci maddesi ile 5275 sayılı kanunun 16. maddesine 5. fıkra eklenerek ağır hasta mahpus diye tanımladığımız kişilerin infazlarının iyileşinceye kadar geri bırakılması ile ilgili düzenleme yapılmıştır. Bu düzenleme iki yönden eksik ve yetersizdir.
Tasarı metninde 16. maddenin 3. fıkrasında belirlenen usule göre infazın geri bırakılabileceği belirtilmiştir. 16.maddenin 3. fıkrası adli tıp kurulunca düzenlenen ya da Adalet Bakanlığınca belirlenen tam teşekküllü hastanelerin sağlık kurullarınca düzenlenip Adli Tıp Kurumunca onaylanan rapor üzerine infazın geri bırakılabileceği belirtilmektedir. Bu düzenleme bize göre sakıncalıdır. Adli Tıp Kurumu resmi tekel bilirkişisi olarak tarafsızlığını yitirmiş ve siyasal iktidarın politikalarına göre tutum alan bir kurum haline gelmiştir. Nitekim Adalet Bakanlığı verilerinden de anlaşılacağı gibi Adli Tıp kurumunun kötü uygulamaları nedeni ile infazı geri bırakılmayan ağır hasta mahpuslar cezaevinde yaşamını yitirmekte ya da tahliye olduktan birkaç gün sonra yaşamlarını yitirmektedirler. 16. maddenin 3. fıkrasında düzeltme yapılarak Adalet Bakanlığının belirlediği tam teşekküllü hastanelerin sağlık kurul raporlarının yeterli olması, adli tıp kurumunun onayının istenmemesi sağlanmalıdır. 3. fıkrada düzeltme yapılmadan eklenecek 5. fıkranın uygulamada fazla bir karşılığı olmayacaktır.
Tasarı metninde maruz kaldığı ağır bir hastalık veya sakatlık nedeni ile ceza infaz kurumu koşullarında hayatını yalnız idame ettiremeyen ve toplum güvenliği bakımından tehlike oluşturmayacağı değerlendirilen mahkûmdan bahsedilmektedir. Madde metni bu hali ile yasalaşırsa hiçbir hasta mahpus tahliye edilmeyecektir. Madde metni düzeltilerek sadece maruz kaldığı ağır bir hastalık veya sakatlık ifadesi ile yetinilmelidir. Bilindiği gibi ağır hasta olduğu halde infaz kurumunda yaşamını yalnız idame ettirebilen mahpuslar da vardır. Bu durum gözetilerek ağır hastalık veya sakatlık ifadesi ile yetinilmelidir. Ayrıca toplum güvenliği bakımından tehlike oluşturma kriterini değerlendirecek olan Cumhuriyet Savcısıdır. Bu tanımlama oldukça muğlaktır. Bir kişinin toplum güvenliği bakımından tehlike oluşturup oluşturmayacağı gibi ağır bir sorumluluğun Cumhuriyet Savcısına bırakılması karşısında savcılar böyle bir sorumluluk altına girmeyeceklerdir. Dolayısıyla hiç kimse tahliye olamayacaktır. Bu nedenle bu ibarenin madde metninden çıkartılması gerekmektedir. Kaldı ki bir kişinin toplum güvenliği bakımından tehlike yaratıp yaratmadığına ancak yapılacak bir yargılama sonucunda mahkeme karar verebilir.
3. Tasarının 3. maddesi ile 5275 sayılı kanunun 17. maddesi değiştirilmiştir. Değişiklik ile birlikte yeni 4. fıkra eklenerek terör suçları, örgüt faaliyetleri çerçevesinde işlenen suçlar ve cinsel dokunulmazlığa karşı işlenen suçlardan mahkum olanlar, mükerrirlere özgü infaz rejimi uygulanmasına karar verilenler, disiplin veya tazyik hapsine mahkum olanlar hakkında infaz ertelemesinin yapılamayacağı belirtilerek mevcut madde metninden oldukça geriye düşülmüş, yeni bir ayrımcılık maddesi getirilmiştir. Mevcut maddeden geriye gidilmesi infaz rejiminin daha da ağırlaştırılması anlamına gelmektedir. Ayrıca yukarıda da ifade ettiğimiz gibi 3713 sayılı kanunun geniş terör tanımı ile birlikte ifade özgürlüğünü sınırlayan ve yasaklayan mevcut maddeleri yürürlükte olduğu sürece buna dayanarak yeni hükümler ihdas etmek, infazda ayrımcılığı daha da arttıracak ve temel haklara aykırılık teşkil edecek uygulamalara sebep olacaktır.
Kanun tasarısının 5275 sayılı ceza ve güvenlik tedbirlerinin infazı hakkında kanunda yaptığı değişiklikler, BM Genel Kurulunun 09.12.1988 tarih ve 43/173 sayılı kararı ile kabul edilen Herhangi Biçimde Alıkonulan Ya da Hapsedilen Tüm Kişilerin Korunması İçin İlkeler Manzumesi çerçevesinde değerlendirilmeli, mahpusların işledikleri suçlar bakımından farklı infaz rejimine tabi tutulmaması sağlanmalı, infazda eşitliğe azami düzeyde dikkat edilmelidir.
Ertuğrul Kürkçü
Mersin Milletvekili
Yorum yazabilmek için oturum açmalısınız.